İslamcı yazarlar ne diyor?

Kültür savaşları ya da daha çok kullanılan tabirle kültürel iktidar, İslamcılarla sekülerler arasındaki tartışmaların başat konularından biri...

“Ne acayip günlerdi. Başörtülü olmak, kitap okumak demekti sözgelimi. Kadın olmak, evini değil kafanın içini dekore etmeyi amaçlamak anlamına gelmeliydi. Tek kötü huyumuz arkadaşımızın masasından Bilgi ve Hikmet dergisi aşırmaktı. İyi insanlardık. Ya da kötülük yapmaya henüz fırsat bulamamıştık. İslami bir camia olarak insanlara güzel bir gelecek, normalleşmiş bir toplum, kimsenin mutsuz olmadığı, adalet ve özgürlük esasına göre dizayn edilmiş bir ülke vaadimizin olduğuna inanıyorduk. Günü kurtarma argümanlarına, PR’a, propagandaya gönül indirmeye esrarkeşlik muamelesi yapılan bir iklimdeydik. Dergiciliğin, kültür sanat yayıncılığının olduğu, itibar gördüğü, TV’lerimizde ve gazetelerimizde bunlara sahiden önem verilen  günlerdi.” Bu cümleler, İslamî kesimin (bence en iyi) yazarlarından Nihal Bengisu Karaca'nın Habertürk internet sitesine yazdığı “Bu feryad bülbül sesi mi?”[1] başlıklı yazısından. Karaca’nın İslamcı kültür insanlarının 25 yıllık tarihini özetlediği yazısı, hem bir özeleştiri hem de “kültür savaşlarının” kaybedildiğinin beyanı niteliğinde.

İslamcıların kültür konusunu ele alış biçimlerini son 15 yıldır takip etmeye çalışıyorum. Ortaokulu ve liseyi Konya’da okumuş biri olarak sekülerler ve İslamcılar arasındaki görünmez kültür savaşlarının ilk dönem az buçuk da olsa içindeydim. Okuldaki arkadaşlarımın yarısı İslamcı romanları birbiriyle paylaşır, “sohbet”lere katılır, ney üfleyen gençlere hayranlıkla bakardı. Kendini tam olarak nasıl adlandıracağını bilemeyen diğer yarısı da Orhan Pamuk ve Murathan Mungan romanları okur, Radikal gazetesini paylaşır, üniversitede düzenlenen konserlere giderdi. Tabii ki aslında ayrım bu kadar keskin değildi. Harry Potter romanları mesela birleştirici unsurdu. O da ayrı bir konu.

Kültür savaşları ya da daha çok kullanılan tabirle kültürel iktidar, İslamcılarla sekülerler arasındaki tartışmaların başat konularından biri oldu. Bazen devlet yöneticilerinin açıklaması üzerinden, bazen de köşe yazarları üzerinden tartışmalar yaşandı. Peki, İslamcı yazarlar bu konuda ne söyledi? Bu konuyu hangi düzlemde tartıştılar? Tartışırken hangi argümanları kullandılar? Neler önerdiler? Ve daha önemlisi de bugün gelinen durumu nasıl görüyorlar?

En sonda söylemek istediğimi aslında Karaca köşe yazısında çok güzel özetlemiş. Tekrar Karaca’nın yazısına dönelim:

“Siyaset de, para da, iktidar da anlamlı makamlara terfi ediyorlar yavaş yavaş. Özgür olmak için iktidara sahip olmalısın, iktidar için reel siyaset yapmak ve medyayı etkin kullanmak zorundasın ve bunlar para olmadan olmaz, noktasına geliniyor. Her yeni denemede siyasetin finansmanı meselesindeki zaruret eşikleri biraz daha hızlı geçiliyor.

Bunlar bir kere meşrulaşınca, daha önce burun kıvırılan şeyler ‘gerekli kalemler’ haline gelince, doz belirleyecek, dur diyecek adamlar da kamuoyunun akilleri olarak kalmak yerine ‘taşın altına elini koyma’ zorunluluğu  üzerinden danışman, bakan, bürokrat hayatına geçince, olan oluyor. Neyin olduğunu uzun uzun anlatmayayım gayet iyi biliyorsunuz.”

Üç kitap, üç yaklaşım

Bahsettiğim gibi, kültürel iktidar tartışmaları çoğunlukla devlet yöneticilerinin açıklamaları ve başta Yeni Şafak olmak üzere İslamcı siyasetin yayın organlarındaki köşe yazıları üzerinden gündeme geliyor. İbrahim Tenekeci[2] ve İsmail Kılıçarslan[3] dönem dönem bu konuda kalem oynatıyor. Tenekeci ve Kılıçarslan, özellikle seçim öncesi yazdıkları yazılarda eksikliklere ve yapılması gerekenlere vurgu yapmışlardı.

Ancak daha önemli bir kanal da İslamcı kesim içinde okunan ve dışarıda pek yankı bulmayan dergilerde ve AKP’li belediyelerin düzenlediği seminerlerde, konuşmalarda akıyor. Seküler kesim bu tartışmaları çoğunlukla gözden kaçırıyor. Dolayısıyla, meselenin derinliğine inilmiyor, gündelik politikadaki tartışmalar baz alınıyor. Bu yazıda da bu tarz bir verimin ürünü olan üç kitaptan yola çıkarak İslamcı camiada kültür ve kültürel iktidar tartışmalarının nasıl ele alındığına göz gezdireceğim.

Ercan Yıldırım’ın kaleme aldığı Kültür Savaşlarından Kültürel İktidara, Türkiye’nin Yeni Kültürü (Pınar Yayınları) bu üç kitap arasında en yenisi (Eylül, 2018). Yıldırım kitabının önsözünde kültür üzerine yazmaya üç yıl önce karar verdiğini belirtiyor. O dönemki siyasî atmosfere dair şu cümleleri kuruyor yazar: “7 Haziran 2015 seçimlerinde siyaset toz-duman olmuştu, Çözüm Süreci sona erdiği gibi artık neoliberal siyasi akım yerine ‘milli-yerli’ kavramları etrafında oluşturulmuş, güçlü devlet vasfı öne çıkan yeni bir döneme giriyordu Türkiye. Bu politik yoğunlukta, siyasi-kültürel-iktisadi dili, söylemi yine seküler, kültür endüstrisini elinde tutan kesim kuruyordu.”

Yıldırım’ın kitabındaki atmosfer böyle bir siyasî arka plan üzerinden ilerliyor, ancak sorun da zaten burada başlıyor. Sanki Çözüm Süreci'ni aynı iktidar başlatmamış, sanki özelleştirmeler aynı iktidar döneminde son sürat gerçekleştirilmemiş gibi, 7 Haziran sonrası için yeni bir siyasî hat başlatıyor yazar.

Yıldırım devamında İslamî kesimin kültürel iktidarı kuramamasına dair sert eleştiriler getiriyor. Devlet desteklerinden ve belediyelerden pay kapma yarışına, 15 Temmuz’la ilgili çıkan ürünlerin metalaştırılmasına karşı duruyor. Bu noktada, “Kültürel İktidar Neden Kurulamadı?” başlıklı yazısında ve kitabının bütününde “neoliberal dindarlık” kavramını kullanıyor yazar. “Neoliberal dindarlık, kamusal alandaki muhafazakar simgesellik kapitalist dünya sisteminin Türkiye’de artık gündeliği değil, zihinleri, İslam düşüncesini de ciddi biçimde dönüştürmüştür,” diyor. Sonrasında da, ortaya sekülerin de ötesinde arabesk bir çapulcu-harami kapitalist iktisadî, siyasî, gündelik hayat kültürünün çıktığını vurguluyor.

Yıldırım geniş bir çerçeveden ele aldığında da konuyu küresel kültürün etkisine vurgu yapıyor. “Fakat küresel kültürün etkisindeki Türkiye’de, neoliberal kapitalist programı yürüten ve dünya sisteminin şu anki ağalığını yapan küresel şirketler kültür endüstrisinin distribütörlüğünü hiçbir zaman ‘dindar-muhafazakar’ kesimlere vermedi, vermeyecek, vermez,” diyor. Sonrasında da bu işin sosyalistlere havale edildiğini aktarıyor.

Ömer Lekesiz Sanat Bizim Neyimize? kitabında (Profil Yayıncılık, 1. Baskı: Haziran 2013) edebiyat ve görsel sanatlar başta olmak üzere güncel, felsefî ve sanat tarihsel tartışmalar üzerinden değerlendirmeler yapıyor. Lekesiz’in bu kitaptaki yazılarının tamamına baktığımızda, Yıldırım’ınkinin tersine tansiyonu daha düşük, politik tartışmaların alttan alta işlendiği ve felsefî sorunların daha ağır bastığı bir atmosferle karşılaşıyoruz. Lekesiz de kültür alanında gelinen durumu eleştiriyor, ancak meseleyi farklı bir yerden ele alıyor “Sanat ve Tecdidi Mümkün mü?” yazısında şöyle diyor: “Çünkü saray sanatından toplumcu sanata geçişimiz, üzerinde enine boyuna düşünülerek, projelendirilerek sağlanmış değildir. Daha çok Batılı gerçekçiliğin istilasında el yordamıyla bulunmuş ve giderek nazariyatından bunalımcılığına kadar her şeyiyle Batı’dan aktarılmıştır.” Devamında İslamî kesimin de bundan nasibini aldığını belirtiyor: “Vaki etkinin şiddetine muhatap olmak bakımından Müslümanın Müslüman olmayandan bir farkı yoktur, hatta bugün bir Müslümana ‘Kafka gibi yazıyor’ demek onu övmek demektir.”

“Doğru Zihniyete Doğru” yazısındaysa, son yüzyıl içinde Müslümanların idrak ve zevklerinin Batılı idrak ve zevklere yaklaştığını vurguluyor Lekesiz. “Aynı şekilde Müslümanlara mahsus mimari, musiki, resim (minyatür), hayal-oyunuyla (temsille) aramızdaki köprülerin yıkılması yüzünden salt edebiyata tutunmamız da yıkılanın yerine daha sağlamını inşa etmek gibi zor bir çabaya girişmektense, Batı’nın hazır köprülerini kullanarak (taklitle) oyalanmamıza sebep olmuştur; ben, sen, o hepimiz bu sebebin ya kör mağduru ya da acılı mağduru durumundayız.”

Ancak Lekesiz’in kitabındaki “Bir de Yapmamayı Düşünsek” yazısı, bu alandaki tartışmalar arasında farklı bir yerde duruyor. “Sahi n’olur? Resim yapmazsak, roman yazmazsak hayatımızdan ne eksilir” diye soruyor yazar. Ve devamında şunları belirtiyor: “Birilerinin bizi kandırmasını önlemek istiyorsak önce kendimizi kandırmaktan vazgeçmeliyiz. Entellik tatmininden, sanatla sosyal rol çalma yarışından başka bir karşılığı olmayabilir bu işlerin. Medeniyet yarışını kaybedecekleri ve kültürel istilaya açık hale gelecekleri açık hale gelecekleri konusunda da. Ben de derim ki, hani sanat yarış atı değildi, hani onlarınkinden daha iyisini yapalım derken onların kölesi olmayacaktınız.” Bu noktada, Lekesiz radikal bir fikir öneriyor: “Evet diyalektik düşünelim. ‘Siz resim yapın, roman yazın ama biz bunları en az sizin kadar onlara aklımız yettiği halde yapmayacağız. Hatla, minyatürle, hikayeyle, öyküyle yetineceğiz. Belki de bu sayede sanat gerçekten evrensel bir yapıya ve değere tekrar kavuşur,’ demeyi deneyelim bir de.” Tabii ki bu öneri pek yankı bulmamış olacak ki, kültürel üretime dair tartışmalar bitmiyor.

İsmail Erdoğan, Sanat Ya Hu (Şule Yayınları, Birinci basım: Kasım 2017) kitabına ilhamını Fethi Gemuhluoğlu’nun “Kurtuluşumuz sanatta, sanatta ve edebiyatta,” sözünden ilham alarak başladığını belirtiyor. “Bir Kurtuluş Teorisi: Sanat” başlıklı yazısının sonunda şunları belirtiyor: “Sanatta yoksanız hayatta yoksunuzdur. Ve bugünün sanatında biz yokuz. Müslümanlar yok. Bir asıl olarak yok. Aslını yaşatan taklitler olarak var. Buna bir son vermeden, kültür, sanat ve edebiyatta zirvelerde dolaşmadan, ne bizim ne de tüm insanlığın kurtuluşu gerçekleşecek.”

Erdoğan “Baudelaire’den Bir Türkiye Klasiği, Sanat Yazarsızsa Hayat da Yararsızdır” başlıklı yazısında, Türkiye’de sanatın avamla havas arasında sıkıştığını belirtip İslamcı kesimin söylediklerini tekrarlıyor. “Havas denilen elitler güruhu, cumhuriyetin kazanımları üzerinden Coni’ye göre hazırlanmış elbiseleri üzerlerine geçirmiş ve kifayetlerine bakmadan bugünlere kadar gelmişler. Avam denilen güruh ise kendi gelenekleri içinde hapsolup, iki günü eşit olanın zararda olduğu hadisine nazire yaparcasına günlerini eşitleyerek bugünlere gelmişler. Uzun bir süre kendi gettolarında hüküm sürdükleri sanat anlayışları ve performanslarıyla balık avına çıkan bu güruhlar, küreselleşen dünyayla ve hatırı sayılır bir zenginleşmeyle beraber artık iç içe geçmiş durumdalar.” Devamındaki “Sanat Neye Yarar?” başlıklı yazısında da sanat ve fayda ilişkisini farklı bağlamlarda açıklıyor.

Yazarın “Müslümanlar Sanattan Anlamaz/Mı?” başlıklı yazısına ayrıca yer ayırmak gerek. “Sorun, bütün halinde sanatla hemhal olmayışımızda,” diyor Erdoğan. Devamında da şunları ekliyor: “Millet olarak sanatla ilgili duyarlılığı kaybedişimizde. Estetik kaygılarımızın kaygı olarak bile kabul görmeyişinde. Estetiğin, Allah’ın yaratışıyla olan bağını göremeyişimizde. Sanki dini-ahlaki bir emir olduğunu kavramayışımızda.”

Erdoğan kısır çözümlerin yeterli olmayacağını belirtiyor. “Ne bir dergi çıkararak ne de ekranlara sahip olup, kamerayı manipülasyon silahı olarak kullanarak olmaz.” Yazar harekete ilham verecek şeyin hayatın içinden hakikatlerle göklerden indirilen hakikatlerin kesişmesi olması gerektiğini belirtiyor. Erdoğan meseleyi şöyle detaylandırıyor: "Bir zamanlar halka rağmen yapılan devrimler söz konusuydu, şimdilerde halkın içinde olduğu bir kültürel devrim söz konusu. İkisinde de eksik olan şeyse Hakk ve hakikat. Hakk’ın perspektifiyle insanın yaşayışı arasındaki çekim gücünün olmaması. Hayata hakim olan metafizik gerilimin hesaba katılmadan devrim ya da darbelerin gerçekleştirilmiş olması. Osmanlı da sınıfta kaldı bu konuda, TC. de.”

Sonuç olarak İslamcı yazarlar ne diyor?

Türkiye’de İslamcılığın kültür konusundaki karnesi hep sorunlu oldu. Ancak bu sadece diğer kesimin vurguladığı bir durum değil, İslamcıların kendilerinin de ortaya koyduğu bir olgu. Ve bu durumu düzeltmek için verilen mücadelelerin kadük kaldığı da yine aynı kesim tarafından sürekli tekrarlanıyor. Hatta sadece Cumhuriyet değil, Osmanlı’nın da Mimar Sinan gibi birkaç örnek dışında bu konuda eksik kaldığı belirtiliyor.

Kültür meselesi çoğunlukla Cumhuriyet’le gelen değişim üzerinden okunuyor. Batı’yı kendine hedef edinen Cumhuriyet’in getirdiklerine yozlaşma üzerinden bakılıyor ve bunun acilen kırılması gerektiği vurgulanıyor. Halkın da çoğunlukla bu tarz bir kültür anlayışına yüz vermediği, ancak buna karşı olarak da çoğunlukla popüler kültür ürünlerine odaklandığı vurgulanıyor.

Muhafazakâr kesimin kültür konusunda isteksiz olduğu en çok tartışılan konulardan biri. Hatta muhafazakârların da Batılı kültür anlayışına teslim olduğu, bunu içselleştirdiği vurgulanıyor. Bir nevi muhafazakârlara devamlı çağrı yapılıyor. Ancak bu çağrının pek bir karşılık bulmadığı konusunda yakınılıyor.

Kültür ve sermayenin iç içe üretildiği ve dolaşıma sokulduğu vurgulanıyor. Cumhuriyet’le ortaya çıkan burjuvazinin (her zaman bu terim kullanılmasa da) ve uluslararası kültürel odakların seküler sanata destek verdiği eleştiriliyor. Aynı şekilde, AKP iktidarı döneminde yaratılan yeni zenginlerin bu konudaki isteksizliği de önemli eleştiri başlıklarından biri. Hatta öyle ki artık bu alandan pek bir beklentilerinin olmadığını da görebiliyoruz.

Kültürel iktidar konusunda bakılan yer ise çoğunlukla iktidarın kendisi. İslamî sermayeden ve muhafazakâr kesimden umudu olmayan yazarlar çoğunlukla iktidarın olanaklarını yardıma çağırıyor. Kültür Bakanlığı, devlet destekleri, AKP’li belediyeler bu konuda en çok uyarılan, nasihat verilen yerler.

Daha önemli bir konu da iktidarın aktörlerine toz kondurmamak için çırpınma. Recep Tayyip Erdoğan'ın İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı seçilmesini milat alırsak, sanki bu 25 yıllık süreçte kültür kurumlarını ve kültür kurumlarına destek olacak sermaye iktidarını yöneten  AKP değilmiş gibi, bu alanda söz söylerken çekinceli davranıyorlar. Eleştiriler çoğunlukla çok genel bir çerçeve hedef alınarak yapılıyor. Hatta isim vermek gerektiğinde de iktidarda ve bürokraside yer alan kişilerin gayret ettiği, ancak bir sebepten başarılamadığı vurgulanıyor.

İslamî kültür yazarları Batı’nın eleştirel metinlerini sahipleniyor. Modernizme ve Batı’ya yönelik tartışmalara yazılarında yer veriyorlar. Ancak bu düşüncelerin de Batı’dan çıktığını, Batı’nın kültür kurumları içinde üretildiğini pek görmek istemiyorlar. Eleştirinin de özgür düşünce ortamı içinde doğacağı konusunda kulaklarını kapatıyorlar.

İslamî kültür yazarlarındaki ilginç bir nokta da sosyalist solun argümanlarıyla benzerlikler taşıması. Kültürel emperyalizm ve popüler kültür eleştirisi, halkın üretilen sanatla bağ kuramaması ve sanat üretiminin ekonomik koşulları (piyasa ve fonlar) sosyalistler ve İslamcılar tarafından benzer açılardan değerlendiriliyor. Ancak sosyalistlerin hâlihazırdaki sanat düşüncesine dair eleştirileri yokmuş, bu eleştiriler ilk kez İslamcılar tarafından ortaya atılıyormuş gibi davranılıyor. 

Hem yazı boyunca bahsettiğim kitaplarda hem de bu alandaki diğer yazılarda görüyoruz ki, İslamcı kesimin kültürel iktidarı ele geçirme ya da en azından bu alanda öne çıkma yolunda herhangi bir beklentisi kalmamış. Hâlen gayret ediliyor tabii ki, söz üretiliyor, üretimler desteklenmeye çalışılıyor. Ancak içinde bulunan konjonktür İslamcılar için pek umut vadetmiyor.

 

 

Ana görsel: Gábor Attalai, Dangerous Chair, 1970


[1] https://www.haberturk.com/yazarlar/nihal-bengisu-karaca/2339803-bu-feryad-bulbul-sesi-mi

[2] https://www.yenisafak.com/yazarlar/ibrahimtenekeci/secimlere-giderken-kulturel-iktidar-meselesi-2045521

[3] https://www.yenisafak.com/yazarlar/ismailkilicarslan/kultur-bir-kez-daha-2035237