Meryem Gültabak: “Distopyalar insanlığın terapi seansları”

"Distopyalar yazıldıkları dönemin baskın korkularını yansıtmıyor mu? Tarihin insan psikolojisinde derin yaralar bırakan nesi varsa… Öne çıkmış distopyaları kronolojik sırayla incelesek bir toplumsal travmalar tarihi görmez miyiz?"

25 Ağustos 2022 16:07

Meryem Gültabak’ın kaleme aldığı Bütün İyiler Öldü'nün distopik bir roman olduğunu söyleyerek başlayalım: 21. yüzyılda ortaya çıkan Büyük Kıtlık sonucunda dünyada başlayan kaos, çoğu hayvanın ve bitkinin, hatta insanlığın bile sonunu getirecek denli önemli sonuçlar yaratır, sadece bir grup insan hayatta kalır. Aradan geçen iki yüz küsur yılda oluşturulan yeni toplum düzeni ise bir sürü soru işaretini beraberinde getirir. Bütün İyiler Öldü geçtiğimiz günlerde İthaki Yayınları’nın Pangea Kitaplığı serisinden çıktı. Biz de bu vesileyle Meryem Gültabak’a sorularımızı yönelttik; kendisiyle romanı, distopya edebiyatını ve totalitarizmi konuştuk.

“Aslında bir ütopya yazmaya çalışıyordum”

Kitabın yazım süreciyle başlayalım: Bütün İyiler Öldü nasıl ortaya çıktı?
 
Aslında bir ütopya yazmaya çalışıyordum. Kendi iç dünyamın dış dünyaya uyarlanmış bir halini… Kendimi neşeli, iyimser biri olarak tanımlarım. Eşim karamsar bir insandır. Biraz da ona inat, karamsarlığın olmadığı, aydınlık bir dünya yaratacaktım. Yazdım, okudum ve dehşete düştüm. İç dünyamdan yarattığım ütopya korkunç bir yerdi. Katı kurallı, bireye bireylik hakkı vermeyen, çalıştığın ve ürettiğin kadar var olabildiğin, karanlık bir yer… “İyimserim, bana göre dünya güzel bir yer, o zaman bir sorun varsa bunun suçlusu insandır, benimdir” diye düşünüyor olabileceğimi gördüm. Oysa karamsar bir insan için dünya kötü bir yerdi ve bir sorun varsa insanın değil, dünyanın suçuydu büyük ihtimalle. Ben bir iyimser olarak neşeli bir zorbaydım ve karamsarlar empati kurmaya daha eğilimliydiler sanki. Sonuçta benim iç dünyamdan iyimserliğin övüldüğü karanlık bir dünya çıktı ortaya. Ve elbette orada yaşamak zorunda kalan karamsarlar isyan ettiler. Kitabı eşime ithaf etmem de bundan…
 
Romanın en dikkat çekici taraflarından birisi de İyilik Kitabı kuşkusuz. 2268’den iki yüz küsur yıl evvel yazılmış bu kutsal kitap alegorisi, her ne kadar doğayla uyumlu özgür bir toplum hedefinde olduğunu iddia etse de ortaya çıkan sonuçlar tam tersini gösterir. Gelecek neden bize hep totaliter görünür?
 
Özgürlüğümüzü, kimliğimizi, biricikliğimizi kaybetmek en büyük, ortak korkumuzdur belki. İnsanlığın yaşadığı travmalar ve yaşamakta olduğu savaşlar, haksızlıklar, sömürüler, insanların (bazen kendimizin de) farklı amaçlar uğruna, akıl almaz düzeyde zalimleşebildiğini bilmemiz de bu korkuyu artırıp duruyor. Keşke distopyalar yanılmış diyebilseydik ama galiba haklı da çıkıyorlar.

“Biz doğayı öldürme potansiyeline sahibiz”

Romanda her şeyin başlangıcı Büyük Kıtlık’a dayanıyor. Doğayla savaşan, dünyayı yaşanmaz bir yer haline getiren insan, kendi mezarını kazdığını fark etse de iş işten geçiyor. İnsanı bir virüs haline getiren şey doğaya egemen olma uğraşı mıdır?
 
Doğa bizi doğaya egemen olma uğraşına düşecek bir yaratık olarak var etti sanki. Doğrudur, yanlıştır, hep öyle hissetmişimdir. Ya zeki birinin, ya çok çevik, ya çok bencil birinin, ya en güçlü, en acımasız olanın yani en az bir hayatta kalma becerisinde başarı göstermiş insanların torunlarıyız diye düşünürüm. Bu demek değil ki “İnsan doğası böyle; bencil, vahşi, o zaman çevreyi mahvedebiliriz”. Kastettiğim şu; keşke kendimizi daha iyi tanısaydık ve çok önceden, “Biz doğayı öldürme potansiyeline sahibiz” diyebilseydik.
 
 
Distopya fikri edebiyatta, sinemada ve dijital platformlarda kendine çokça yer buluyor. Geleceğe yönelik bir uyarı niteliği de taşıyan bu tarz üretimlerin artmasını, dünyanın son yıllarda yaşadıklarıyla ilişkilendirebilir miyiz?
 
Kesinlikle… Distopyalar yazıldıkları dönemin baskın korkularını yansıtmıyor mu? Tarihin insan psikolojisinde derin yaralar bırakan nesi varsa… Öne çıkmış distopyaları kronolojik sırayla incelesek bir toplumsal travmalar tarihi görmez miyiz? Distopyalar insanlığın terapi seansları bence. İnsanlık olarak son yıllarda daha sıkı bir terapi programına ihtiyacımız olmuş olabilir.
 
Siz aynı zamanda dizi ve film senaryoları da yazıyorsunuz. Kitaptaki dilin görselliğinin olmasınınsebebi budur sanıyorum. Senaryoyla edebiyat ilişkisine dair neler söylemek istersiniz? Avantajları, dezavantajları nelerdir?
 
Tabii ki her yazarın bakışı farklıdır. Benim için kesişim noktaları hikâye yapısı ve dünya. Hem senaryolarda hem de roman yazarken hikâyelerim hemen hemen aynı kurallara tabi, her iki üretimde de dünya kurmak önemli. O dünyanın muhatabını içine alması mühim. Ama en başta enstrümanları farklı. Senaryo da romanlar gibi sözcüklerle yazılsa da, asıl hedef sözcüklerin anlattığı görüntü. O anlatma biçimi bende fazlası ile yer etmiş durumda. Bu bazen avantaj, bazen de dezavantaj olabiliyor. Senaryonun ve romanın gösterim mecraları da farklı. Romanları başka insanların zihinlerinde tek tek gösteriyoruz, senaryoları ekranlarda… İçeriği de buna göre şekilleniyor elbette. Roman yazarken sesi, müziği, ışığı, renkleri kullanabilmeyi, görüntünün avantajlarını özlüyorum, senaryo yazarken de karakterlerin içinden geçenleri, düşüncelerini paylaşabilmeyi… Edebiyat uyarlamalarını çok seviyorum ama film ve diziler için öncelikli olması gereken üretim alanı bence özgün senaryodur. Sektörde son yıllarda bu tarafın biraz es geçildiği, edebiyata fazla yaslanıldığı kanaatindeyim.

“Tıkanmayan hikâye kazanır”

Bize tavsiye etmek istediğiniz distopik bilimkurgu eserleri var mı? Meryem Gültabak son zamanlarda neler okuyup izliyor?
 
Çok var ama en sevdiklerimi, dönüp dönüp okuduklarımı söyleyeyim: Margaret Atwood ne yazsa okurum ama en sevdiklerim DelliÂddem Üçlemesi, Kazuo Ishiguro’nun Beni Asla Bırakma’sı, Yevgeni Zamyatin’in Biz’i, Hillary Jordan’ın Uyandığında’sı, Doris Lessing’den Hayatta Kalma Güncesi, J.G. Ballard’ın Gökdelen’i Robert Silverberg’ün Cam Kule’si, Karin Boye’nin Kallocain’i, diğerlerinin yanında yeni sayılsa da bir klasik olacağından emin olduğum Karin Tidbeck’in Amatka’sı, bir de 2016 tarihli Naomi Alderman’ın Güç’ü. Film önerim de var bir tane, Ramin Matin’in Canavarlar Sofrası benim için izlediğim bütün distopyalardan ayrıdır.
 
Yeni bir çalışmanız var mı?
 
Senaryo hep oluyor. Geçim kaynağım olduğu için! Roman iki tane var. Bir bilimkurgu-tek mekân polisiyesi çalışıyorum, bir tane de mizahi bir tarihî bilimkurgum var. İkisi de ilerliyor şu anda. Tıkanmayan hikâye kazanır diyorum.