Kayıp hatıralar korosu

"Mengiste başka bir türe ait olduğu sanılan koroyu çağdaş romana çok güzel taşıyarak kendi anlatısına o çoksesliliği vermeyi başarmış. Aynı Yunan tragedyalarındaki gibi, Mengiste’nin romanında da koro bazen Hirut’u sakinleştiriyor, bazen Hirut’un öfkesini kızıştırıyor, bazense ona ne yapması gerektiğini öğütlüyor."

Borges, geçtiğimiz yüzyıl yaşadığımız iki dünya savaşının ardından bir epik yazamadığımızı söylemişti. Bir edebi form olarak epik belki çoktan yok olup gitti fakat hâlâ dünyayı savaşsız düşünmek mümkün değil. Bu sebeple tam da Rusya’nın Ukrayna’yı işgal ettiği günlerde, 1935’te İtalya’nın Etiyopya’yı işgalini anlatan bir savaş romanı okumayı garipsemiyorum. Savaşlar başlıyor, savaşlar bitiyor; o savaşların ardından epik destanlar değilse bile romanlar yazıyoruz; ve büyük yazarların büyük savaşlara dair büyük romanlarından şu basit gerçeği öğreniyoruz: Aslında savaş hiç sona ermiyor.

Savaşlar sona ermiyor ve Crane’in, Hemingway’in, Remarque’ın, Jünger’in, Ibañez’in, Malraux’nun savaş anlatılarında hiçbir şey değişmiyor gibi görünüyor. Fakat bir süredir değişen bir şey var. Svetlana Aleksiyeviç’in Kadın Yok Savaşın Yüzünde’sinden beri savaşta olan biten her şeyi erkek sesinden ve erkek tasavvurlarından dinlemeye mahkûm değiliz. Kadının bedeninin, ruhunun, gözlerinin ve kelimelerinin şekillendirdiği bir savaş anlatısında, kadın savaşının kendine has renkleri, kokusu ve hissiyatı olduğuna da şahit oluyoruz. Aleksiyeviç’in Afrikalı bir kız kardeşi olan Etiyopya asıllı Amerikalı Maaza Mengiste de ikinci romanı Gölge Kral’da erkeklerin yanında savaşan ve neredeyse unutulmaya yüz tutan Etiyopyalı kadınların hikâyesini anlatıyor.

Roman “Başlangıç, Bekleyiş” bölümüyle açılıyor. 1974 yılında Addis Ababa’da tren istasyonun bir köşesinde elindeki kutuyla buluşmak için Ettore’yi bekleyen Hirut ile böyle tanışıyoruz. Hirut sokaktaki protesto seslerinin, yaklaşan devrimin gürültüsü arasında kırk sene öncesini, İtalyan ordusunun işgalini, savaşı ve direnişi düşünüp hatırlıyor. Elindeki kutunun içinde dirilmeye can atan ölülerin kıpırtısını işitiyor:

“Ölülerin yükselen seslerini duyabiliyordu: Duysunlar sesimizi. Hatırlasınlar bizi. Tanısınlar bizi. Yasımız tutulana dek huzura kavuşmayacağız, diyorlardı. Hirut kutuyu açtı.” (s. 17).

Hirut’un kutuyu açmasıyla roman başlıyor ve bu kısacık girişte bölük pörçük zihnimize yer eden isimler, olaylar ve hatıralar yavaş yavaş yerlerini bulup bir bütünlük kazanıyor. “İşgal”, “Direniş”, “Dönüşler” ve “Son Buluşmalar” adlı dört ana kısımdan oluşan romanda “Ara”, “Fotoğraf” ve “Koro” gibi ara bölümler de var. Bütün bu ayrıntılı bölümlemenin arkasında senfonik bir roman inşa etmeye yönelik müthiş bir mühendislik becerisi yatıyor. Mengiste, yazarının dağınık ve parçalı anlatımı nedeniyle romanın hikâyesine bir türlü giremeyen –ve bunu kesinlikle romanın defosu olarak gören– ortalama okurun kendisine yönelteceği bütün suçlamalara kulaklarını tıkayıp işini bildiği gibi yapan, cesur bir yazar. Tıpkı bir senfonideki gibi farklı enstrümanların farklı ezgilerinin uyumunun keyfine varabilmek için müzikseverlerin kulaklarını nasıl terbiye etmeleri gerekirse, Mengiste gibi yazarların çok sesli anlatılarına nüfuz edecek okurların da zihinlerini öyle terbiye etmeleri gerekir. Bütün o parçalı anlatım, esasında olup bitenlerin farklı karakterlerin farklı perspektiflerinde yeniden dillendirilmesinden kaynaklanıyor. Ortada bir şeyi anlatmayı beceremediği için hikâyesini bir oradan bir buradan anlatan amatör bir yazar yok. Aksine, karşımızda kakofoniye düşmeden senfonik bir anlatı kurgulamayı başarmış hakiki bir yazar var.

Hiç kuşkusuz, romanın iki başkahramanı var: Hirut ve Ettore. Fakat geri kalan kahramanların yan karakter veya figüran olduğunu söylemek de mümkün değil. Shakespeare oyunlarından veya Tolstoy’un Hacı Murat gibi romanlarından aşina olduğumuz bir karakter geçit resmine şahit oluyoruz. Bütün o parçalı anlatımın nihayetinde bir bütünlük meydana getirmesinde bu karakter festivalinin rolü büyük: Kidane, Aster, Aşçı, Berhe, Aklilu, Seifu, Kral Haile Selassie, “Gölge Kral” Minim, Albay Carlo Fucelli, Fifi (aslında Faven ve Ferres), sadık ascaro İbrahim, Dawit ve Hailu ve dahası, o çok sesli anlatının icrasında kendi ezgilerini seslendiriyorlar. Ve çok daha iyisi, bütün bu anlatıya her “Ara”da İmparator Haile Selassie’nin dinlediği Giuseppe Verdi’nin Aida operası eşlik ediyor. Kabul edelim ki bütün bu renkler ve sesler hakikaten romana büyük bir ustalıkla nakşedilmiş.

3 Ekim 1935 tarihinde başlayan İtalya’nın Etiyopya işgalini, Mengiste doğrudan anlatmıyor. Aksine, öncesinde hem öksüz hem de yetim olan Hirut’un, Kidane ve Aster’in malikânesindeki hizmetçilik günlerini uzun uzun anlatıyor. Aster’in kocası Kidane’yi bu hizmetçi kızdan kıskandığı öfke krizleri; Hirut’un hırsızlığı, çaldığı değersiz ıvır zıvırı gizlice toprağa gömmesi, yakalanması ve kırbaçlanması; Kidane’nin kardeşim dediği Getey’in kızı Hirut’a duyduğu şehvet; Hirut’un, Adua’da İtalyanlarla savaşan babası Fasil’den kendisine yadigâr kalan tüfeğin peşine düşmesi; Aster’in küçük bir kızken zorla evlendirildiği Kidane’yle birlikte olduğu (ve Mengiste’nin bütün o telaşsız anlatımına rağmen basbayağı bir tecavüz olan) ilk geceleri; ve bunun gibi daha pek çok hadise, İtalyan işgalinin kendini söylentilerle ve gazete haberleriyle yavaş yavaş duyurmasıyla harmanlanarak anlatılıyor. Aster ile Hirut’un gerginlik, korku ve telaşlarında bütün bir ülkenin kaygılarına da şahitlik ediyoruz.

Sonrasında işgal başlıyor. Kidane ve adamları dağa çıktıklarında, Aster’in başı çektiği kadınlar da onları yalnız bırakmıyor ve kendilerine tarihsel olarak biçilen rolle yetinmek istemeyerek birer savaşçı oluyorlar. İmparator ülkeyi terk ediyor. İtalyanlar direnişi kırmak için her geçen gün daha da gaddarlaşıyor. Bütün bu savaş ve işkence sahnelerinde Mengiste olayları ve karakterleri oldukları gibi, gri bir tonda, iyi ve kötü yanları, erdemleri ve rezillikleriyle anlatmayı tercih ediyor. Kendisini kolay kolay hiçbir karakterle özdeşleştiremeyeceği için ortalama okur açısından yine büyük bir problem. Çünkü Mengiste bize basitçe iyi ve kötü, cesur ve korkak kahramanlar sunmuyor. Hirut’un hem mağdur hem katil, hem hırsız hem affedici, hem cesur hem de (Beniam’ı savaş alanında bırakıp kaçan bir) korkak olması gibi, neredeyse bütün karakterler yer yer bize onları hem sevmemiz hem de onlardan nefret etmemiz için gayet iyi sebepler veriyorlar.

Romanın içine ustalıkla yedirilmiş pek çok tema var. Bunların en önde geleni kuşkusuz, savaşta erkekler kadar kelle koltukta savaşıp hayatlarını tehlikeye atan, ancak yıllar sonra söylenen savaş şarkılarında veya anlatılan savaş hikâyelerinde adları geçmeyen kadınların sesini duymak ve duyurmak. Fakat Kidane’nin kaybettiği küçük oğlu; Ettore’nin hiç tanıyamadığı, hatta kendisine lâyık bir evlat olamadığı için karşısında vicdan azabı çektiği ve Hamlet gibi sürekli zihninde sesini işittiği babası Leo Navarra; İmparator Haile Selassie’nin zorla evlendirdiği için kendini ölümünden mesul tuttuğu kızı Zenebwork; Hirut’un silah kullanmayı öğrendiği babası Fasil; fotoğrafçı asker Ettore’ye karşı babalık duyguları besleyen Albay Fucelli; ölen oğlu Tariku’nun intikamını almak için Albay Fucelli’yi öldüren Seifu ve eski mavzerindeki çentikleri gösterip “Bunlar babasız bıraktığım çocuklar” diyen Kidane’nin babasında karşımıza çıkan bütün bu “baba-oğul” ve “oğul-baba” ilişkileri, hatta daha da genel bir ifadeyle “baba-çocuk” ilişkileri romanın içinde sürekli önümüze çıkarılarak didikleniyor.

Derinlere itilmiş bir başka tema ise Etiyopya gibi azgelişmiş ülke halklarının değişmeyen kaderine dair. Başka pek çok yerde yaşanan bu açmazda azgelişmiş ülke halklarını bekleyen öyle bir tercih ki, aşağı tükürseniz sakal yukarı tükürseniz bıyık. Hirut’un durumunda size ya Albay Fucelli gibi emperyalist güçler gelip tecavüz edecek yahut da sizi emperyalist güçlerden kurtaran yerli ve milli despotunuz Kidane. Tecavüze uğradıktan sonra tecavüzcünüzün yabancı veya yerli olması ne fark eder! Sizi düşmanlarınızın soymasıyla ulusal kahramanlarınızın soyması arasında hakikaten anlamlı bir fark var mıdır! Bunu en iyi, 5 Mayıs 1941’de ülkesine döndüğünde alkışlarla ve tezahüratlarla karşılanan Haile Selassie, daha sonra 1974’te sarayının duvarlarının ötesinden yükselen “Leyba! Leyba! Hırsız! Hırsız!” seslerini işittiğinde anlayacaktır. İtalyanlarla savaşırken kahraman ve vatansever olanlar, ülke işgalden kurtulduğunda despot ve hırsıza dönüşebilirler.

Bu arada romanın sonunda Haile Selassie eski püskü kıyafetlere bürünüp sarayından kaçarken, kendisinin yokluğunda “Gölge Kral” olan Minim’in “gölgesi”ne dönüşür. Aslında Mengiste çok ince bir ironiyle (Amharcada “hiç” anlamına gelen “minim”i kullanarak) bize bir zamanlar herkesin her şeyi olan bir adamın şimdi bir hiç olduğunu anlatır.

Son olarak Gölge Kral hakkında vurgulanması gereken şeyse, Maaza Mengiste’nin bir yazar olarak yeni bir form arayışına girdiği ve roman dediğimiz türe eski Yunan tragedyalarından aşina olduğumuz “koro”yu taşıyarak yeni imkânlar sunduğudur. Eski Yunan tiyatrosunda koro, bildiğimiz üzere, oyunun bir kişisidir. Olayları dışarıdan gözler, yorumlar yapar, taraf tutar, olayları tartışır, başka karakterleri kışkırtır, oyunun geçtiği yeri ve zamanı belirler. Mengiste başka bir türe ait olduğu sanılan koroyu çağdaş romana çok güzel taşıyarak kendi anlatısına o çoksesliliği vermeyi başarmış. Aynı Yunan tragedyalarındaki gibi, Mengiste’nin romanında da koro bazen Hirut’u sakinleştiriyor, bazen Hirut’un öfkesini kızıştırıyor, bazense ona ne yapması gerektiğini öğütlüyor.

Aslında Etiyopyalı Hirut’un İtalyan ve erkek muadili olan Ettore de tıpkı Hirut’un çaldığı ıvır zıvırı gömmesi gibi, içinde çektiği fotoğrafların ve yazıp göndermediği mektupların bulunduğu kutuyu toprağa gömüyor. Roman daha önce de söylediğim gibi, kırk sene sonra bu kutunun açılmasıyla başlıyor. İşte Mengiste’nin icat ettiği koro bu kutuya hapsedilip unutulmuş ölülerin veya ölmeye ve unutulmaya mahkûm edilmişlerin seslerinden oluşuyor. Dirilmek isteyen ölüleri ve hatırlanmak arzusundaki unutulmuşları “koro” olarak senfonik bir anlatıya dahil etmek hakikaten saygı duyulası bir edebi buluş!

Maaza Mengiste’nin bir romancı ve deneme yazarı olduğu kadar bir fotoğrafçı olduğunu da hatırlarsak, o çoksesli yapının inşasında koro kadar fotoğrafın da ne kadar büyük bir vazife ifa ettiğini daha iyi anlayabiliriz. Belli ki Mengiste’nin fotoğrafçılığı hem Ettore gibi bir fotoğrafçı karakter yaratmakta hem de “fotoğraf”ı romanında bir ara bölüm olarak kullanmasında çok işine yaramış.

Hakkında daha pek çok şey söylenebilecek bu romanı çok sevdim. Sanıyorum çağdaş romanın yeni form arayışlarını merak eden her okur da bu romanı sevecektir. Maaza Mengiste yaratıcı, temellük yeteneğine sahip, cesur ve buluş yapma özelliği olan bir yazar. Kendisine şapka çıkarıyorum.

•