İnsan Haklarının Sonu’nda, Douzinas’ın umut ilkesiyle...

"İnsan hakları metinlerinde, soyut (İsa’vari) insan ne kadar eşitlikçi düzenlenirse düzenlensin, işin içine cinsiyet, renk, etnisite, (+), yani maddi özellikler girince vaziyet hiç de eşitlikçi olmaz... İşte İnsan Haklarının Sonu bu yarılmayı soruşturmanın, bu bahisle soyut eşitlik mülahazasını, insan haklarının evrenselliği iddiasını –rahatsızlık verici şekilde– bozmanın/sökmenin kitabı."

15 Temmuz 2021 10:00

Douzinas’ın İnsan Haklarının Sonu kitabının keşfi benim için bir devrin kapanışına değilse de açılışına tekabül etti ve tam da bu yüzden metin hem bir mutluluk hem de bir lanet olarak üzerime çöktü. Eleştirel hukuk felsefesi üzerine okumak, yazmak, hasbihal etmek gibi bir derdi olan herkesin bir şekilde tesadüf etmesi kaçınılmaz olan, olması gereken bu kitabı okuyup da ziyadesiyle sarsılmamam, artık eski kabıma/kaplarıma sığmam, hem bir “insan” hem bir “kadın” hem bir “hukukçu” (...) olarak mümkün değildi. “İnsan Haklarının Zaferi”yle başlayan öykü “İnsan Haklarının Sonu”yla biterken, insan haklarının sonunun geldiğine iyiden iyiye ikna olmuştum ve fakat aynı zamanda o sonu gelen şey beni daha çok çekiyordu kendine, ben bırakmak istesem de sıkıca tutuyordu. Artık daha ayan şekilde biliyordum: İnsan hakları değil ve fakat insan hakları uğruna yollar yürümek benim, bizim, sizin için, onlar için kaçınılmazdı. O aralıkta, zaferle sonun arasında bir yerlerde, hukukla adalet arasındaki o asla kapanmayacak yarıkta salınmaya/haklarımızı aramaya mahkûmduk. İnsan hakları diye bildiğimiz bugüne kadarki her şey bu hareketten/yolculuktan/yarıktan çıktı.

Dekonstrüktif Bir Yolculuk

Douzinas’ın kitabı da zaten bir yolculuk hem de bir sahada/mıntıkada değil, yarıkta, sınırda süren, bozup yapan veya yıkıp inşa eden bir yolculuk. Ancak bu harekette/yolculukta ne yazar ne de okuyanı yıkılanın var olan bir bina olduğunu ve yeniden inşa edilenin de o yıkıntılardan azade olmadığını inkâr edebiliyor. Haliyle metin boyunca üzüm yemek için bağcı dövülür de, övülür de. Eleştirinin, eleştirel ve/veya dekonstrüktif olanın kaçınılmaz kaderi... Nihayetinde Herakleitos’un dediği gibi, “inişi olmayan yolun çıkışı da yok”.

Her şey dikeyle ve haliyle nomosla başlar, bir kez daha. “O gizemli adalet”i ararken Platon’un karanlık, kesif kokulu mağarasında açarız gözlerimizi, lakin Sokrates öl(dürül)ür, daha doğrusu kurban edilir. Arada Augustinus’un Tanrı Şehri’nde ilahi yasa/tabii hukuk gözlerimizi kamaştırsa da bu ışık bir yanılsamadır; eni sonu Freud’un buram buram yasa ve haliyle arzu kokan, Lacan’ın merkezsiz öznesinin boylu boyunca uzandığı divanında devam eder hikâye. Gittiğimiz yer Tanrı Şehri’ne ya da cennete yükselmek değil, düşüş; Heidegger’in “hızlı bir düşüş eşiği” dediği yerdeyiz. Bu yüzden Batılı, mülk sahibi, beyaz, heteroseksüel, erkeğin yasası(zlığı)nın hüküm sürdüğü günümüz mülteci kamplarında son bulur İnsan Haklarının Sonu isimli hikâye. Ancak şimdilik son bulur. Zira ötekiyle paylaşılan bu dünyada “öteki”nin, mesela bir “öteki” olarak mültecinin biricik yüzüyle karşılaşılır. Bu yüz(ler) alabildiğine davetkâr(lar), ancak yasal sorumluluğu değil, başka bir etik sorumluluğu, daha doğrusu başkalık etiğinin sorumluluğunu üstlenmeye davet etmekte(ler).

Tekrar baştan başlayalım: Âdettendir; isyankâr ve de meftun(e) Antigone’nin sesi duyuluverir aradan ve Aristoteles’in fragmanlarından. Mevzumuz insan hakları olunca logos ve ethos işin içinde zaten. Ancak bir kere ilk günah işlenir, adalet başka dünyalara, mesela Stoacıların altın çağına havale yoluyla gönderilir. Artık belki de adına “On Emir” demenin daha doğru olacağı Aquinas’ın ilahi yasası mevzu bahis ve bu yasa muktediri eleştiren değil, muktedirin yasası. Şimdi ve “insan”ın “öteki”yle eşit olduğu değil, “öteki”nin kurdu olduğu varsayılan bu dünyada, dünyevi tanrılar olsa olsa günahkâr insanın huzurunu sağlamakla yükümlü. İşte bu yükümlülük gereğince tabii hukukçulukla hukuki pozitivizm iç içe geçer, devletin hukuku hukukiliğin tek biçimi olur, güvenlik uğruna mutluluk feda edilir. Heidegger’in Varlık dediğinden fırlatıldığını unutmuş, kendi üstüne kapanmış, düşünüyorsa var olan, irade sahibi özne her şeyin merkezine oturuverir. Ancak özgür ve fakat bir o kadar da tabi bir özne ve onun her halde keşfetmekle, sonra da tabiiyetle yükümlü olduğu yasa, artık devletin yasası mevzu bahis olan. Kant’ın yasası... Hobbes’un Leviathan’ı... Margaret Thatcher’ın bireyi... Ölmemek için itaat eden, taahhütte bulunan modern özne ve onun bireysel hakları... Hiçbir ülkenin yurttaşı olamayan, insan haklarının sıfır noktasındaki mülteci...

İnsan Haklarının Sonunda haklar neye yarar?

Kant’ın yasası, Hobbes’un toplum sözleşmesi derken, modern çağ, bildirgeler çağı ve “ötekileri dışlayarak bazıları açısından korunan yeni bir ayrıcalık türü olarak yurttaşlığa” ve yurttaş olmamaya gelip dayanır mesele. Hem tarihte hem kitapta…

Tamam, insan hakları evrensel de, ötekiler, yabancılar, göçmenler, mülteciler hukuk öznesi değil. İnsan hakları herkes içindir, yabancılar hariç. Douzinas’ın “performatif çelişki” dediği bu hariçte kendini gösteriverir. Haklar bu bildirgelerde ve halefleri olan tüm o ışıltılı insan hakları metinlerinde herkes için var ve fakat bu sadece muhteva. O muhtevanın ilanı, kelimenin tam manasıyla vaaz edilişi performatif, bu açıdan eşitleyen, bölen, toplayan, varsayan ve ister istemez varsaymayan, şedit bir edime tekabül eder. Evrensellik daha tutamadan kayıp gider elimizden ki, zaten “beyaz bir mitoloji” olarak dünyaya gelmişti. Douzinas’ın kitapta Marx ve Burke’ye uğradığı sayfalarda dediği gibi, hakların öznesi “ya gerçek olamayacak kadar çok soyuttur ya da evrensel olamayacak kadar somuttur”. Artık Tanrı köşesine çekilince iş Akıl Tanrısı’na ya da Tanrı olmuş insana düşmüş. Ancak “insan” olmanın da bir ölçüsü var; öyle herkes kolayca “insan” da, hukuk öznesi de olamaz. Butler’ın dediği gibi, bazıları zaten insanken, bazıları insan olmaya çalışıp duracak.

Elbette insanı asgari “insan”, maddi hasletlerinden arınmış, neredeyse “İsa” olmuş “insan” olarak ele alırsak, tüm insanlar haysiyet ve hak sahibi. Nitekim insan hakları metinlerinin “insan” dediği de takriben böyle bir şey. Ancak bu metinlerde, soyut (İsa’vari) insan ne kadar eşitlikçi düzenlenirse düzenlensin, işin içine cinsiyet, renk, etnisite, (+), yani maddi özellikler girince vaziyet hiç de eşitlikçi olmaz. Homo humanus ve homo barbarus aynı derecede “insan” olamaz; birileri “çok insan”, diğerleri “az insan”, ötekiler “hiç insan”. Bu ikilikten ve aradaki yarılmadan kaçış yok. İşte İnsan Haklarının Sonu bu yarılmayı soruşturmanın, bu bahisle soyut eşitlik mülahazasını, insan haklarının evrenselliği iddiasını –rahatsızlık verici şekilde– bozmanın/sökmenin kitabı.

Tam da bu sebeple Douzinas “eşitiz” demez fakat yine de “eşit olmalıyız” demekten vazgeçmez ve kitap boyu bir biçimde hep “tikel adaleti” sorar, yazar ve umutsuzca arar. Umutsuzca arar, zira “logonomosentrizm”in hüküm sürdüğü dünyamızda yasadan ve onun varsay(may)an, işaret eden, kesen, örseleyen, genelleyen şiddetinden, işte yine o yarılmadan külliyen kaçış yok. İnsan Haklarının Sonu’nda, bir hukuk kitabında, psikanalitik telakkinin merkezî bir vaziyet alması da bundan; Lacan’ın kastrasyon ve öznenin inşası arasında kurduğu ilişkinin ikincil/hukuki versiyonu, Douzinas’ın hukuki kastrasyon dediği yüzünden –object petit a misali– haklar da hep ertelenir ve fakat hep de onların ardına düşülür. Haklar ardına hep düşülendirler, zira arzunun sebebi gibi hak arayışı da nihayete eremez ve (imkânsız) haklar mütemadiyen daha fazla hakkı kışkırtır/çağırır.

Douzinas tikel ve bu manada hakiki adaleti arayışının neticesi olarak değil, süregiden bir cüzü olarak, bize başka bir “etik”ten bahseder. Pek aşina olmadığımız bir etik, başkalık etiği bu ve evvela Hegel uğrak yeri. Bu uğrak yerinde şu soruyla karşılaşılmakta: Hani günümüz insan hakları mülahazasının üzerine oturduğu, kendisiyle hemhal olmuş, ötekinden, ötekinin arzusundan azade, birey diye bir şey hakikaten söz konusu mu?İnsan Haklarının Sonu’nda cevap “hayır”. Aksine, hakları karşılıklı tanınma ve haliyle özneler arası ilişkilerden azade düşünmek mümkün değil. Sonrası mecburi istikamet olarak Levinas ve ötekinin biricik hikâyesi ve yüzü...

Bitirirken

“Hukuki metafiziğin gerçek insanların acılarına ayıracak zamanı yoktur” der Douzinas. Hukuk kuralları tikel, somut insana değil, itibari “hukuk kişi”sine hitap eder. Bu bahisle hakiki etik sorumluluk özgür irade faraziyesinden ve yasadan değil, hakiki acılardan çıkar/çağırır. Bir izleyici olarak ben somut bir insan hakları ihlalini gördüğümde, o biricik hikâyeyle ve yüzle karşılaştığımda bir sorumlulukla da yüz yüze gelmiş olurum.

Bu yüz yüze geliş, bu sorumluluk, bu davet insan haklarını, hatta o metinleri değersizleştirmeye değil, aksine takip etmeye yönelik. Eni sonu “adalet” yok değil, Douzinas’ın başka bir metnine ve elbette Derrida’ya atıfla söyleyecek olursam “adalet yapıbozum”dur ve insan hakları imkânsız olduğu kadar da zorunlu bir vaattir. Douzinas’ın “gelecekte kısmen doğrulanabilecek şimdiki yalan” dediği insan haklarının peşinden gidebilmek, kaçış imkânına tutunmak belki de Žižek’in umutsuz olma cesareti dediğine kuşanarak mümkün olabilir.

Evet, Douzinas bir “evrensel insan hakları” mefhumunu bozuma uğratıp dururken, diğer taraftan bizi “umut ilkesi olarak insan hakları” yolunda, beyhude (olmayan) bir çaba vermeye, umutsuz olma cesareti göstermeye/umut ilkesine sahip çıkmaya, insan haklarını söküp söküp takarken kollamaya davet etmekte. Nihayetinde insan hakları umut ettiklerimizle baskı gördüklerimiz arasında gelişmiş ve gelişecek. Aynı anda hem kurtaran hem tahakküm kuran, koruyup kollayan ve fakat diz çöktüren, Janus gibi çift suretli insan hakları, tam da onlardan yoksun olanların, cehennemi yaşamış ve bu bahisle cenneti hayal edenlerin dilinde yasa değil şarkı, Douzinas gibi söylersem “çığlık” olmuş ve olacak. İşte tam bu noktada İnsan Haklarının Sonu bir yol hikâyesi olduğu kadar davet metni, aynı zamanda bir sınır hattı kitabı. Burada tekinsizlik, keşmekeşlik, iki/çok yüzlülük, dağılma ve fakat dağıla dağıla toparlanma ve yıkıla yıkıla inşa mevzu bahis olan. Hem zehir hem ilaç olan insan haklarına da böylesi bir metin yakışır.

 

 

GİRİŞ RESMİ:

5 Haziran 1989. Pekin’deki Tiananmen meydanında T59 tanklarının karşısına dikilen meçhul direnişçi. Fotoğraf: Stuart Franklin