Kadınların ışığı hiç sönmesin!

Öncü Kadınlar, Bir Direnişin Hikâyesi, tarih çizgisinde küçük ileri geri gidişlerle, kadınların gerçek öyküsünü kurgu bir karakter olan hizmetçi Sally üzerinden anlatıyor

24 Ağustos 2017 14:00

Geçtiğimiz yüzyılın ilk yıllarında, İngiltere’de kadınlara oy hakkı verilmesi konusunda kadın hareketinin başladığı yıllarda, Trieste’de bir bebek dünyaya gelir. Bebeğin adı Lucia’dır. Yani Latince kökeniyle ışık anlamında bir isim verilmiştir ona. Ve babası da ondan her zaman “ışık kaynağı” olarak söz edecektir. Babasının başyapıtlarından Finnegan’ın Vahı’ndaki gökkuşağı kız Issy’dir o. Bir mektubunda ise şimşek çakmasına benzer bir zihni olduğundan söz edecektir baba, “Kızım, fantastik bir yaratık!”

Öncü Kadınlar/ Bir Direnişin Hikâyesi, Mary & Bryan Talbot, Çeviri: Damla Kellecioğlu, Desen YayınlarıO ünlü baba James Joyce’dur ve ışık kaynağı olarak görülen kızı ise Lucia Jones. Lucia hem çok güzeldir hem de giderek gelecek vadeden çok yetenekli bir modern dansçı olma yolundadır. 20’lerin Paris’inde bir fırtına gibi eser. Ne var ki bu parlak ışık, aynı bir şimşek misali kısa süreli bir parlama ömrüne sahip olacaktır maalesef. Babasının asistanı Samuel Beckett’a karşı duyduğu karşılıksız aşk nedeniyle giderek akıl sağlığını yitirdiğinden ve sonunda da 30 yıl boyunca, yani ölümüne dek, yatacağı bir akıl hastanesine kapatıldığından bahsedecektir tarih. Ancak tek gerçek bu değildir. Lucia maalesef yetenekli kadınların pek de takdir edilmediği bir çağda doğmuştur. Üstelik “bir aileye bir dâhi yeter” gözüyle bakılmakta ve aile tüm yaşamını fedakârca babanın çalışma düzenine göre düzenlemektedir. Lucia, belki de babası kadar yeteneklidir. Ama bunu hiçbir zaman öğrenemeyiz, çünkü yazmış olduğu tek romanı ve mektupları, onu asla ziyaret etmemiş olan erkek kardeşi ve babasının gözdesi olmasını her zaman kıskanmış olan annesi tarafından yok edilmiştir. Lucia Joyce... Tarihe hiçbir zaman tam olarak anlaşılamamış çok parlak bir kayan yıldız olarak kaydedilir. Akıllardaysa bir soru kalır. Bu yetenekli kadın günümüzde yaşasaydı, acaba sonu yine akıl hastanesi mi olurdu, yoksa aşk kırgınlıkları gibi duygusal sorunlarının üstesinden sanatının gücüyle gelebilen, güçlü, ayakları yere sağlam basan, parlayan yetenekli bir sanatçı olarak mı tarihe geçerdi?

Bu soruyu yıllar sonra, yine geçtiğimiz yüzyılın bu kez ortalarında doğan bir başka kadın soracaktır. 1954 yılında doğan Mary Talbot, evlenip, iki de erkek çocuk sahibi olduktan sonra geç üniversiteye giden bir kadın olsa da, kısa sürede adından söz ettirmeye başlayan parlak bir akademisyene dönüşen, parlak zihinli bir kadındır. Daha üniversiteye gitmeden önce kısa öyküler ve şiirler yazan Talbot, İngiliz Dili ve Edebiyatı’ndan mezun olduktan sonra da Language and Gender, Media. Discourse: Representation and Interaction ve Language and Power in the Modern World gibi alanında çok tanınmış akademik yayınlara imza atan, saygıdeğer bir akademisyen olarak adından söz ettirir. Yine de ona uluslararası anlamda şöhreti getirecek olan, eşi illüstratör Bryan Talbot ile birlikte yazdığı ilk grafik romanı Dotter of her Father’s Eyes olacaktır. Bu ilk çizgi-romanı, üstelik ona 2013 yılı Costa Biyografi Ödülü’nü de kazandırır. Dotter of her Father’s Eyes’da paralel olarak hem kendi otobiyografisini hem de Lucia Joyce’un kayıp biyografisini yazmıştır. Onun için hayli kişisel bir deneyimdir bu. Çünkü kendi babası James S. Atherton da önde gelen Joyce uzmanlarından biri olan bir akademisyendir. Ve onun çocukluğu da babasının en büyük takıntısı da olan James Joyce- Lucian Joycevari bir baba- kız ilişkisi içinde geçmiştir. Kendi çalışmaları dışında dünyayı umursamayan dâhi bir babanın gölgesinde büyüyen, bir kitap kurdu… Bir anlamda kendisinin ilk yıllardaki kader ortağı olan bu parlak, ancak talihsiz genç kadının öyküsü aklını yıllarca meşgul ederken, hep aynı soruyu sormaktan da duramaz. “Ya onu çok seven saygıdeğer entelektüel babası, göz bebeği kızının dansçılık kariyerini onaylamayıp onu “saygıdeğer” evlerinin içine hapsetmek yerine desteklemiş olsaydı, Lucia’nın kaderi yine ömrünü akıl hastanesinde tüketmek mi olurdu?”

Onun bu sorusuyla doğan ödüllü çizgi-romanı Lucia’yı gömüldüğü karanlıktan çıkarmakla kalmaz, hakkında yeni kitapların da yazılmasına neden olur. Tıpkı bizde de kısa bir süre önce yayımlanmış olan Annabel Abbs’in Joyce’un Kızı (Hep Kitap) romanı gibi… Lucia’nın trajik öyküsü ise Mary Talbot için yeni bir ilhama neden olmuştur. Öncü kadınların yani yüzyıl başında kadınlara oy hakkı için gerekirse ölümüne mücadele eden cesur kadınların gerçek öyküsünü anlatmaya... Lucia’nın talihsiz öyküsü, Talbot’yu uzmanlığı olan cinsiyet politikaları üzerinde yeniden düşünmeye ve biraz da geçmişte kadınlara uygulanan bu ikinci sınıf muamelelerin günümüze nasıl yansıdığı hakkında düşünmeye sevk edecektir. Ve böylece ikinci kitabının konusu olarak, önceleri barışçıl ve pasifist gösteriler şeklinde başlayan mücadeleleri, hükümetin şiddet dolu cinsiyetçi yaklaşımı sonucu giderek artan bir zulme dönüşen “süfrajetlerin” yani kadınlara oy hakkı için mücadele eden öncü kadınların öyküsünü seçmeye karar verir.

Öncü Kadınlar, Bir Direnişin Hikayesi (Desen Yayınları), tarih çizgisinde küçük ileri geri gidişlerle, bu kadınların gerçek öyküsünü kurgu bir karakter olan hizmetçi Sally’nin öyküsü üstünden anlatıyor. Mary Talbot, bu seçiminin nedenini şöyle aktarıyor; “Kahramanımın ismini seçtikten birkaç ay sonra, WSPU’nun (Kadınlar Sosyal ve Politik Birliği) gazetesi Kadınlara Oy Hakkı’nda bir kitap eleştirisine rastladım. Kitabın ismi Süfrajet Sally’di, Gertrude Colmore tarafından yazılmış ve 1911’de yayımlanmıştı. Kurmaca üç kadın karakterin, oy hakkının savunulduğu dönemde neler yaptıklarına dair bir hikâye anlatıyordu. Hikâyedeki her kadın farklı bir sosyal sınıfa mevcuttu ve biri de Sally Simmonds adında bir hizmetçiydi. Kahramanım için aynı meslek ve ismi seçmiş olmam bir rastlantıydı ama aslında bu seçim pek de şaşırtıcı sayılmazdı. Birinci Dünya Savaşı öncesinde ev işleri, vasıfsız bir kadının yapabileceği en akla yatkın işti, Sally sıkça rastlanan bir isimdi ve ‘süfrajet’ sözcüğüne iyi uyuyordu.”

Hikâye, Sally’nin Emmeline Pankhurst’ün Manchester’daki evinde hizmetçi olarak çalıştığı yıllardan başlıyor. Pankhurst, WSPU’nun kurucusu olan güçlü ve son derece cesur bir kadındır. Birlikte ayrıca üç kızı daha çalışmaktadır ve zamanla onlar da hareketin önemli isimleri arasında yer alacaktır. Ancak Pankhurst zamanla birliği daha iyi idare etmek için Londra’ya taşınmaya karar verince, Sally de mecburen işsiz kalır. Bir zaman sonra o da iş aramak için geldiği Londra’da tesadüfler sonucu birliğin merkezinde, birliğin saymanı ve aynı zamanda Kadınlara Oy Hakkı gazetesinin kocasıyla birlikte editörlüğünü yapan Emmeline Pethick-Lawrence’in yanında çalışmaya başlar. Emmeline ve kocası Fred, hareketin çok daha ılımlı yüzleridir ve pasifist direnişi, barışçı gösterileri savunmaktadırlar. Zamanla Pankhurst’le fikir ayrılıkları keskinleşince, Pankhurst bir an dahi tereddüt etmeden hareketin bu değerli üyelerini kapı dışarı eder. Bu yol ayrımının ardından Pankhurst’ün eylemleri de giderek sertleşmeye başlar. Oysa ilk başta her şey güzel ve ümit verici bir tonda başlamıştır. Kadınlar oy verme hakkı isteklerini hükümete sunduklarında oldukça iyimserdirler. Ne var ki bu istekleri aşağılamaya varan kesin bir retle geri çevrilmekle kalmaz, gösterici kadınlar da polis şiddetine maruz kalırlar. Olaylar giderek tırmanmaya başladıkça, adeta hükümetle Pankhurst’ün yani polis kuvvetleriyle kadın birliği üyelerinin arasında giderek şiddetlenen bir savaşı izlemeye başlarız. Ancak kadınlar haklarını savunmaktan asla vazgeçmez ve giderek onlar da şiddete şiddetle karşı koymaya, kamu mallarını kundaklamaktan başbakanın yazlık evini dinamitlemeye dek çeşitli eylemlere girişmeye başlarlar. Yakalanan eylemciler hapishanede de eylemlerini açlık greviyle sürdürmeye devam ederken, hükümet de onların bu grevlerini insanlık dışı bir biçimde zorla besleme yöntemiyle karşılık vermeyi sürdürür. Derken Emily Davison adlı bir eylemci kadın, uygulanan medya yasağını delip, seslerini uluslararası kamuoyuna dek duyurabilmek için bir at yarışı sırasında Kralın atı önüne kendini atıp ölmekten dahi geri durmaz.

Yine de tüm bu mücadeleye rağmen işler kadınlar için pek de parlak gelişmez, kadınlar için şartlar ağırlaşırken, hükümet üyeleriyse sözde onları dinlemeye çağırarak aslında bir kedi-fare oyunu sergilerler. Kahramanımız Sally ise tüm bu süreçte masum ve eğitimsiz bir genç kadından bilinçli ve aktif bir eylemciye dönüşmüş, hatta başbakanın evinin dinamitlenmesinde dahi bizzat görev almıştır. Kadınlar kararlıdır, ne pahasına olursa olsun oy hakkını elde edeceklerdir! Ancak beklenmedik bir gelişme olur ve İngiltere I. Dünya Savaşı’na girer. Bu olay karşısında Emmeline Pankhurst ise 180 derecelik bir dönüş gerçekleştirip düne kadar savaştığı hükümete tam destek verir ve birlik üyesi kadınları savaş gerisinde çalışmaya yönlendirir. Bu inanılmaz kadın gücü savaş sırasında gerekli olan eksikliği hissedilen pek çok işin de yerine getirilmesine neden olur. Ancak tuhaf bir şekilde Pankhurst artık kadınlara oy hakkından hiç söz etmemektedir, düne kadar ölümü göze aldığı davasını unutmuş gözükmektedir. Bu durum birlik üyesi pek çok kadın arasında kafa karışıklığına yol açarken annesinden ayrı düşenlerden biri de bizzat kızı olacaktır. Keza Emmeline Pethick-Lawrence ve kocası da aynı şekilde hâlâ davaları için mücadelelerinin yanı sıra bir yandan da savaş karşıtı barışçılığı sürdürmektedir. Sally de diğerleri gibi bir yol ayrımındadır. Acaba Pankhurstle birlikte davaya sırt dönüp hükümetin yanında mı yer alacaktır yoksa Pethick-Lawrence çifti ile birlikte yol almayı sürdürüp, ayrıca vicdani ret özgürlüğünü de mi savunacaktır?

Hikâyenin sonunu bozmayalım ama bu mücadeleci ve cesur kadınların nihayetinde oy hakkını elde ettiklerini söyleyelim. Tarihçilerin bazıları bu oy hakkının Pankhurst ve yandaşlarının savaş sırasında gösterdikleri destek ve vatanseverlikleri nedeniyle bir tür armağan olarak verildiğini söylüyor. Mary Talbot ise biraz daha farklı bir yoruma sahip.

“Peki, kadınlar sonunda oy hakkını nasıl elde etmiştir? 1916’da bir genel seçim yapılması gerekiyordur ancak pek çok erkek evlerinden uzakta, silahlı kuvvetlerde, kömür madenlerinde ya da cephane fabrikalarında görevdedir. Bu durum, oy kullanmaları için 12 ay ikamet şartını yerine getirememeleri anlamına gelmekte, yani seçmen olarak kaydolamamaktadırlar. Ortada seçmen kitlesi yoktur. Savaş dönemi koalisyon hükümetinin görev süresi kısa süreli olarak uzatılabilmektedir ancak seçim yapılabilmesi için büyük çaplı bir seçim reformu şarttır. Asquith, söz konusu reform tasarısının hazırlanması işini muhalefet partisi üyelerinden oluşan bir komiteye verir, bu sayede konuyu savaş süresince rafa kaldırtabilecektir. Fakat bu komitenin çalıştığı Speaker’s Konferansı beklenmedik şekilde hızlı sonuçlar verir. Komite, tasarı önerilerini Ocak 1917’de, o sırada başbakan olmuş Lloyd George’a sunar. Tasarı, 21 yaşını doldurmuş tüm erkeklere ve mülk sahibi ya da üniversite mezunu veyahut mülk sahiplerinin karısı olan 30 yaşını doldurmuş tüm kadınlara oy hakkı tanımayı öngörmektedir. Bu karmaşık taviz şüphesiz kadın seçmen sayısını ‘güvenli’ seviyede tutmayı amaçlamaktadır. 50 yıllık kararlı mücadeleden sonra (cinsiyet ayrımını kaldırmayı öneren ilk özel tasarı meclise 1867 yılında John Stuart Mill tarafından sunulmuştur) kadına oy hakkı veren yasa tasarısı hükümetin desteğini alır ve çok az direnişle karşılaşır. Ardından Ocak 1918’de, Milletin Temsil Yasası adıyla yasalaşır. Bunu mümkün kılan bir dizi neden olsa da en önemlisi seçmen sisteminin duruma uygun olmaması ve kapsamlı bir reforma ihtiyaç duyulmasıdır. Aktif savaş hizmetinde bulunmuş askerlerin ve diğer vatandaşların, Lloyd George’un dile getirdiği gibi, ‘kendilerini tehlikeye ve ölüme gönderen hükümeti seçme hakları olmalıdır,’ ancak ikamet zorunluluğu ayak bağı oluşturmaktadır. Kadının ülkenin siyasi yaşamına katılımına olan yaklaşımını değiştiren diğer bir nedense, kadınların endüstriyel alandaki katkısını büyük ölçüde artırmış olan savaş dönemi şartlarıdır. Acı ama gerçek bir diğer neden de, 1918 yılında ülke çapında pek çok mülk sahibinin, savaşta hayatını kaybettiği için temsil edilememesidir.”

Öncü Kadınlar, gerek Mary Talbot’nun metni, gerekse de eşi Bryan Talbot’nun çizimleri sayesinde son derece dinamik ve hızlı okunan bir kurguya sahip. Yapısı itibariyle okunması açısından kolayca sıkıcılığa ve dikkat dağınıklığına sahip bir öykü, yaratıcılarının ustalığı sayesinde sizi yakalamayı ve tüm canlılığıyla ele geçirmeyi başarıyor. Bunda kuşkusuz çizgi roman faktörünün görsel çekiciliğinin de etkisi büyük. Ancak burada da teknik ustalık göze çarpıyor. Örneğin öykünün geneli sepya renklerde ya da gri tonlarında resmedilip tarihi bir nitelik kazandırılırken, ana karakter olan Sally’nin kızıl renge boyalı saçları ile Emmeline Pankhurst’ün otoriteyi simgeleyen mor renkli kıyafetleri onları, bu kalabalık kadrolu ve tarihi yapısı nedeniyle oldukça karmaşık olabilecek öykünün içinde daha da rahat takip etmemizi sağlıyor.

Karakterlere gelince… Mary Talbot’nun hizmetçi Sally karakterini dönemin tipik bir karakteri olduğu için seçtiğini belirtmiştik. Ancak özellikle çalışan sınıftan, yoksul bir kadını seçerek, bir yandan da hareketin yalnızca varlıklı ve soylu kadınlar arasında yaygın olan bir “sadece” oy verme hakkına sahip olma durumu olmadığını göstermeyi de hedeflemiş. Aslında görünenin ötesinde, çok daha derin bir öneme sahip, bir sosyal kazanım mücadelesinin verildiğini göstermek istemiş. O kadınların asıl olarak erkeklerle maaş ve çalışma şartları ya da çocukları üzerinde hak sahibi olabilmek gibi çok daha derin bir eşit haklar mücadelesi peşinde koştuklarını vurgulamak istemiş. Oy hakkına sahip olmak tüm bu eşitlik mücadelesi önünde önemli bir yolun açılmasını sağlıyor ve bir anlamda kadının varlığını onaylayıp,”‘kadının da adı var” demeye getiriyordu. Ve bu yalnızca soylu ve varlıklı kadınların malları üzerinde yöneticilik haklarına sahip olma mücadelesiymiş gibi sunulamazdı.

Oy verme hakkına sahip olabilmek sonuçta kadının toplum içinde erkeklerle eşit hakka sahip olarak, nihayetinde eşit saygıyı görme mücadelesinin bir anlamda ilk basamağıydı. Bu nedenle de öncü kadınların sağladıkları başarı esasında tüm dünya kadınlarını yayılan bir çığ gibi etkileyecek bir öneme sahipti. Mary – Bryan Talbot’nun esas başarısı da, akıcı bir hikâye ve paralelinde onu destekleyen nitelikli çizimlerle asıl bunun altını çizebilmek olmuş. Özünde bu kadar önemli bir hikâyeye sahip olmasa da, kendinizi kaptırıp okuyabileceğiniz bir macera romanın sürükleyiciliğine de sahip olan öykü, kuşkusuz bu özelliğini de büyük ölçüde sevimli ve masum bir genç kadından cesur, bilinçli ve güçlü bir kadına dönüşen gönülçelen kahramanı Sally’den alıyor. Yaratıcıları Sally’yi suni bir, her durumda korkusuz “süper kahramana” çevirmekten belli ki özellikle kaçınmış ve son derece korkmasına rağmen idealleri için cesurca mücadele etmeyi göze alan gerçekçi bir karakter olarak yaratmış. Bu arada giderek bilinçlenen bir genç kadın profili çizen Sally, ne kadar çekici ve olumlu bir karakterse, aslında gerçek bir tarihî karakter olan Emmeline Pankhurst de neredeyse hikâyenin kötü kahramanı olacak kadar sevimsiz yansıtılmış. Mary Talbot da aslında bunu sonradan fark ettiğini ancak Emmeline Pethick-Lawrence’e karşı yapılan haksız muameleye karşı dayanamayıp, Pankhurst’ü tarihteki tahtından biraz olsun indirmek istediğini söylüyor. Bu arada hükümet üyeleri ve polisler gibi güçlerle temsil edilen erkek karakterler yine son derece olumsuz çizilmişken, hikayedeki iki baş erkek karakter olan Pethick-Lawrence’nin kocası Fred ile davada aktif olarak da rol alan ve Sally’yi kendisiyle eşit gören erkek arkadaşı Arthur ise kadınların davasına destek veren tüm erkeklere atfen olumlu portreler olarak hikâyede yer almışlar.

Verilen mücadelenin ve kazanılan hakların yanı sıra devam eden kadın hakları kazanımları yolundaki çabaların önemini anlamak için Lucia Joyce’un hikayesini bir kez daha anımsamak yeterli aslında. Lucia, varlıklı sayılabilecek bir ailenin üstelik hayli entelektüel bir babanın kızı olarak doğmuştu. Bu yine de ne başta ailesinin ne de toplumun geri kalan kısmının onun bireyselliğini desteklemelerine yetmedi. Bütün parıltısına ve belki de deha düzeyindeki yeteneklerine rağmen, Lucia’nın yeri bir kadın olarak evde görülüyordu. Kendisini ifade etmekten yoksun kalan genç kadın da yaşadığı ilk ruhsal bunalımda içine patlayarak, sonsuza dek kayan bir yıldız olmak zorunda kaldı. Bugün 2017 yılındayız. Lucia’nın ve öncü kadınların yaşadığı yıllardan neredeyse tam yüzyıl sonradayız. Ama hâlâ çoğu yerde kadınların “adı” yok. Pek çokları ise Lucia’nın durumunu dahi aratacak şartlarda yaşıyor. Erkek şiddetinden burada bir kez daha bahsetmeye dahi gerek yok. O yüzden belki de her zamankinden de fazla öncü kadınların hikâyesini okumak gerekiyor. Kadınların ışığı hiç sönmesin, Lucia gibi yetenekler kayan yıldızlar gibi hiç parlayamadan yok olmasınlar diye...