İnsanın ‘daha iyi bir dünya arayışı’ ve edebiyat

Edebiyat metinlerinin, çok zaman yaratıcılarıyla benzer kaderi paylaşmaları, bu dünyaya ‘alternatif dünya’lar önermeleri nedeniyledir.

20 Şubat 2020 10:32

Çağdaş düşünür Karl R.Popper, Daha İyi Bir Dünya Arayışı adlı kitabının hemen başındaki “özet niteliğinde bir önsöz” yazısına, “Tüm canlılar daha iyi bir dünya arayışındadırlar” cümlesiyle başlar ve ardından ekler:

İnsanlar, hayvanlar, bitkiler, hatta tek hücreliler, hepsi her zaman aktiftirler. Durumlarını iyileştirmek ya da en azından olası bir kötüleşmeden kaçınmak için çaba harcarlar.”[1]

Bu durumda canlıların ‘arayış’ sorunu; ‘olduğundan daha kötü olmamak’ ve ‘olduğundan daha iyi olmak’ gibi iki başlıkla okunabilir demektir. Her iki durum için de ‘çaba harcamak’ gerektiği açık. Arayış çabasından önce yaşanan kötülüğü bilmek gerek kuşkusuz ancak burada asıl sorulması gereken, arayış yolunda çaba harcayan her bir canlının “daha iyi bir dünya arayışında” umduğunu bulup bulmayacağı ile her bir canlının –öncelikle de insanın– “daha iyi bir dünya” için çaba harcayıp harca(ya)mayacağıdır.

Canlıların doğasındaki “daha iyi” tutkusu, onların her birinde aynı biçimde etkin değil elbette. Örneğin saksımızdaki çiçek, bahçemizdeki ağaç, dere kenarındaki bitkiler güneşten ya da sudan yana yönelmeyi seçebilirler de “olası kötüleşmeden” sakınmak için çaresizdirler çok zaman, hayvanlar da böyledir bazı durumlarda. Hayvanlar, insan ve doğa engeline takılsalar da bitkilere oranla avantajlı sayılabilir arayış ve kaçış çabasında. Filozofun kategorisinde kala kala ‘insan’ kalıyor “durumlarını iyileştirmek ya da en azından olası bir kötüleşmeden kaçınmak” çabasını kendi iradesiyle sürdürebilen bir canlı olarak. Ne var ki insan da pek çok engelle karşı karşıyadır hem arayış hem de kaçınma girişiminde.

Kişinin kendi bilgisizlik ve bilinçsizlik durumu yanında ‘doğa’ ve ‘toplum’ engeline bir de ‘yasa’ eklenir “daha iyi bir dünya” özleminde. Yine de çok istendiğinde insan için yakalanabilen bir umut vardır. Sait Faik’in “Karanfiller ve Domates Suyu” öyküsünde Kör Mustafa ile bize anlatmak istediği tam bu türden bir umuttur bence. Köyünde; sarnıç sıvamak, dam aktarmak, kuyu kazmak, bahçelerde çalışmak gibi işlerde çalışarak evini geçindiren Kör Mustafa, köyün kullanılmayan çalılık arazisinin bir bölümünü “tırnakları pahasına” kazıyarak kullanışlı hale getirir. Gündüzleri başka işlerde çalıştığından geceleri çalışarak taşlık araziyi gerektiğinde elleriyle kazmak zorunda kalan Mustafa’nın bir başka sorunu da orman memurunun tehditleridir. Sonunda “dişle, tırnakla, kanla, canla tabiat denilen canavarı yenmek” başarısını gösteren Mustafa, taşlık araziyi eşi ve çocuklarıyla yerleşebileceği bir duruma getirir, arazide karanfiller ve domatesler yanında başkalarını da yetiştirmeye başlar.[2]  

Platon, “Önemli olan yaşamak değil, iyi yaşamaktır.” dediğinde, yalnızca ‘yaşamak’ sözcüğüyle bir tür olumsuzlamayı anlatmış oluyor bize. Önemi olmayan, sıradan ‘yaşamak’ salt biyolojik yönüyle sınırlı bir canlı olmayı vurguluyordur ve bunu, anlamı/zenginliği olmayan bir yaşamak biçimiyle düşünmemizi istemiştir anlaşılan. Belki birilerimizin, bitkiler ya da hayvanlar için biçtiği bir yaşamak türüdür bu, oysa pek de öyle değil gerçekte çünkü bitki, hayvan ve iç dünyası olmayan insan, yer değiştiriyor evrenimizde çok zaman.  

Popper’ın, “daha iyi bir dünya arayışı” tezi, Platon’un “iyi yaşamak” ölçüsüne uzayan bir tür ütopya yolculuğu aslında. Thomas More, bilindik kült kitabının “bilimler, sanatlar, uğraşlar” bölümünde Utopia’lılar için çalışma saatleri dışında, bilim yolunu seçenlerin girmelerinin zorunlu olduğu ancak isteyen herkesin de katılabileceği “serbest ders saatleri” olduğundan söz ederken önemli bir ayrıntıya dikkat çekiyor: “Birçokları, serbest saatlerde, yine kendi işlerinde çalışmayı tercih ederler; böyleleri soyut bilgiden hoşlanmayanlardır. Kimse onlara engel olmaz; üstelik devlete yararlı oldukları için saygı bile görürler.”[3]

Thomas More’un sözünü ettiği, “soyut bilgiden hoşlanmayan” kişilerin kendi istekleriyle seçtikleri, daha çok kol gücüyle yapılan işlerdir. Bu tür kişilerin saygı görmesini gerektirecek devlet yararı iki biçimde olabilir: Yurttaşlar, geçim kaygısıyla bedensel çalışarak işsizlik sorununa kendilerince çözüm olurken bir yandan da toplumsal üretime katkı sağlamış olurlar. Ütopia’lıların “soyut bilgiden hoşlanmayan” kişilerinin devlete asıl yararları, bu tür kişilerin eleştirel düşünceden yoksunlukları nedeniyle yönetim işlerini sorgulamayıp yönetenlerin, işlerin en doğrusunu bildiklerini zihnen onaylamaları, bir tür kaderlerine razı oluşlarıdır. Devletin gözünde “soyut düşünceden hoşlanmayan” kişilerin asıl yararlılığı, onların “makbul vatandaş” oluru almalarını sağlayacak hadlerini bilip de işi olmayan işlere karışmamalarıdır çoklukla. Yoksa ‘soyut düşünce’ ile uğraşmak fincancı katırlarını ürkütmektir. Düşünür Francis Bacon’ın “Ayaklanmalarla Toplumsal Kargaşalıklar Üstüne” başlıklı yazısındaki deyişiyle:

“Buyrukla yönergeler üzerine tartışmak, bunlara özür bulmak, karşı gelmek, bir bakıma boyunduruğu gevşeterek dikbaşlılığa yeltenmektir.”[4]

Egemen güçlerce pek de onaylanan bir davranış değildir bu.

Düşünce Tarihi kitabının “kazık” maddesinde Orhan Hançerlioğlu, “Doğanın ezici baskısı altında tutunmaya çabalayarak kardeşçe yaşamakta” olan göçebe topluluklarında bir zaman gelip “içlerinden biri”nin çıkıp da “bir toprak parçasının çevresine kazıklar çakıp burası benimdir” dedikten sonradır ki “(i)nsanlık tarihi artık, bu kazığı çıkarmak için çekilen acıların tarihi” olmuştur diyor.[5]

Filozofun “daha iyi bir dünya arayışı” Baudelaire’in şiir diliyle söylenirse ‘kötülük içinden bir tür güzellik çıkarma’ uğraşıdır bu durumda. Şunun için döndüm bunca gerilere: Tam bir genellemeyle bütünü kapsayacak yargı sayılamaz elbette ancak benimdir dediği araziye kazığı çakan, “soyut düşünceden hoşlanmayan” bir kişi idi, buna karşılık yere çakılan bir kazığı, insanın tarihi boyunca çıkarmaya çalışanlar ise “soyut düşünce” ile uğraşanlardır diye düşünüyorum. Kazığı toprağa çakan bir güçtü ve çakılı kazığı çıkarmaya yönelik her eylem, bir biçimde güce karşı gelmektir.

Çağlar boyunca sanatçılar ile filozofların suçlanması, yargılanması, sürgün ya da hapisle cezalandırılması, öldürülmesi hiç kuşkusuz zaman içinde adı değişen o güce karşı “boyunduruğu gevşeterek dikbaşlılığa yeltenmek” ve açıkçası, “soyut düşünce” ile uğraşmaları gerekçesiyledir. Kendisinin ürktüğü sanat dilinin anlam zenginliğini, basit iletişimin sözcük düzeyine indiren otorite, Hölderlin’in genç kahramanı Hyperyon’un, Alman arkadaşına yazdığı mektubun içeriğine bu gerekçeyle temkinli yaklaşır:

“Güzel şeyleri seven, sanatçılarındaki dehaya değer veren ulusların yaşadığı yerlerde hayat rüzgârı gibi esen bir birlik havası vardır, orada duyular çekingenliklerinden sıyrılarak gelişir, egoismalar erir, gönüller inançla gelişir ve hayranlıklar doğar. Böyle ulusların ülkesi bütün insanların yurdudur. Bir yabancı da orada bulunmaktan hoşlanır.”[6]

Kuşkusuz, “daha iyi bir dünya”dır burası.

…ve edebiyat

İlkelerine sonuna kadar bağlı kalmanın bedelini canıyla ödeyen Ütopia (1516) yazarı Thomas More’u, filozofları temsilen bir kenara bırakıp edebiyatımızın iki öykü(cü)süne, Sait Faik ile Nahid Sırrı Örik’e geçmeden sanatçılar adına, Hayyam’ın bir dörtlüğüne değinmek istiyorum:

“Ah, Tanrı dünyayı yeniden yarataydı
Yaratırken de beni yanında tutaydı
Derdim: Ya benim adımı sil defterinden
Ya da benim dileğimce yarat dünyayı.”

Ömer Hayyam’ın, bu hayli iddialı dizeleri, “dikbaşlılığı” da aşan ölçüdeki radikal bir istektir. Friedrich Schiller’in, “Yeryüzünün Paylaşılması” şiirinin son dörtlüğünü, Hayyam’ın talebine yukarının bir cevabı olarak okuyabiliriz gibi geliyor bana.

Zeus dedi: ‘Ne yapsak, bu dünyayı verdim ben,
Benim malım değildir şehirler kırlar artık;
Ama gökte benimle yaşamak ister isen,
Her gelişte cennetin kapısı sana açık.’”

1944’te yayımlanan ilk romanı Medarı Maişet Motoru, “hayatı tozpembe göstermediği” gerekçesiyle toplatılan Sait Faik, “Ay Işığı” adlı öyküsünde, büyük şehirlerde iş arayan anlatıcısını sonunda bir gazeteye gönderir. Gazetenin yönetim bürosunda, bir tür sınav için başmuharririn karşısına çıkan anlatıcı, “hükümetler hakkında ve rejimler konusunda hiçbir fikri” olmadığını, tek amacının para kazanmak için “röportajlar yapmak, muhabirlik etmek” olduğunu söyler konuşmanın başlangıcında. Onun açıklaması böyle iken başmuharririn, “Nasıl bir dünya arzuluyorsunuz?” sorusuna cevabı ise canlılar adına “daha iyi bir dünya” projesidir:

“–Nasıl bir dünya mı? Haksızlıkların olmadığı bir dünya… İnsanların hepsinin mesut olduğu, hiç olmazsa iş bulduğu, doyduğu bir dünya… Hırsızlıkların, başkalarının hakkına tecavüz etmelerin, bol bol bulunmadığı… Pardon efendim! Bol bol bulunmadığı ne demek? Hiç bulunmadığı bir dünya… Sevilmeye layık, küçük kızların orospu olmadığı, geceleri hacıağaların minicik kızları caddelerden yirmi beş lira pazarlıklarla otellere götüremediği, her genç kızın namuslu bir delikanlı ile konuşabildiği, para için namus, ar, hayâ, hayat, gece, gündüz satılamadığı bir dünya… Muhabbet tellallarının günde otuz lira kazanmadığı bir dünya… Sokaklarda sefillerin bulunmadığı bir dünya… Kafanın, kolun, çalışabildiği zaman insanın muhakkak doyabildiği, eğlenebildiği bir dünya… İçinde iyi şeyler söylemeğe, doğru şeyler söylemeğe salahiyetle kıvranan adamın, korkmadan ve yanlış tefsir edilmeden bu bir şeyleri söyleyebildiği bir dünya…”[7]

Sultan Hamit Düşerken adlı romanıyla adını sonraki yıllarında duyurabilmiş Nahid Sırrı Örik, “Şair Necmi Efendi’nin Bahar Kasidesi” (Sanatkârlar) adlı öyküsünde ekonomik sorunları nedeniyle saray kökenli eşinin zorlamasıyla saray çevresi için övgüler yazmak zorunda kalan bir şairin çaresizliklerini anlatır. Eşinin, saraydan caize alabilmek için istediği övgü şiirlerini bir tülü yazamayan Necmi Efendi, sonunda içinde hissettiği baharın kasidesini özgür iradesiyle “yakuttan, zümrütten elmastan ve inciden nihayetsiz bir zincir gibi, kelimeler, fikirler, teşbihler ve tasvirler birbirlerini velyederek ruhundan beyninden mütemadiyen kaleme ve kâğıda iniyor” biçimde yazdığında, yaşanabilir “daha iyi bir dünya” kurgulamıştır kendince. Şaire vereceği caize hatırına övülen kişiliksiz sadrazam Abdülkadir Hulusi Paşa ile onun vurgunculukla edindiği köşkünün adı geçmeyen bu yeni kaside, “insanların yalan söylemedikleri bir memlekete, çirkinlik olmayan, hırsızlık bulunmayan, cürüm ve ceza bilinmeyen bir memlekete, ayak öpülmeyen ve ayak öptürülmeyen bir memlekete ait baharı tasvir ed[en]” bir kasidedir.[8]

Birbirlerinden esinlenmediklerini düşündüğüm iki öykücünün, düşledikleri “daha iyi bir dünya” karşılık bulmamıştır elbette, bulamazdı da. Sait Faik’in, başmuharrirle görüşen kahramanına gazetede çalışması için haber gönderilmezken Necmi Efendi’nin kasidesinde istediklerini göremeyen eşi Gülfam Hanım, “gözlerinde tehevvür kıvılcımları birden tutuşarak” yerden aldığı şiir yazılı kâğıtları hiddetle ve nefretle “yatakta yatan vücuda, yastıkların ortasında gömülü duran başa uzat”ır hiddetle. Tanık olduğu kötülükten olası bir iyilik çıkarma uğraşındaki “soyut düşünce” yanlısı sanatçının, verili/dayatılan dünyanın dışına çıkmayı başarıp da yarattığı yaşanmaya değer bu yeni alternatif dünya, verili dünyasını dayatan otoritenin pek de hoşuna gitmez doğal olarak çünkü alternatifi onaylamak, mevcut durumdan sorumlu olmayı kabul etmektir.

Edebiyat metinlerinin, çok zaman yaratıcılarıyla benzer kaderi paylaşmaları, onların yaratıcılarının pek de hoşa gitmeyen bu ‘alternatif dünya’ önermeleri nedeniyledir. Ne biçimde şekillenirse şekillensin geleceğin dünyası, orada mutlaka edebiyat okunacak ve bizler edebiyat metinlerini okumayı sürdürdükçe, kendimizi tanıdıkça, edebiyat, içimizdeki dünyayı zenginleştirerek bizi olduğumuzdan daha iyi bir insan yaparken içinde bulunduğumuz dünyanın gidişatını anlamamızı da kolaylaştıracaktır. Çünkü edebiyat, John Sutherland’ın deyişiyle “kendi zihnimizden daha büyük zihinlerle kurulan bir diyalogdur”[9] da ondan. İngiliz şair Thomas Hardy’nin şu iki dizesinin, aralarında sanatçıların da olduğu “daha iyi bir dünya arayışı”na çıkacak canlıların yolunu aydınlatacağını düşünüyorum:

“Daha iyiye giden yolda ilerlemek isteyen,
En kötüye bakmalı gözünü ayırmadan.”


[1] Karl R.Popper, Daha İyi Bir Dünya Arayışı, çev. İlknur Aka, YKY, 2010, s. 7.

[2] Sait Faik Abasıyanık, Mahalle Kahvesi, Türkiye İş Bankası Yayınları, 2016.

[3] Thomas More, Utopia, çev. Sabahattin Eyüboğlu, Vedat Günyol, Cem Yayınları, 1993, s. 59.

[4] Francis Bacon, Denemeler, YKY, 2000; s.70.

[5] Orhan Hançerlioğlu, Düşünce Tarihi, Remzi Kitabevi, 1977, s. 308.

[6] Hölderlin, Hyperion II, çev. Melahat Togar, MEB, 1990, s.103.

[7] Sait Faik Abasıyanık, Havada Bulut, Türkiye İş Bankası Yayınları, 2016, s. 21.

[8] Nahid Sırrı Örik, Sanatkârlar, Oğlak Yayınları, 2009, s. 160.

[9] John Sutherland, Edebiyatın Kısa Tarihi, çev. Tufan Göbekçin, Alfa Kitap, 2018, s. 371.