Mıgırdiç Margosyan’ın cenneti

“Sessizce ve yavaşça, ince ince, dil ve üslubun sabırlı terbiyesiyle, hiçbir acıyı ve kederi göze sokmadan bir anıt yaratmıştır Margosyan Türkçede. Tatlı, oyunlu, neşeli üslubunda var ettiği ve okuru getirip dibine bıraktığı bu anıt bir yokluk, bir felaket anıtından başka bir şey değildir.”

05 Nisan 2022 17:32

2018 senesinde düzenlenen Diyarbakır Karşılaştırmalı Edebiyat Günleri’nde Mıgırdiç Margosyan’ın sekseninci yaş günü kutlanmıştı. Benim de katılma şansı bulduğum bu etkinlikte Margosyan’ın Diyarbakır için nasıl bir kutup yıldızı olduğunu, nasıl muhabbet ve saygıyla çevrelendiğini görmek etkileyiciydi. Diyarbakırlılar yazarın sadece hemşerisi değil, hakiki okurlarıydı. Kentte bu hissiyatın oluşmasında en büyük pay, yazarın “bir zamanların Diyarbakırı”nı, artık kaybedilmiş bir kenti ve onun kültürel zenginliğini anlatmaktaki eşsiz başarısında olsa gerek.

Margosyan bir Diyarbakır anlatıcısı olarak ne kadar önemliyse, hiç şüphesiz, yaşayan Türkiye Ermeni kültürünün en önemli yaratıcılarından biri olarak da o denli önemlidir. Onun, Ermeni dilinin büyük ustası olarak Ermeni toplumu içinde ne kadar saygı gördüğünden bahsetmek bile gereksiz. Giderek konuşanı, okuyanı azalan Batı Ermeniceye bir edebiyat dili olarak yeniden hayat veren, dünya üzerindeki az sayıdaki sanatkârlardan biri olarak Margosyan’ın değeri tartışılmazdır.

Ama kanımca bu iki unsurdan da mühim olan bir başka nokta var Diyarbakırlı yazarın macerasını benzersiz kılan: Onu ne Diyarbakır’la ne de Ermenice ve Ermeni kültür hayatıyla sınırlamak mümkün değil. Margosyan, Türkiye edebiyat tarihinde başka hiç kimseye benzemeyen bir yerde durur. Ermeniceyle başladığı yazarlık tecrübesinde, ustası Hagop Mıntzuri’nin aksine Türkçeye taşmış, çift dilli bir yazarlık hayatı kurmuş ve Cumhuriyet tarihinin en özgün müelliflerinden biri olarak var etmiştir kendini. 1990’lı yıllardan itibaren, yani kitapları Türkçe yayımlanmaya başladıktan sonra, bir yandan çok okunan bir yazar, öte yandan da Türkçe edebiyat kanonuna meydan okuyan bir sanatkâr olarak kendine apayrı bir alan açmıştır. Hem Ermenice hem Türkçe yazan, Ermenice yazdığını Türkçe yeniden söyleyen, Türkçesinde Ermenicenin ve hatta Kürtçenin tınısını duyduğumuz Margosyan’ın, özellikle Gâvur Mahallesi’ni oluşturan hikâyeleri bugün sadece Ermenice edebiyatın değil, Türkçe edebiyatın da klasikleri arasındadır.

Bu, Türkiye edebiyat tarihi bakımından ilginç ve özel bir olaydır. Hele tarihsel olarak Türkçedeki köy anlatılarının büyük hâkimiyeti ortadan kalkmış, meşhur köy romanı dalgası kudretini tamamen yitirmiş ve 1980 sonrasında yeni bir kent edebiyatı dalgası başlamışken Margosyan’ın bu başka hiç kimseye benzemeyen yükselişini nasıl açıklamak gerekir?

Burada, Margosyan’ın nevi şahsına münhasır bir “yerlilik” anlatıcısı olarak öne çıktığını söylemek gerekiyor. Senelerce üniversitede Margosyan hikâyelerini okutmuşluğun tecrübesiyle şöyle anlatmaya çalışayım: Margosyan’ı okuma deneyiminin ertesinde okurlar çoğunlukla oldukça naif ve insancıl bir “biz olma” hissiyle dolar. Anlatılan sadece Diyarbakır değil, sanki tüm Anadolu taşrasıdır, bahsedilen hepimizin ortak geçmişidir. Anadolu’nun ve ortak geçmişimizin güzel insanları, tatlı alışkanlıkları, kendine has halleri ve bin bir başka etnografik ayrıntısı Margosyan’ın yarattığı şeker-dilde nostalji halesiyle sarmalanmış bir “biz”i anlatıyor gibidir. Bu, Margosyan’ın kurmacasının ilk basamağı, hatta daha doğru bir ifadeyle kabuğudur.

Ama onun esas kuvvetli tarafı bu kabukta değil, tam da bu kabuğun kırılmasında kendini gösterir. Okur metne yaklaştıkça, sessizce öne çıkanın anlatılan geçmiş değil, bu geçmişin yitirilmişliği olduğunu fark edecektir. Bu fark ediş kabukta ortaya çıkan nostaljik “biz”i çatlatır; zira aslında yiten bu “biz” değil, onun çıkarılıp atılmış parçasıdır. Tüm bu metinler boyunca, Margosyan çocukluğunun taşrasını anlatırken, işin özünde kendi sürgününü anlatmaktadır, cennetin anlatıcısı cennetten kovulmuştur. Böylece okurun tecrübesinde nostalji hissinin yerini yavaş yavaş bir yitimin acısı almaya başlar. Margosyan’ın metinlerinde neşenin ardından hüznün, tatlı sözün ardından acılığın bastırması bundandır; kabuktaki çocuksu, neşeli, yaşama sevinciyle dolu ve nostaljik “biz”, bir süre sonra köklü bir kaybın hatırlatıcısına dönüşmektedir.

Naçizane, ben bunun büyük bir edebi başarı olduğu kanaatindeyim. Sessizce ve yavaşça, ince ince, dil ve üslubun sabırlı terbiyesiyle, hiçbir acıyı ve kederi göze sokmadan bir anıt yaratmıştır Margosyan Türkçede. Tatlı, oyunlu, neşeli üslubunda var ettiği ve okuru getirip dibine bıraktığı bu anıt bir yokluk, bir felaket anıtından başka bir şey değildir.

Ermenice edebiyatla ilgilenenler şu basit gözlemi paylaşacaklardır: Margosyan’ın vefatı aslında uzun bir geleneğin sonuna işaret etmekte. Taşra edebiyatı Ermenicede, 19. yüzyılın son çeyreğinden itibaren önemli edebiyat kanallarından biri olur. Sadece taşraya bakan kentli entelektüeller değil, Tılgadintsi gibi doğrudan taşradan yazan önemli kalemler de bu damarı var eder. Bunda bir yanda milli kimlik arayışı ve onun paralelinde halkbilimle etnografinin yükselişi etkiliyse, öte yanda Osmanlı Ermeni toplumunun Osmanlı’nın geneline kıyasla çok daha kapsayıcı bir şekilde başardığı okullaşma süreci ve bu okullaşmanın entelektüel uyanışı süratle taşraya yayması etkili olmuştur.

Fakat henüz bir gelenek haline gelmiş bu taşra edebiyatı damarı, 1915’ten sonra bir yandan bu geleneğin uzantısı olmaya devam etse de, 1915’in darbesiyle ciddi şekilde dönüşerek yeniden şekillenir. Bu kez ona can veren temel motivasyon “hatırlama/tanıklık” arzusudur. Hem Türkiye’de hem de Ermeni toplumunun farklı diasporalarında, kaybedilen memleketi dilde ve edebiyatta yeniden var etmek güdüsüyle taşrayı (köyü) anlatmak Hamasdeğ’den Totevents’e, Mıntzuri’den Margosyan’a uzayan capcanlı bir metin nehri oluşturmuştur. İşte Margosyan bu upuzun nehrin sonundaki yazardır. Ve onun vefatının bu nehrin son nefesi olduğunu bir kez daha, altını çize çize belirtmek gerekir.

Mıgırdiç Margosyan, Ankara Çağdaş Sanatlar Merkezi’nde kitaplarını imzalarken, 2019. (Aras Yayıncılık)

***

Margosyan, Ermenice ilk öykü derlemesinde yer alan “Hokecaş”ta babasıyla beraber (kendisinin de defnedileceği) Şişli Ermeni Mezarlığı’nı dolaşıyor ve kabristanı bir güzellik bahçesi olarak tarif ediyordu:

“Şişli Ermeni Mezarlığı ağaçlarıyla, çiçekleriyle bizim gibi taşralı Ermeniler için tam bir cennettir. Kim ki buraya gömülmüşse ve başının üstüne bir haç konulmuşsa hiç şüphe yok ki cennete gitmiştir” (Mer Ayt Goğmerı 152-153).

Bu hikâyedeki “cennet-mezar” fikrinin ve özel olarak bu pasajın Margosyan’ın edebiyatını çok iyi yansıttığını düşündüm hep.

Şişli Ermeni Mezarlığı’nın büyük yazara arzu ettiği cennet olmasını dileyerek bitireyim bu zor yazıyı. Öte tarafta çocukluğunun Hançepek’ine, babasının Heredan’ına kavuşsun, huzur ve güzellikler içinde dinlensin.

• 

 

GİRİŞ RESMİ:

Mıgırdiç Margosyan, fotoğraf: Murat Kartal