Mehmed Uzun(l)a on üçüncü yıl mektubu

"Umuyor ve diliyorum ki, Kürt gençleri Mehmed Uzun’un yerini çok daha mükemmel edebiyat örnekleriyle doldurur da, Mehmed de kadim nehir Dicle’ye, 1.500 yıllık On Gözlü Köprü’ye, Kırklar Dağı’na, Ben û Sen Vadisi’ne ve Hevsel Bahçeleri’ne bakan ebedi mekânında gözü ardında kalmadan huzur içinde rahat uyur."

15 Ekim 2020 15:57

 

Siz bu satırları okuduğunuzda Mehmed Uzun’un vefatının on üçüncü yılı dolmuş olacak. (Vefatı, 11 Ekim 2007/Diyarbekir). Göz açıp kapayıncaya kadarlık bir zaman yeli gibi savrulup geçti koca on üç yıl. Mehmed Uzun adına ne mi yapıldı bu on üç yıl içinde? Kimse alınmasın, ya da alınsın! Koca bir hiç! Hepi topu her yıl 11 Ekim günü sayıları ellerin parmakları kadar artan ya da eksilen katılımlarla vasat birer anma, o kadar.

Aşağıdaki metni Mehmed’in vefat ettiği günün gecesi yazmıştım. Zamandan ve mekândan azade, salt kendisiyle konuşur gibi yeniden düzenleyerek paylaşıyorum...

Eğer kin tutmak mümkün olsaydı,

Eğer intikam almak elverseydi,

Eğer çatışmanın oluru olaydı, hiç tereddüt etmeden; hatta ölümü kadiri mutlak görenlerin kızgınlığını ruhumda bedenimde hissederek Uzun’un edebi vurgusuyla “Azrail Meleğine” tavır koyardım. “Başka işin yok muydu ulan, Mehmed Uzun’un canını tez elden alıp gitmekten öte” diyerek.

Sık, hem de çok sık görüşmelerimizin sona yakın olanlarından birinde, “Kürt halkı çok şanssız, Şeyhmus” demiş ve eklemişti: “Görüyorsun işte, Yılmaz (Güney) en verimli çağında, en güzel filmlerini yapacağı ânında aramızdan ayrılıp gitti. Ahmet (Kaya) göz göre göre o yiğit ve deli dolu onurlu evladımız linç yedi ve terki diyar edip yaban ellerde öldü. İşte ben! Tam zoru başardığım ve en önemli romanlarımı sırayla kafamda projelendirdiğim ve yazacağım anda, Allah kahretsin, bu zalim, gaddar, hain hastalığın en korkuncuna yakalandım. Yazık bu halka, gerçekten Kürt halkı çok şanssız” demişti.

2006 Nisan'ından Temmuz başına kadar sık sık Mehmed İsveç’te, ben Diyarbekir’de, telefonla karşılıklı konuşuyorduk. En son 2006 Temmuz başında kendisi aradı. “Tamam artık, ‘buraya kadar’ diyorlar. Tedaviyi de İsveçli doktorlar kesti. Beni resmen ölmeye terk ettiler. Ama ben ölüm meleğine teslim olmayacağım. Diyarbekir’e gelmeye karar verdim” deyivermişti.

Tamam, bizim de isteğimiz bu yönde, ama senin sağlık durumun böyle uzun yola elverir mi diye cesaret edip teklif edemedik. “Madem sen tamam diyorsun, baş göz üstüne, her şeyi, ne gerekiyorsa hazırlarız, Diyarbekir seni kucaklamaya hazır” deyivermiştim.

13 Temmuz 2006 günü akşamı Diyarbekir’e geldi. Kendi isteği üzerine çok az insana haber vermemize karşın, iki binin üzerinde insan birikmişti Diyarbakır Havaalanı’na. İner inmez, ambulansta iken “Ben buraya ölmeye değil, yaşamaya geldim” demişti.

Aslında er veya geç beklenen sonu biliyordu. Ama hastane odasında Dağkapı Meydanı’na ve binlerce yıllık surların Roma döneminden kalma Dağkapı burcuna her gün, her saat, her an bakarken sürekli çok sevdiği bir sözü yüksek sesle dillendiriyordu, dillendirdiği için de hastane odasında tam karşısındaki duvara yazdırıp astırmıştı: “Berxwedan Jîyane”.

Ölünceye kadar direngenliğini, kararlılığını ve yaşama olan bağlılık azmini hiç ama hiç yitirmedi. Israrla, her görüştüğü dostuna, yakınına, arkadaşına “Direneceğiz, başka yolu yok!” diyordu.

Ama bir taraftan da yavaş yavaş herkesi acı sona hazırlıyor gibiydi. “Dünyaya kazık çakacak halimiz yok ya! Bu kadarı da yeter” diyordu. “Bir halk, inandığı insanına ancak bu kadar sahip çıkar. Bunları gözümle gördüm ya, bu bana yeter” diyordu.

1977’de bir kaçak, hem de sürgün olarak Suriye topraklarına mayınlı alanlardan, yine kendi tabiriyle “ölüm meleğinin soluğunu ensesinde hissederek” geçtiği yıllardan tam otuz yıl sonra, doğrusu Diyarbekir yine kendi ve sıkça kullandığı tabirle “şifa” olmuştu kendisine. Çünkü sıkça ve her önüne gelene “Diyarbekir Yukarı Mezopotamya’nın şifa kaynağıdır. Bana da, gördüğünüz gibi şifa oldu” diyordu.

William Faulkner’ı yeniden okumaya başlamıştı. Bana da ısrarla yeniden okuttu Faulkner’ın Döşeğimde Ölürken ve Tapınak kitaplarını. “Ne kadar muhteşem bir edebiyat! Görüyor musun Şeyhmus, işte edebiyat budur” diyordu. “Thomas Mann’ın Yusuf ve Kardeşleri de mutlaka okunmalı” diye ekliyordu.

Dehşet bir hafıza birikimi vardı. İsimler, kitap adları, yıllar öncesinde kalmış küçük ayrıntılar, konuştuğumuz an yeniden yaşanıyormuş gibi varlık buluyordu Mehmed’in dilinde, gözlerinde.

Zerruk Vakıfahmetoğlu, eski mahpusluk arkadaşı ziyaretine gelmişti. 12 Mart 1971 günlerinden, ta lise zamanlarından kalma Diyarbakır Askeri Cezaevi anılarını anlatmıştı, konuşmuştuk. Tam 2,5 saat, kahkahadan karnımız ağrıyıncaya kadar konuştuk. Mehmed Emin Bozarslan’dan İhsan Aksoy’a, Şıko diye kısaca imlediği, halktan, garip bir mahkûma varıncaya kadar anlattı durdu o günlerin anılarını. Hem de ölümünden bir ay kadar önce, yaz sonunda.

Ve ölümünden birkaç gün önce, nefes nefese kalırcasına, ama gülümsemeyi de hiç ihmal etmeden, doktorları da yanında, “O gece ben, sen ve Zerruk ne kadar güzel sohbet etmiştik, değil mi!” demişti. Ben de kendisine hitaben, “Pişman oldum o ânı kamerayla belgelemediğime, ama söz ver Mehmed, biraz rahatlayınca bunların hepsini yeniden yazmak üzere bana anlatacaksın” demiştim. “Tamam” demişti. Zaten reddetmeyi bilmezdi ki!

Bir nehir söyleşi yapalım demiştim Mehmed! “Biliyorsun, senin gibi dünyaya mal olan edebiyatçılar artık anı yazmıyor. Daha çok nehir-röportaj kabilinden ‘işlere’ evet diyor” demiştim. “Söz” demişti. “Sen zaten saklı şehrin tarihinin tanıklarını yaparak, en sonuncu kitabın Amidalılar’la da bunu kanıtladın. Söz, yapacağız” demişti. Ama olmadı…

Yaz ortalarından beri bir mesaj yazması gerekiyordu. 2007 yılı Avrupa’da 15.’si düzenlenecek olan Hüseyin Çelebi Şiir ve Öykü Etkinliği’ne Mehmed Uzun’la Yaşar Kemal onur konuğu olarak davet edilmişlerdi. “Sağlığım elverirse katılırım” demişti. Ama son aylarda artık katılamayacağı netleşmiş gibiydi. “Mehmed, hiç değilse bir mesaj yollaman lazım, davetlisin, beklerler” demiştim.

Ölümünden beş gün önce, 6 Ekim Cumartesi günü Diyarbekir’de “Ebruli Sohbetler” başlığıyla “Kültürel Çeşitlilik Üzerine Çeşitlemeler” programında kendisi de çok önceden verilmiş sözü gereği katılımcı olacaktı. Söyleşiden iki saat önce yanına gittim. Doktorlarından Diyarbakır Tabip Odası Başkanı Doktor Adem Avcıkıran da yanındaydı. Nefesi epeyce daralmıştı. Ama evin verandasının bahçeye bakan bölümünde dimdik oturuyordu. Masada Diyarbekir karpuzu vardı, eşi Zozan yeni dilimlemişti. Doktor Adem bir süre sonra torunuyla beraber izin isteyip gitti. Baş başa kaldık. Israrla karpuz yememi istedi, kendisi de bir dilim aldı. Sonra “Diyarbekir karpuzu kış ortasına da kalır mı” muhabbetini yaptık. Diyarbekir’in külahlı, dilimli kış kavunlarından da söz ettik.

Daha sonra da söz Ebruli Sohbetler’e geldi. “Katılamayacağım Şeyhmus, istersen ben bir şeyler söyleyeyim sen yaz, katılımcılarla paylaşırsın” dedi. Mutabık kaldık. Aşağıdaki metin çıktı:

“Sevgili Dostlar,

Bugün aranızda olmayı planlamıştım. Ve aranızda olmak, ifade edeyim ki, son 1,5 yıl içinde yapmış olacağım en güzel işlerden birisi olacaktı, öyle ummuştum. Fakat ne yazık ki hastalığım buna izin vermedi. Ve beni mutlu bir günden daha alıkoydu.

Muazzam güzel Ebru kitap albümüne baktım. Yazıların bir bölümünü okudum. Çok güzel fotoğrafları gözden geçirdim. Kalan Müzik’in Ebru kitabı için yaptığı müzik CD’sini de defalarca dinledim.

Sizleri candan kutluyorum. Ve yüreğim sizinle. Çünkü yüreğim, çokkültürlülük için atıyor. Çokkültürlülük insanlığın atardamarıdır. Ve tüm uygarlıkların bileşkesidir. Türkiye ve Mezopotamya tam da böyle bir mekândır. Ultra nasyonalistler, militaristler, otoriter-totaliter gerizekâlılar çokkültürlülüğü tehlike olarak görmekte ısrar ediyorlar. Oysa çokkültürlülük çocuklarımıza ve gelecek kuşaklara bırakabileceğimiz en önemli mirastır.

Sizleri yürekten ve tekrar tekrar kutluyor, başarılar diliyorum” diye yazdırdı.

Sonra kendisine yazdıklarımı okudum. Ardından da, “Hazır mesaj işine girişmişken Hüseyin Çelebi Şiir ve Öykü Etkinliği’nin mesajını da halledelim mi?” diye sorunca; “He valla, el atmışken o da olsun” diyerek aşağıdaki Kürtçe mesajı da orası için yazdırdı:

“Xwîşk û birayen hêja,

Dostên dilsoz,

Ji bo festiwala ku hûn li dardixin, ez we ji dil û can pîroz dikim. Festîwalen şiîr, roman, edebiyat, hüner û muzîk e reh û reçen ziman û milletan e. Ji salen direj û vir ve hûn festiwala xwe didomînin. Ev bextiyari û serketinek mezin e. Ji bo me û millete me. Hûn dive di şixulê xwe de her berdewam bin.

Ez her tim piştgir û dilsoze xebata we me. Hûn her bijîn. Hûn bextiyar û serketî bin.”

Sonra mutlu ve görevini yapmış sorumlu bir aydın tavrıyla tebessüm ederek, “İyi oldu mu?” diye sordu. “Gayet iyi oldu Mehmed, senden ricam, hep gülümse,” dedim, “çünkü gülümser olmak bir insana ancak bu kadar çok yakışır” diye de ekledim.

Sonra evden, bahçesinden ayrıldım. Ayrılırken eşi Zozan bahçeden 4 kırmızı gül koparıp bana verdi. Konuşmacılara götürdüm. Salonda konuşmacıların oturduğu masada yarıya kadar su dolu bir bardağa gülleri koyduk, önüne de “Mehmed Uzun” diye yazdık. Sonra da mesajını moderatör Ayşe Gül Altınay okudu. Salondaki dinleyiciler de Mehmed’e sağlık dileklerini yansıtan mesajlarından oluşan kartlarını yazdılar. O yazılı iyi dilek kartlarını bir iki gün geçtikten sonra götürüp tek tek kendisine okuyup eşine verdim.

Uzun’la son görüşmem, kendisinin istediği ve Osman Akınhay’ın yolladığı Mesele dergisinin bütün sayıları ile Nûbihar Yayınları’nın son kitaplarını kendisine vermek üzere gidişimde olmuştu.

Lal Laleş’le evinde dinlendiği üst kattaki odasına çıktık. Uzunca sohbet ettik. Müzik setinde Xaçaturyan’ın CD’si vardı, onu dinledik. “Kader Kuyusu’nu yazarken, hep Haçaturyan dinledim” dedi. Sonra Lis Yayınları’nın Mor Mühürler adını verdiği, beş kadın yazardan (Oya Baydar, Leyla Erbil, Sema Kaygusuz, Jaklin Çelik ve Müge İplikçi) seçme öyküler başlığıyla yaptığı iki dilli (Kürtçe-Türkçe) beş kitabı inceledi ve “Çok iyi olmuş. İşte beni saran işler bu türden işler, eğer sağlığıma kavuşursam bunlar için bir yazı yazmalıyı” dedi.

Sonra ayrıldık. İki gün sonra da gitti Mehmed. İtiraf edeyim ki, otuz yıl aradan sonra Mehmed Uzun’la gecikmiş ama otuz yılın öcünü alan fakat içten içe de beklenen acı sonu bilmemize, hissetmemize rağmen, hep öteleyerek her görüşmemizin tadını çıkararak, mümkün mertebe uzatarak yaşadık dersem yeridir.

Yazık oldu Mehmed’e... Tam da çok önemsediği Nobel Edebiyat Ödülleri’nin 2007 yılı sonuçlarının İsveç Stockholm’de Doris Lessing’e verilerek açıklandığı gün ve saatte vefat etti.

Toprağı bol olsun, onun adı ve yaptıkları, bir de anıları ile yaşasın. Umuyor ve diliyorum ki, Kürt gençleri Mehmed Uzun’un yerini çok daha mükemmel edebiyat örnekleriyle doldurur da, Mehmed de kadim nehir Dicle’ye, 1.500 yıllık On Gözlü Köprü’ye, Kırklar Dağı’na, Ben û Sen Vadisi’ne ve Hevsel Bahçeleri’ne bakan ebedi mekânında gözü ardında kalmadan huzur içinde rahat uyur.

Bu yazı aslında ikiz imzalı bir yazıdır. İkinci imza fark edileceği üzre Mehmed Uzun’a aittir. Çünkü onun sözleri ve yaşadıkları bu yazıya ruh katmıştır. Yukarıdaki yazı 11 Ekim 2007 günü, Mehmed’in defnedildiği günün gece yarısı yazılmıştı.

Kitaplarından ilk onunun Sel Yayıncılık’ta güzel bir tarih seçimiyle, tam da öte yakaya göçüşünün 13. yıldönümünde yeniden yayınında en uygun anmanın benim cephemden böyle bir yazı ile olacağını düşünerek yazıyı yeniden elden geçirip düzenledim...

Sevgili kardeşim Mehmed Uzun, kendi toprağının böğründe rahat uyusun, ruhu şad olsun.