Küresel insan hakları bağlamında Türkiye

"İnsan Hakları konusunda Türkiye'de zaman zaman hatırı sayılır ilerlemeler olduysa da, ülkenin siyasi kültüründe hâkim olan otoriter, milliyetçi, ataerkil ve asimilasyoncu tavırların, devlet güvenliğini kişi özgürlüğü ve güvenliğinin üstünde tutan yaklaşımın, sol ideolojilere kapalılık ve komünizm korkusunun köklü reformları engellediğini ve insan hakları ihlallerinin devam ettiğini görüyoruz."

Bu yazı insan haklarının tarihsel gelişimini ve Türkiye’de uygulamalarını kısaca ele alarak bazı siyasi gelişmelerin insan hakları üzerindeki olumlu ve olumsuz etkilerini göstermek amacını taşımaktadır. Küresel ve Avrupa insan hakları rejimleri ile başlayan metin, Türkiye’deki siyasi gelişmeleri insan hakları konuları açısından 1920’lerden bu yana beş döneme bölerek değerlendirmektedir. Sonuç olarak Türkiye’de insan hakları yönünde önemli adımlar atılmakla birlikte, köklü reformların yapılamadığı ve uygulamanın yetersiz kaldığı belirtirken, bu durumu da öncelikle ülkenin siyasi kültüründe başat olan otoriter, milliyetçi, ataerkil ve asimilasyoncu tavırlar, devlet güvenliğini kişi özgürlüğü ve güvenliğinin üstünde tutan yaklaşım, sol ideolojilere kapalılık ve komünizm korkusu ile açıklayabiliriz.

Evrensel İnsan Hakları

İnsan hakları mücadelesi geniş anlamıyla insan onurunu koruma ve eşitlik mücadelesi olarak tanımlanırsa, insan haklarının tarihini insanlık tarihiyle eş tutabiliriz. Nitekim bugün “hak” olarak isimlendirdiğimiz bazı değerlerin geçmişte değişik medeniyet ve kültürlerin söylemlerinde yer aldığını görüyoruz. Ancak insan haklarının yaşamın her alanına giren, çok boyutlu bir şekilde ve insanların “sadece insan oldukları” için talep edilen haklar olarak tanımlanması yani evrensel olarak nitelendirilmesi 20. yüzyılın ortalarında gerçekleşmiştir. Haklar küresel ve bölgesel insan hakları rejimleri içinde hukuki destek kazanmıştır.

Küresel insan hakları rejimi Birleşmiş Milletler (BM) öncülüğünde gelişmiştir. BM kuruluş sözleşmesinde insan haklarının yükseltilmesini de amaçları arasına almış ve o yönde çalışmak üzere İnsan Hakları Komisyonu’nu oluşturmuştur. Komisyonun hazırladığı ve 1948 yılında BM Genel Kurulu’nda kabul edilen İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, BM’nin kuruluş sözleşmesinde adı geçen insan haklarının tanımını ve listesini sunmuştur. Komisyonun bu hakları üye devletlerin sorumluluklarını vurgulayan, bağlayıcı bir sözleşmede ele alma girişimi, soğuk savaşın kutuplaşmış ideolojik bölünmesi yönünde iki ayrı sözleşmeyle sonuçlanmıştır.Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşme ve Medeni ve Siyasi Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşme, 1966 yılında Genel Kurul’un onayına sunulmuştur. 1976’da yürürlüğe giren bu iki sözleşme ve İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi beraberce Uluslararası İnsan Hakları Temel Yasası olarak tanımlanır.

Bu Temel Yasa daha önceki insan hakları bildirgelerinden ve onların dayandığı felsefelerden farklı olarak “evrensellik” ilkesini tam anlamıyla benimsemiş, klasik liberalizmin doğal haklar kuramına dayanan ve oldukça kısıtlı olan insan hakları anlayışını aşarak çok daha radikal bir yaklaşım sunmuştur. Bu yaklaşımda insan hakları medeni ve siyasi hakların yanı sıra ekonomik, sosyal ve kültürel hakları da içerir. Haklar sadece devlete değil, tüm topluma karşı savunulan değerlerdir ve en önemlisi, insan haklarının temel amacı “insan onurunda eşitlik” sağlamaktır. Dolayısıyla “ayrımcılığa karşı olmak” Temel Yasa’nın temel ilkesidir; haklar kişilerin sahip olduğu “ırk, renk, cinsiyet, dil, din, siyasi veya diğer fikir, ulusal veya toplumsal köken, mülkiyet, doğuşta edinilen ve diğer konumları açısından bir fark gözetmeksizin”, herkes için eşit derecede geçerlidir.

Temel Yasa’nın sunduğu geniş insan hakları yelpazesi içinde yaşama hakkı, kişi güvenliği ve yasalar önünde eşitliği sağlama yönünde birtakım hakların yanı sıra düşünce, vicdan, konuşma, anlatım, basın, örgütlenme, seyahat, aile kurma gibi birçok özgürlük de yer alır. Ayrıca kişilerin kulluk, kölelik gibi durumlara zorlanamayacakları veya kötü muameleye, işkenceye ve haksız tutuklama ve hapis cezasına tabi tutulamayacağı belirtilir. Kişilerin bağımsız yargı, savunma, yurttaşlık, sığınma hakları vurgulanır. Siyasi haklar arasında seçme, seçilme ve yönetime katılma öne çıkar. Sosyal ve ekonomik haklar olarak beslenme, giyinme, konut, eğitim, sosyal güvenlik, sağlık ve kamu hizmetlerinden yararlanma, çalışma, onurlu yaşamaya elverişli ücret, dinlenme, sendika, toplu sözleşme ve grev hakları sıralanır. Kültürel haklar olarak hem kişinin kültürel ve bilimsel gelişmelerden yararlanma hakkı hem de herkesin kendi yarattığı bilim, edebiyat ve sanat ürünlerinden doğan maddi ve manevi çıkarlarının korunması hakkı tanınır. Bireysel hakların yanı sıra her iki Uluslararası Sözleşme de ayrıca halkların kendi kaderlerini tayin etme hakkına da yer verir.

Temel Yasa’da yer alan haklar daha sonra gelişme, barış ve çevre hakları tanınarak genişletilmiştir. BM hem bu yeni hakları içeren hem de kadın, çocuk, göçmen işçi gibi daha çok ezilen ve daha mağdur durumda olan grupların haklarını ele alan çeşitli bildirge ve sözleşmeler düzenlemeye devam etmiştir. Dahası, bu sözleşmelerin içerikleri, sözleşmeyi incelemek ve uygulamada taraf devletleri yönlendirmek üzere oluşturulmuş uzman komisyonların “genel önerileri” ile genişletilmektedir. Örneğin Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşme’nin uzman komisyonu sözleşmede geçmeyen “su hakkı”nın sözleşmenin ruhunda bulunduğunu belirterek su hakkının da uygulamada gözetilmesini istemiştir. Aynı şekilde, Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesine Dair Sözleşme (CEDAW) Komisyonu da kadına yönelik ve toplumsal cinsiyet temelli şiddeti CEDAW çerçevesine dayanarak ayrımcılık olarak tanımlamıştır. BM ayrıca, tanınan bu hak ve özgürlüklerin evrensel, birbirlerine bağımlı ve bölünmez olduklarını çeşitli toplantı ve sonuç bildirgelerinde dile getirmektedir.

Eleanor Roosevelt, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesini "Bütün insanlığın Magna Carta'sı olarak" tanımlamıştı. 

Ancak BM’nin oluşturduğu küresel insan hakları rejimi yaptırım açısından zayıf kalmıştır. Sözleşmelere taraf olan ülkelerin uygulamada yeterli olup olmadıkları, uzman komisyonlar tarafından ülkelerin sunduğu periyodik raporlar aracılığı ile denetlenmektedir. İhlaller için herhangi bir ceza öngörülmemiştir. Yaptırım olarak sadece devlet görevlilerinin ve kurumlarının yaptığı aşırı ve yoğun ihlal durumunda söz konusu ülkenin BM forumlarında veya özel raportörlerin raporlarında eleştirilerek mahcup duruma düşürülmesi söz konusudur. Hukuki olarak hak arama ve suçluların cezalandırılması, 2002 yılında çalışmaya başlayan Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin ele aldığı soykırım ve insanlığa karşı suçlar için geçerlidir.

BM’nin yanı sıra uluslararası bölgesel örgütler ve oluşumlar da benzeri bildirge ve sözleşmelerle bölgesel insan hakları rejimleri oluşturmuşlardır. Amerikan Devletleri Örgütü, Afrika Birliği ve Avrupa ülkeleri kendi insan hakları bildirge, sözleşme ve hatta mahkemeleriyle bölge ülkelerini kapsayan insan hakları rejimlerine sahiptir. Bugün kendine ait bir insan hakları rejimi olmayan bölgeler Orta Doğu ve Asya’dır. Bölgesel olmasa da kültürel anlamda bir bütünlük oluşturan Arap ve İslam ülkeleri de bazı insan hakları bildirgeleri düzenlemiştir, ancak bu bildirgelerin kadın hakları açısından eşitlikçi olmadığı, kadınların birçok alanda erkeğe bağımlı bırakıldığı saptanmıştır.[1]

Türkiye’nin de dahil olduğu Avrupa insan hakları rejimi yaptırım açısından en güçlü insan hakları rejimi olarak değerlendirilir. Ancak rejimin yaptırım gücü tüm insan hakları için aynı ölçüde değildir. BM’ye benzer bir biçimde Avrupa ülkeleri de insan haklarını medeni ve siyasi haklar ve soysal ve ekonomik haklar olarak ikiye ayırarak iki farklı sözleşme düzenlemiştir. Medeni ve siyasi hakları içeren İnsan Hakları ve Temel Özgürlüklerin Korunmasına İlişkin Avrupa Sözleşmesi, Avrupa Konseyi tarafından 1950’de kabul edilmiş ve 1953’te yürürlüğe girmiştir. Sosyal ve ekonomik hakları ele alan Avrupa Sosyal Şartı ise 1961’de onaylanmış ve 1965’te yürürlüğe girmiştir. Bu iki belge, kabul tarihleri arasında geçen zamandan da anlaşılacağı gibi, Avrupa insan hakları rejiminde tam anlamıyla eşit kılınmamıştır. Ülkelerin Sözleşme’ye taraf olabilmeleri için Sözleşme’yi bir bütün olarak kabul etmesi beklenirken, Sosyal Şart için 19 maddeden sadece 10’nun veya İkinci Bölüm’den sadece 45 paragrafın kabulü yeterli görülmüştür. Ayrıca Sözleşme’nin ihlali, devletler arası şikâyet ve kişisel başvuruları kabul eden Avrupa İnsan Hakları Komisyonu ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından denetlenmeye tabi tutulurken, Sosyal Şart için kuvvetli bir yaptırım ve ceza mekanizması oluşturulmamış, üye ülkelerin sadece değerlendirme ve tavsiyelerde bulunma yetkisi olan Bağımsız Uzmanlar Komitesi’ne periyodik rapor sunması yeterli görülmüştür.

Ancak 1990’larda Avrupa’da sosyal ve ekonomik haklar yararına bazı gelişmeler olduğunu inkâr edemeyiz. Örneğin 1995 Protokolü işçi sendikalarının ve insan hakları derneklerinin dilekçe verme hakkını tanıdı; 1996’da Sosyal Şart ek haklarla genişletildi; 2000’de ise 54 maddenin 6 bölümde toplandığı (onur, özgürlükler, eşitlik, dayanışma, vatandaşların hakları ve adalet) Avrupa Birliği Temel Haklar Şartı kabul edildi. Ayrıca bu Şart bioetik ve kişisel verilerin korunması gibi yeni konular da içerir. Avrupa Anayasası’nda yer alması beklenen Şart, Anayasa’nın kabul edilmemesi sonucu, onun yerine kabul edilen Lizbon Antlaşması tarafından desteklenmektedir.

Bu küresel ve bölgesel gelişmeler insan haklarının korunması açısından yeterli olmamakla birlikte, devletlere ve kişilere insan haklarını tanıma, gerçekleştirme ve koruma sorumlulukları yüklemeleri ve yeni kültürel değer ve normlar oluşturmaları açısından önemlidir. Bugün hemen hemen herkes insan haklarından yana olduğunu söylemek durumundadır ve insan haklarını destekliyor görünmek hükümetlere ve devletlere meşruiyet kazandırmaktadır. İnsan hakları yönünde mücadele eden gruplar uluslararası normların gelişmesine katkıda bulundukları gibi, insan haklarının kendi ülkelerinde gelişmesi ve korunması için uluslararası düzeyde kabul edilen sözleşmeleri hükümetlerine baskı aracı olarak kullanmaktadır.

Türkiye, BM merkezli küresel insan hakları rejimine BM’nin kurucu üyelerinden biri olarak en başından katılmış ve 1948’de Genel Kurul oylamasında İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’ni onaylamıştır. Avrupa Konseyi’ne 1949’da giren Türkiye, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne 1954’te taraf olmuştur. 1980’lerden itibaren her iki rejimin düzenlediği çeşitli sözleşmelere taraf olma hızını artırmıştır. 1987’de Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin (AİHM) yargı yetkisini tanımış, 2007’de Sosyal Şart’a taraf olmuştur.

Cumhuriyetin Kuruluşu ve Demokrasiye Geçişte İnsan Hakları (1920-1960)

Türkiye’de insan hakları söylem ve politikalarının, 1980’lere kadar Kemalist rejimin modernleşme projesine ve ülkenin toplumsal gelişim ve iç politika dengelerine göre belirlendiğini ve değiştiğini söyleyebiliriz. 1920’den 1946’ya kadar süren tek parti döneminde ulus-devlet oluşturma çabası içinde olan kurucu liderler özgürlüklere ve her anlamda çoğulculuğa şüpheyle bakarak, baskı ve şiddete dayanan, ezici ve asimilasyoncu politikalar izlemişlerdir.

Bu süreçte en önemli tehlike olarak Kürtler, Şeriatçı ve irtica kaynağı görülen Müslüman kesimler ve sol gruplar görülmüştür. Kürt ayaklanmaları katliama varan silahlı müdahale ve zorunlu göçle bastırılırken, diğer gruplar daha çok hukuki bir çerçeve kurarak bastırılmaya çalışılmıştır. 1920’de İstiklal Mahkemeleri’nin kurulması ile başlayan baskı süreci, 1925’te Takrir-i Sükûn Kanunu’nun çıkarılması ve 1926’da kabul edilen ve 1936’da değiştirilen Ceza Kanunu ile devam etmiştir. Bu Ceza Kanunu özellikle uzun süre yürürlükte kalacak ve çok kişinin hapis ve idam cezasına çarptırılmasına ve partilerin kapatılmasına zemin hazırlayacak 141., 142. ve 163. maddeleri açısından özellikle önemlidir. 141. ve 142. maddeler “bir zümrenin, diğerleri üzerinde tahakkümünü” amaçlayan, sınıf temelli ve özellikle işçi haklarını savunacak hareketleri yasaklamış ve o yönde yapılacak sözlü savunma ve propagandayı da suç saymıştır. 163. Madde ise “Devletin sosyal ve ekonomik veya siyasi veya hukuki düzenini dinî esaslara dayandırmayı” yasaklamıştır.

Gayrimüslim vatandaşlara “yabancı” muamelesi yapılırken, Müslüman nüfusun mezhep ve diğer farklılıkları yadsınmış, 1924’te kurulan ve 1965’te Diyanet İşleri Başkanlığı (DİB) adı verilen kurumun denetiminde Sünni İslam’ın ilke ve anlayışları “modern” yorumlarla, inançlı veya inançsız, aile kökeni Müslüman olan tüm “Müslümanlara” dayatılmıştır. Lozan Antlaşması’nın gereği olarak Ermeni, Rum ve Musevi vatandaşlara din, eğitim ve dil konularında bazı özgürlükler ve “azınlık” hakları tanınmışsa da, bu özgürlükler dili veya dini farklı olan diğer “azınlık”lara verilmemiş, tanınan üç azınlık grubu için ise uygulamada zayıf ve sınırlı kalmıştır. Zorunlu göç yöntemiyle Kürt isyanlarını bastırmak için 1934’te çıkarılan İskân Kanunu, Trakya’da gayrimüslim nüfusa karşı da kullanılmıştır. 1942’de çıkarılan Varlık Vergisi Kanunu gayrimüslim yurttaşlara farklı uygulanmış ve en ağır şekilde vergilendirme yolu ile bu nüfusun ekonomik gücünün zayıflatılması hedeflenmiştir.

6-7 Eylül 1955 olaylarında İstiklal Caddesi yağmalandıktan sonra tanklar geçerken…
Kaynak: 6-7 Eylül Olayları Fotoğraflar - Belgeler Fahri Çoker Arşivi /Tarih Vakfı Yayınları.

Ancak anayasal düzenlemeler ve bazı reformlar özellikle siyasi haklar yönünde zaman içinde gelişecek ilkeleri de içerir. 1921 Anayasası ilk maddesinde egemenliğin kaynağı olarak halkı göstermiş ve demokratik yönetime kapı aralamıştır. Eğitim için “hak” sözcüğü kullanılmamakla birlikte, 1923’te ücretsiz ilköğretim her iki cinsiyet için de zorunlu kılınmış ve 1924’te Anayasa’ya eklenmiştir.

1924 Anayasası laikleşme yönünde değişikliklere tabi olmuş ve 1937’de “Türkiye Devleti” laik olarak tanımlanmıştır. Ancak laiklik anlayışı dinlere karşı tarafsız ve eşit muamele ilkesini içermemiş, İslam dinine tanınan ayrıcalık ve İslam’ı homojen gören anlayışla, bir devlet kurumu olan DİB’in misyonu ve bütçesi gayrimüslim ve Alevi vatandaşları yadsıyarak, tamamıyla Müslüman vatandaşların dinî eğitimine ve ibadetine yönelik olmuştur.

1926’da yürürlüğe giren Medeni Kanun çokeşliliğin yasaklanması, evlilik için alt yaş sınırı konarak çocuk evliliklerinin engellenmeye çalışılması, belli alanlarda kadın ve erkeklerin yasal eşit olarak tanınması (örneğin mahkemelerde tanıklık, mülk edinme ve veraset hakkı), kocanın evliliği sadece “boş ol” diyerek tek taraflı bitirebilmesine son verilmesi, kadınlara kendi eşlerini seçme ve boşama hakkının tanınması ve boşanma sonrası annelik haklarının bir kısmının korunması, kadınların sosyal haklarının tanınması ve cinsiyet ayrımcılığını azaltmak açısından önemlidir. Ancak kanun kocayı evlilik birliğinin reisi ve temsilcisi olarak tanımak, ailenin geçimini sağlama yükümlülüğünü kocaya yüklemek, kadının ev dışında çalışmasını kocasının iznine tabi kılmak ve kadından kocasının soyadını almasını ve ev işlerini görev edinmesini beklemek gibi birçok ayrımcı hüküm de içeriyordu. Öte yandan, kadınların seçme ve seçilme hakları 1930’larda tanınmıştır.

1945’te tek parti rejiminden çok partili demokratik rejime geçerken örgütlenme, dernek kurma ve basın yayın özgürlüğü gibi haklar tanınmıştır. Ancak bu haklar 1950’lerde Demokrat Parti (DP) hükümetlerinin muhalefeti sindirme çabası içinde tekrar baskı ve kısıtlamalara maruz kalmıştır.

DP hükümetleri dine karşı yumuşama ve dinî grupların örgütlenmesine ılımlı bakma eğilimi göstermişse de, partinin bunu tam anlamda vicdan ve ibadet özgürlüğünü tanımaktan çok, tutucu dindar kesime hoş görünerek dinî tabanını genişletmek için kullandığını söyleyebiliriz. Örneğin 1948’de kurulmuş olan Millet Partisi 1953 yılında “dinî esasa dayanan” bir cemiyet olma suçlamasıyla kapatılmıştır. Ceza Kanunu’nun 141. maddesi ölüm cezası eklenerek ağırlaştırılmıştır. Yine DP hükümetinin 1951’de çıkarmış olduğu ve halk arasında “Atatürk’ü Koruma Kanunu” olarak bilinen kanun bir yandan Atatürk’ü tabulaştırırken, diğer yandan günümüze kadar eleştiri ve tartışma kültürünün gelişmesini engelleyen bir etki yaratmıştır. Türkçü ve asimilasyoncu siyasetler devam etmiş, özellikle gayrimüslimlere karşı halkı kışkırtıcı söylemler kullanılmış, 6-7 Eylül 1955’te Rum vatandaşların dükkân camlarının kırılması ve mallarının yağmalanması örneğinde olduğu gibi, şiddet devlet tarafından teşvik edilmiştir.

Bu bölümü bitirirken, Cumhuriyetin ilk yıllarında uygulamaya konan fakat uzun süre devam ettirilen ve etkilerinin hâlâ sürmekte olduğu azınlık ve asimilasyon politikalarını insan hakları açısından değerlendirmek, azınlık hakları konusunda bazı “genel” varsayımları da sorgulamamız açısından da yararlı olacaktır. Şöyle ki, genel olarak hoşgörü (tolerans) ve ayrımcılık karşıt kavramlar olarak düşünülür. Aynı şekilde, farklı kimliklerin tanınması ve asimilasyon da birbirinin karşıtı sayılır. Oysa Türkiye’de gayrimüslim ve Kürt vatandaşların deneyimlerine baktığımızda, bu sözcüklerin ve tanımladıkları davranışların karşıt olmadıklarını görüyoruz. Gayrimüslim vatandaşlara “tolerans” gösterilerek varlıkları ve kimlikleri tanınmış, dil, din ve eğitim konularında büyük ölçüde özgür bırakılmışlardır. Ancak aynı zamanda “yabancı” görülerek dışlanmış, bürokrasi ve siyasette yer alamamış, açıkça ayrımcı politikalara maruz kalmışlardır. Öte yandan Kürt vatandaşların varlıkları yadsınmış, etnik kimlikleri bastırılarak asimilasyona tabi tutulmuşlardır. Ancak asimilasyonu kabul ettikleri sürece de toplumsal ve siyasal katılımda ayrımcılık yaşamayarak en üst mevkilere kadar gelebilmişlerdir. Fakat bu iki yöntem de insan hakları ihlali içerir. Kuşkusuz, mecburi asimilasyon bir hak ihlalidir. Öte yandan, farklı olanların ve azınlık kimliklerinin sadece hoşgörü ile tanınması da gerçek anlamıyla bir tanıma değildir, yetersizdir. Kimliklerin tanınması “insan onurunu korumada” eşitlik ilkesiyle tüm vatandaşlara karşı eşit muameleyi gerçekleştirmediği sürece insan haklarına saygılı bir rejimden söz edemeyiz.

1961 Anayasası ve Uygulanması (1960-1980)

1960 Mayısı’nda gerçekleştirilen askerî darbe insan haklarını askıya almakla kalmamış, DP’nin önde gelen siyasetçilerini hızlı ve şaibeli bir yargı sürecinden geçirerek bazılarının idamla cezalandırılmasını sağlamıştır. Darbe ayrıca genel olarak sivillerin yetersiz ve yolsuzluğa açık olduğunu ve dolayısıyla askerin denetiminde olmaları gerektiğini öngören bir siyasi kültürün oluşmasına yol açmıştır. Fakat sivil yönetime geçerken düzenlenen yeni anayasa ile bazı olumlu adımlar atılmıştır.

1961 Anayasası Türkiye’de bugüne kadar kabul edilen en özgürlükçü anayasadır. Anayasanın başlangıç kısmında, amaçlar arasında “İnsan hak ve hürriyetlerini, milli dayanışmayı, sosyal adaleti, ferdin ve toplumun huzur ve refahını gerçekleştirmeyi ve teminat altına almayı mümkün kılacak demokratik hukuk devletini bütün hukuki ve sosyal temelleriyle kurmak” bulunur. İkinci madde “Türkiye Cumhuriyeti, insan haklarına ve başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, milli, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir” der. “Temel Hak ve Görevler” kısmında eşitlik ilkesi vurgulanarak hakların tüm alanlarda gerçekleşmesi için devletin yapıcı ve koruyucu görevleri belirtilir. Getirilebilecek kısıtlamaların hiçbir şekilde hakların ve özgürlüklerin özüne dokunamayacağı irdelenir. Evrensel insan haklarının tümü neredeyse tek tek sıralanır.

1961 Anayasası ayrıca insan haklarını koruma yönünde yardımcı olacak erkler arası ayrım ilkesini ve bu ilkeyi pekiştirecek Anayasa Mahkemesi gibi denetim mekanizmalarını da getirmiştir. Ancak bu anayasanın olumsuz diyebileceğimiz yönleri de vardır. Bunlar arasında, parlamentoya seçkinci diyebileceğim Senato’yu eklerken, darbeyi gerçekleştirmiş olan Milli Birlik Komitesi üyelerine Senato’da tabii üye olarak kontenjan ayrılarak ve Milli Güvenlik Kurulu oluşturularak askerî denetimin yasallaştırılması sayılabilir.

Bu eksikliklerine rağmen yeni anayasa Türkiye’de geçmişe göre özgürlükçü bir ortamın doğmasına yardımcı olmuş, işçi sendikaları, meslek dernekleri ve diğer sivil toplum kuruluşları toplumsal ve siyasal hayatta yer almaya başlamışlardır. Ancak hissedilmeye başlanan çok seslilik ve özellikle sosyal hakları hayata geçirme talepleri tutucu ve sağcı kesimleri rahatsız etmiştir. Özellikle 1960 ve 1970’lerin en büyük partisi konumuna gelmiş ve kendini “komünizme karşı bir siyasi teşekkül” olarak tanımlamış olan Adalet Partisi (AP) ve lideri Süleyman Demirel her fırsatta bu anayasanın Türkiye için lüks olduğunu belirterek hak ve özgürlüklerin sınırlanmasını savunmuş, sendikaların ekonomik kalkınmayı baltalayabileceklerini öne sürerek “sosyal hakların kötüye kullanılmasını önlemek” için önlemler alınması gerektiğini vurgulamıştır.

12 Mart’ın komutanları Başbakan Nihat Erim'le birlikte.

Bu önlemler 12 Mart 1971’de gerçekleşen askerî darbe ile getirilmiştir. Darbe ile yaygınlaştırılan sıkıyönetim uygulamaları özgürlükleri kısıtlamakla kalmayıp kişilerin tutuklanma ve yargı süreçlerindeki hakları da yok sayılmış, sendikalar ve öğrenci grupları baskı altına alınmış, gözaltında kötü muamele ve işkence yaygın uygulama haline gelmiştir. Dahası, 1971 ve 1973’te yapılan anayasa değişiklikleriyle haklar özleri zedelenecek şekilde kısıtlanmış, tutuklu ve savunma hakları göz ardı edilmiş, Sıkıyönetim Mahkemeleri’nin görev sürelerinin sıkıyönetimin kaldırılmasından sonra da devam etmesi sağlanmış ve Devlet Güvenlik Mahkemeleri oluşturulmuştur. Siyasi eylem ve kutuplaşmanın yoğunlaştığı bu dönemde AP hükümetleri sağcı grupların aşırı şiddet hareketlerine göz yumarken, Ceza Kanunu’nun 141. ve 142. maddeleri sol eğilimli aydınlara, gazetecilere, öğrencilere ve derneklere karşı kullanılmış, Anayasa’ya aykırı oldukları iddiasıyla bu maddelerin iptali için Anayasa Mahkemesi’ne başvuran Türkiye İşçi Partisi kapatılmıştır.

Soğuk savaşın en yoğun biçimde yaşandığı bu dönemde Türkiye’de insan hakları söylem ve uygulamalarının iki zıt yönde geliştiğini söyleyebiliriz. Bir yandan özgürlükler ve sosyal haklar gündeme gelmiş, diğer yandan devlet güvenliği ve kapitalist kalkınma planlarını her şeyin üstünde tutan siyasetçiler ve siyaseti güdümleyen ordu, halkın hak ve özgürlük taleplerini sisteme yönelik tehlike olarak görmüşlerdir. Bu çatışmalı dönem 1980’de Uluslararası Para Fonu’nun (IMF) empoze ettiği neo-liberal ekonomik politikalarla ve daha öncekilerine taş çıkartacak derecede sert ve acımasız olan bir askerî darbeyle son bulmuştur.

Darbe Rejiminden Reform Sürecine Geçiş (1980-2002)

12 Eylül 1980’de yapılan askerî darbe ile Türkiye Büyük Millet Meclisi feshedilmiş, tüm siyasi partiler kapatılarak mallarına el konmuş, parti liderleri sürgüne gönderilmiş, sendika ve derneklerin faaliyetleri durdurulmuş ve sıkıyönetim ilan edilmiştir. Üç yıl sürecek olan askerî yönetimin işlediği insan hakları ihlalleri geniş ve uzun bir “utanç bilançosu” oluşturmuştur.[2]

Askerî yönetim sivil yaşama geçerken de bazı önlemler almayı ihmal etmemiştir. Olumsuz etkilerinin uzun süre devam edeceği bu önlemler arasında en önemlisi 1982 Anayasası’dır. “İnsan hakları” ifadesini en sık kullanan bu “yasakçı” Anayasa hak ve özgürlükleri tanımak ve güvence altına almaktan çok, onların ne zaman ve nasıl kısıtlanacağını belirtmek amacıyla dile getirir. Ayrıca sivil yönetime geçtikten sonra darbe liderinin “seçilerek” Cumhurbaşkanlığı görevini sürdüreceği düşünülerek, yürütme erki özellikle Cumhurbaşkanı’nın görev alanı genişletilerek kayırılmış, atamalar aracılığıyla yürütmenin denetim gücü başta yargı olmak üzere diğer alanlarda ve üniversiteler gibi özerkliği korunması gereken kurumlar üzerinde artırılmıştır.

22 Eylül 1980 tarihli Newsweek dergisinin kapağı ve 8 Kasım 1982 tarihli Hürriyet gazetesinin ön sayfası.

Ancak sivil yaşama geçtikten kısa bir süre sonra değişik gruplar örgütlenerek belli hakları dile getirmeye ve savunmaya başlarmışlardır. İnsan Hakları Derneği ve İnsan Hakları Vakfı gibi devlet görevlilerinin işlediği insan hakları ihlallerine odaklı oluşumların yanı sıra kimlik politikasının öne çıktığını ve bu kapsamda özellikle Kürt milliyetçiliği, İslamcı siyaset ve kadın hareketinin önemli etkileri olduğunu görüyoruz.

Kürt milliyetçiliğinin silahlı mücadeleye dönüşmesi ve PKK ile Türk ordusu ve kolluk kuvvetleri arasında 1984’te başlayan silahlı çatışma ülkenin yaklaşık dörtte birini savaş alanına dönüştürmüş ve Olağanüstü Hal (OHAL) bölgesi ilan illerde devlet ve PKK terörü yarışarak insan haklarını yok saymış, ihlal etmiştir. On binlerce insan hayatını kaybetmiş, birçok köy yakılmış veya boşaltılmış, “faili meçhul” cinayetler ve “kaybolmalar” artmıştır. Ceza Kanunu ve 1991’de çıkarılan Terörle Mücadele Kanunu esnek yorumlanarak binlerce kişi terör eylemi veya teröre destek suçuyla gözaltına alınmış, işkence ve kötü muameleye maruz kalmış ve özellikle 1990’larda Türkiye gözaltında en çok gazetecisi olan ülke durumuna gelmiştir.

Cumhuriyetin ilk yıllarından beri laiklik ve modernleşme girişimlerine karşı olan dindar gruplar bazı ana akım partiler tarafından desteklenmiş, kendi partilerini kurabilmiş ve zaman zaman iktidara da ortak olmuştur. Fakat faaliyetleri zaman zaman Ceza Kanunu’nun 163. maddesine tabi tutularak kısıtlanmış ve kurdukları pek çok parti kapatılmıştır. 1980’lerde İslamcı hareketin, darbe yönetiminin üniversiteleri kontrol altına alma amacıyla kurduğu Yükseköğretim Kurulunun üniversitelerde kadın öğrencilerin başörtü takmasını yasaklayan kararına karşı protesto eylemleri ile öne çıktığını görüyoruz. Ancak İslamcı kadınlar, yine 1980’lerde oluşan kadın hareketinin de etkisiyle, başörtüsü yasağını aynı zamanda cinsel ayrımcılık olarak yeniden tanımlayarak kadınların eğitim ve istihdam hakkını ihlal ettiğini öne sürmüştür. Böylece kadınlar “laik” uygulamayı zorlarken, dinin geleneksel eril yorumlarını da eleştirerek gündeme getirmiştir.

Farklı görüşe ve ideolojiye sahip kadın gruplarından oluşan kadın hareketi kadınlara yönelik taciz ve şiddet, kadınların siyaset, ekonomi ve toplumsal yaşamda yeterince yer alamaması, kadınların üretim ve yeniden üretim emeğinin değerli görülmemesi, kapitalizm ve militarizm gibi birçok konuyu feminist kuramlar çerçevesinde sorgulayarak siyasi gündeme taşımıştır. Yasaların ve kurumların yeniden düzenlenmesi ve kadın haklarının uygulanması için çalışırken, parlamento ve hükümete baskı yönünde, özellikle BM’nin 1979’da kabul ettiği CEDAW’ı ve Avrupa Birliği’ni (AB) kullanmıştır.

Türkiye CEDAW’a, Turgut Özal hükümetinin neo-liberal ekonomik model içinde dış pazarlara açılma ve özellikle Avrupa ekonomisine eklemlenme çabası içinde, Avrupa ve küresel insan hakları rejimlerine katılımı da artırma yönünde, 1986’da taraf olmuştur. 1987’de yargı yetkisi tanınan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), Türkiye’deki hukukçuların zamanla artan başvuruları sonucu adeta bir üst mahkeme konumuna geçmiş ve en azından Türkiye’nin AB üyeliği yönünde ciddi çalışmalar yapıldığı sırada, AİHM kararları yeni yasaların içeriklerini saptamada işlevsel olmuştur.

1980’li ve 1990’lı yıllarda PKK ile savaş ve devlet güvenliğine verilen önem özgürlükleri kısıtlama yönünde, neo-liberal ekonomik politikaların uygulanmaya konması da sosyal ve ekonomik hakların gerilemesi yönünde olmuştur. Sendikalaşma oranının düşmesi ve sendikaların zayıflaması ile işçi hakları daha da gerilemiştir. Fakat diğer yandan insan haklarının kadın dernekleri ve diğer sivil toplum kuruluşları tarafından savunulması ve AB üyeliğine resmî başvuru çerçevesinde yapılan çalışmalar zaman zaman olumlu atılımlara olanak sağlamıştır. BM’nin 1995-2004 yıllarını “İnsan Hakları Eğitimi On Yılı” ilan etmesi Türkiye’de de hem okullarda hem de devlet kurumlarında insan hakları eğitiminin başlatılmasına yol açmıştır. AB üyeliği girişimi özellikle 1990’ların sonundan itibaren Türkiye’nin bir reform sürecine girmesine neden olmuştur. Son Ecevit hükümeti döneminde idam cezası kaldırılmış, Anayasa’da yapılan değişikliklerle eşitlik ilkesi güçlendirilmiş, meclisten geçen reform paketleri kapsamında toplumsal cinsiyet eşitliğini gözeten yeni bir Medeni Kanun kabul edilmiş, işkence ve kötü muameleyi önleyici tedbirler alınmış ve yargı ve savunma haklarına saygı nispeten artmıştır.

AKP’nin Reform Dönemi (2002-2007)

2002 seçimlerinde almış olduğu yüksek oy oranı sayesinde tek başına iktidara gelen Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) seçim başarılarını daha sonraki yıllarda da sürdürerek ülkeyi aralıksız olarak uzun bir süre tek başına yönetme ayrıcalığına sahip olmuştur. 2001’de kurulan AKP önceki yıllarda kurulmuş olan din ağırlıklı partilerin yaşamış olduğu baskı ve kapatmalar nedeniyle kendini mağdur durumda görerek özgürlük ve insan hakları ağırlıklı bir program önermiştir. Nitekim AKP hükümetleri 1990’ların sonunda başlatılmış olan reform sürecini en azından 2007 yılına kadar devam ettirmişlerdir.

2004’te kabul edilen, göreli olarak daha özgürlükçü yeni Ceza Kanunu, Anayasa’nın 90. maddesinde “Usulüne göre yürürlüğe konmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası antlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası antlaşma hükümleri esas alınır” ibaresinin yer alması, gayrimüslim cemaatlerin mülkiyet haklarına ilişkin düzenlemeler yapılması, Kürtçe yayınlara getirilmiş olan yasağın kaldırılarak dil özgürlüğüne kapı aralanması bu süre içinde atılan olumlu adımlar arasında sayılabilir.

Ancak bu reform sürecinde de bile Ceza Kanunu’nun “Türklüğü, Cumhuriyeti veya Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni” aşağılamayı suç sayan 301. maddesi özellikle tarihi sorgulama ve azınlık haklarını koruma girişimlerine karşı sıkça kullanılmış, Kürt kökenli siyasetçilerin taciz ve kovuşturmaya tabi tutulmaları devam etmiştir. “Vicdani ret” hakkı gibi anti-militarist kavramlar yadsınmıştır.

Bu noktada AB’nin Türkiye’de insan hakları reform ve uygulamasına etkisini değerlendirmek önemlidir. Özet olarak AB’nin etkisinin medeni ve siyasi hakların tanınması ve korunması yönünde olumlu olduğu, fakat ekonomik ve sosyal haklar açısından farklı olduğunu söylenebilir. Bu ikili sonuç, yani medeni ve siyasi haklarda düzelme görülürken sosyal ve ekonomik hakların yerinde sayması ya da gerilemesi, bir ölçüde Avrupa insan hakları rejiminin kendi yapısından, yani özgürlük ve siyasi hakları ele alan Sözleşme ile sosyal ve ekonomik hakları kapsayan Sosyal Şart’ın aynı ağırlık ve yaptırım gücüne sahip olmamasından kaynaklanmaktadır. Ayrıca Avrupa ülkeleri 1980’lerden beri neo-liberal ekonomik politikalara yönelerek refah devleti ilkelerinden ödün vermeye başlamışlardır. AB’nin üyelik şartı olarak 1993’te oluşturduğu Kopenhag Kriterleri’nin ekonomiye yönelik olanları ve bu bağlamda izlenen siyasalar IMF reçetelerinin hemen hemen aynısı olduğu için, Türkiye’nin AB üyeliği için geliştirdiği Ulusal Program güçlü kamu sektörüne dayanan refah devleti yerine hemen hemen her alanda özelleştirmeyi savunan, rekabeti artırma amacı ile işçilerin işe alınma ve çıkarılmalarında “esneklik” tanıyan ve temelde işçi haklarını ve sosyal hizmet ve güvenceleri daraltan neo-liberal ekonomik politikaları öngörmektedir. 1980’lerden beri Türkiye’de her hükümetin ister istemez uyguladığı bu ekonomik politikalar AKP hükümetleri tarafından tam anlamıyla benimsenerek uygulanmıştır.

AKP’nin Otoriterleşmesi ve Tek Adam Yönetimi (2007 sonrası)

2007’den sonra ise bir taraftan AB’nin Türkiye’nin üyeliğine gittikçe soğuklaşan tavrı, diğer taraftan AKP’nin özgüveninin artması sonucunda AKP hükümetleri gittikçe otoriterleşen ve hukuk ilkelerinden ödün veren bir yaklaşım sergilemeye başlamışlardır.

Ergenekon ve Balyoz davaları olarak bilinen ve üst rütbeli subaylar da dahil olmak üzere Türk Silahlı Kuvvetleri içinde bazı kişilerin hükümete karşı çeşitli darbe girişimleriyle suçlandığı davalar AKP iktidarının otoriterleşme sürecinde bir dönüm noktası oluşturmuşlardır. Uydurulmuş delillere dayandığı sonradan ortaya çıkan bu davalar Türkiye siyasetinde 1960’lardan beri süregelen askerî vesayetten şikâyet eden bazı ilerici kesimler tarafından da siyasetin “sivilleştirilmesi” olarak görülerek desteklenmiştir. Ancak iddiaların birçoğunun asılsızlığının yanı sıra, suçlananların tutuklanma ve yargılanma yöntemleri başlı başına insan hakları ihlali olmakla kalmayıp ülkenin hukuk düzeninin meşruiyetini ve saygınlığını temelden sarsmıştır. 2010 yılında bir referandumla kabul edilen anayasa reform paketi insan hakları açısından bazı olumlu maddeler içermekle birlikte, yürütmenin yargı üzerinde etki ve denetimini artıracak maddelerle yargının bağımsızlığını daha çok zedeleme yoluna gitmiştir.

2011 genel seçimlerinden yine başarıyla çıkan AKP’nin artık başat parti olmakla yetinmeyip ülke çapında siyasal, toplumsal ve kültürel hegemonya kurma çabası içine girdiği söylenebilir. Dolayısıyla özgürlükçü söylemden hem muhaliflerini baskı altında tutma ve sindirme yönünde hem de kültürel alanda kendi dindar muhafazakâr değerlerini halka dayatma yönünde değişik baskı yöntemlerine geçilmiştir. Peş peşe çıkarılan torba yasalarla yürütmenin yetkisi artırılmış ve özgürlükler kısıtlanmıştır. Türkiye yine uluslararası sıralamalarda gözaltında en çok gazetecisi olan ülke konumuna gelmiş, hapsedilmeyen gazeteciler patronlarına yapılan baskılarla işten attırılmış veya Cumhurbaşkanı’na hakaret davaları ile sindirilmeye çalışılmıştır.

Kadınların toplumsal konumu ve kadın hakları konusunda hep ikircikli olan AKP gittikçe artan bir biçimde kadınların doğurganlığını vurgulayan, ana görevlerinin annelik ve asal mekânlarının ev olduğu anlayışını savunan ve geleneksel ataerkil aile yapısını yücelten bir söylem benimsemiş, bu söylem homofobik söylemler de katılarak DİB ve 2013 sonlarına kadar AKP’nin müttefiki olan Gülen cemaatinin düzenlendiği konferanslarla yaygınlaştırılmıştır.

2013 baharında çevreci bir hareket olarak İstanbul’da başlayan Gezi Parkı protestoları hükümetin duyarsızlığı ve şiddet kullanması üzerine AKP’nin ve Erdoğan’ın dayatıcı politikalarına karşı ülke çapında bir harekete dönüşmüştür. Silahsız, barışçıl ve çoğunluğu gençlerden oluşan bu hareket devlet güçleri tarafından aşırı şiddetle bastırılmış, sosyal medya araçları üzerinde devlet baskısı ve kısıtlamalar artmıştır.

2013'teki Gezi eylemlerinden. Polisin gazlı saldırısı.

2013 Aralık ayında Gülen cemaatinin güdümünde olan savcılık ve emniyet görevlilerinin bazı AKP bakanlarını ve bakanların oğullarını yolsuzlukla suçlaması, Erdoğan’ın kendisinin de yolsuzluğa bulaştığını ima eden ve basın mensuplarına direktifler veren ses kayıtlarının internet üstünden yayınlaması sonucu hükümet Gülen cemaatini darbe girişimiyle suçlamış ve terörist örgüt ilan etmiştir. Cemaat üyesi olmayan muhalif kişi ve gruplar da Gülenci olarak yaftalanarak kovuşturmaya tabi tutulmuştur.

7 Haziran 2015 seçimi öncesinde,  Kürt milliyetçilerinin ağırlıklı olduğu Halkların Demokrasi Partisi’nin (HDP) seçim barajını aşarak parlamentoya girmesi ve dolayısıyla da AKP’nin tek başına iktidar olmasını engellemesi olasılığını ortadan kaldırmak amacıyla “Kürt sorununu çözmek” için yapılan açılımlar ve “çözüm süreci” askıya alınmış ve HDP’ye karşı sert bir kampanya başlatılmıştır. 7 Haziran seçiminde HDP’nin barajı aşmasının ardından PKK ile çatışma tekrar başlatılmış, PKK’nın etkin olduğu ilçelerde günlerce sokağa çıkma yasağı konarak OHAL durumu yaratılmış ve bölge halkının eğitim ve sağlık hizmetlerine ulaşımı dahil birçok hakları ihlal edilmiştir. Yaratılan korku ve baskı ortamında gerçekleşen 1 Kasım 2015 seçimi sonrası AKP tekrar tek başına iktidara gelmiştir. Yeni AKP hükümetinin devam ettirdiği OHAL yönetimini ve uygulanan şiddeti kınayan “Barış Akademisyenleri” terörizm destekçisi ilan edilip soruşturmaya tabi tutulmakla kalınmamış, işlerinden çıkartılarak ekonomik hakları da ihlal edilmiştir.

2016 Temmuzu’nda yapılan ve Gülen cemaatine mal edilen darbe girişimi Erdoğan tarafından “Allah’ın bir lütfu” olarak tanımlanmış ve OHAL ilan edilerek her türlü muhalefet üzerinde baskıyı artırmakla kalınmamış, kanun hükmünde kararnamelerle her alanda parlamento denetimine tabi olmayan keyfi yasalar çıkabilmiştir. Yine cemaate yakın olarak bilinen medya kuruluşlarının yönetimine el konmuştur.

15 Temmuz 2015'te Boğaz Köprüsünün bir kısmını kapatmış askerler. 

Hukukun hiçe sayıldığı keyfi tek adam yönetimi AKP’nin oylarının düşmesine yol açarken, AKP mizojinik ve homofobik tarikatlara ve gerici dindar gruplara sarılmış, onların talepleri yönünde politika ve yasalar önermeye başlamıştır. Zaten kadın-erkek eşitliğini açıkça reddeden Erdoğan kadınların nafaka haklarından kürtaj haklarına uzanan bir dizi kazanılmış haklarını kısıtlamaya girişmiştir. Çocuk yaşta evliliği meşrulaştıracak af yasası çıkarma önerisiyle çocukları tecavüzcüleriyle evlenmeye ve yaşamaya zorlamayı uygun görebilmektedir.

Son olarak, Avrupa Konseyi’nin İstanbul’da 2011’de imzaya açılan ve kısaca İstanbul Sözleşmesi olarak bilinen kadın ve çocuklara yönelik ve toplumsal cinsiyet temelli, aile içi şiddet dahil her türlü şiddeti önlemeye yönelik Sözleşme, Anayasa’ya aykırı bir şekilde Cumhurbaşkanı tarafından Türkiye için feshedilmiştir. Kadın dernekleri, barolar, muhalefet partileri ve bazı bireylerin Danıştay’a götürdüğü feshin iptal edilmesi yönündeki girişim, Danıştay’ın Cumhurbaşkanı yararına aldığı kararla sonuçsuz kalmıştır ve Türkiye 1 Temmuz 2021 itibariyle İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmiş bulunmaktadır. Bu çekilme kararı Erdoğan ve hükümetinin AİHM kararlarını göz ardı etmesiyle başlamış olan, Türkiye’nin uluslararası insan hakları ilkeleri ve hukukundan uzaklaşma sürecinin ivme kazanması anlamındadır. Dolayısıyla hem Türkiye’nin geleceği hem de Avrupa ve küresel insan hakları rejimlerinin güçsüzleştirilmesi açısından kaygılandırıcıdır.

Değerlendirme ve Öneriler

Tarihsel bir değerlendirme yaparsak, Türkiye’de insan haklarının zikzaklı bir gelişme gösterdiğini söyleyebiliriz. Zaman zaman hatırı sayılır ilerlemeler olduysa da, ülkenin siyasi kültüründe hâkim olan otoriter, milliyetçi, ataerkil ve asimilasyoncu tavırların, devlet güvenliğini kişi özgürlüğü ve güvenliğinin üstünde tutan yaklaşımın, sol ideolojilere kapalılık ve komünizm korkusunun köklü reformları engellediğini ve insan hakları ihlallerinin devam ettiğini görüyoruz. En yoğun reform hareketinin görüldüğü 1998-2007 döneminde bile insan hakları alanındaki düzelmeler çoğunlukla yasal düzenlemeler düzeyinde kalmış, uygulamaya yansımamıştır. Üstelik bu yasal düzenlemeler de yeterince kapsamlı olmamıştır. Uygulamadaki bazı problemler bürokratik ve kültürel direnmeye atfedilse bile, siyasi liderlerin ve hükümetlerin özgürlük anlayışları genel olarak yüzeysel ve sığ kalmış, düzenlemelerin birçoğu temelde AB’ye üyelik amacıyla yapılmıştır. Neo-liberal ekonomik politikaların uygulanmasıyla sosyal ve ekonomik haklar göz ardı edilmiş ve hatta gerilemiştir.

Güç koşullarda oluşan insan hakları hareketi de halk tarafından fazla benimsenmemiş, ayrıca kadın, çevre ve işçi hakları gibi değişik alanlarda çalışan dernek ve gruplar birbirlerinden ayrı ve kopuk kalmıştır. Ülkenin getirilmiş olduğu savaş ve baskı ortamından tek çıkış, herhangi bir yönüyle insan haklarını savunmayı amaçlamış dernek ve grupların, sendikaların ve muhalefet partilerinin dayanışma içinde, iktidara karşı hak, adalet ve demokrasi temelli bir platform etrafında birleşmesiyle olabilir.

 

NOTLAR: 


[1] Ann Elizabeth Mayer, Islam and Human Rights: Tradition and Politics, 5. baskı, (Boulder, CO: Westview, 2013).

[2] Bkz. “İşte 12 Eylül darbesinin kanlı bilançosu”, T24 (Erişim tarihi: 25 Kasım 2015).

 

EDİTÖRÜN NOTU:


Bu makale Zehra Kabasakal Arat tarafından 2016’da yayınlamış olan “İnsan Hakları ve Türkiye” başlıklı makalesi kısaltılarak ve güncelleştirilerek hazırlanmıştır. Bkz. Türkiye’de Siyasal Yaşam: Dün, Bugün, Yarın, derleyen Mehmet Kabasakal, Istanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi, s. 373-398.