İnsan hakları tarihini tekrar yazmak

"Douzinas’ın projesinin genel amacı, sonu geldiği, içindeki değiştirici/devrimci nüveyi kaybettiği iddia edilen insan hakları kavramına yeni bir soluk getirmek ve hukukun temeli olarak adalet anlayışına okuru davet etmek."

29 Temmuz 2021 09:00

Sevgili Ezgi Duman K24’te yayınlanan eleştiri yazısında Costas Douzinas’ın İnsan Haklarının Sonu kitabının “bir devrin kapanışına değilse de açılışına” tekabül ettiğinden söz etmekte. Kitabın Türkiyeli hukuk okurunu davet ettiği bu alışık olmadığımız literatür ve hukuku düşünme biçiminin tarihi üzerine birkaç söz söylemek isterim.

Hukuk kitabı deyince aklımıza ne gelir? Sanırım klasik imaj, küçük ve zor okunan bir yazı fontu ile yazılmış, oldukça sıkıcı görünen, kalın bir kitap olur. Bu imajdaki hukuk eğitimi de o kitaplarda yazanları hatmetmeye dayanan bir şey olsa gerek. Hukukun adalet dağıtma ve üretmeye dair iddiasının belki de kitabın dipnotlarından birinde kaybolup gittiği, usule yönelik detaylar, sonu gelmeyen mevzuat, madde ve fıkralar ile dolu, ‘eski dil’ ile yazılmış, içeri girmesi çok zor ve eğer içeri ‘düşülmüş’ ise de, çıkmanın mümkün olmadığı, Kafkaesk bir yığın. Nitekim bizzat Kafka da, ‘hukuk kitabı okumak talaş yemeğe benzer’ der arkadaşına yazdığı bir mektupta. (Franz Kafka, Letters to Friends, Family and Editors, 1977)

Özellikle İngiltere ve ABD gibi müşterek hukuka (kanunun sadece meclis değil, aynı zamanda hâkimler tarafından da davalarda ‘yapıldığı’ hukuk sistemi) dayanan ülkelerde bu imaj oldukça geride kalmış durumda. İngiltere’de hukuk teorisi ve eğitimine soldan müdahale özellikle ’80’lerde, eleştirel hukuk konferansları ve bu konferanslar çevresinde şekillenen yeni bir hukuk teorisi tartışmalarıyla gelişir. Eleştirel hukuk teorisi hukukun özel-kamu hukuku, kanunlar ve istisnaları gibi bazı varsayımlarını hedefe oturtarak başlar. O yıllarda Marksist teoriye post-yapısalcı yazın da eklenir. Özellikle Lacan ve psikanalizin de etkisiyle solun içindeki teorik tartışmalar hukuk fakültelerine, konferanslarına ve makalelerine sıçrar. Hem sol içinde hem de eleştirel hukuk fakültelerinde en temel sorulardan biri şudur: Marks ve Engels’in öngördüğü gibi sanayi toplumlarında sınıf çatışması neden bir devrim hareketine dönüşmüyor? Sosyal bağ ve toplumsal eşitsizliğin yeniden üretiminde ve eşitsizliğin kabul edilir ya da görünmez hale gelmesi sürecinde hukukun rolü nedir? İşte bu sorulara, ya da neo-liberalizmin sınırsızca egemen olduğu ’80’li yılların umutsuzluğuna cevap ararken eleştirel hukuk yazını da Hegel, Foucault, Derrida, Deleuze, Lacan, Nancy gibi 20. yüzyılın son yarısında teoriye döner. Buna bir de yeni medya teorileri eklenir. Nitekim 2000’lere geldiğimizde bu teorik zenginliğe anti-kolonyal teori (özellikle Fanon) ve toplumsal cinsiyet teorileri (özellikle Butler) de eklenecektir.

Costas Douzinas’ın bu kitabı da bu çok-kaynaklı, çok teorili eleştiri geçmişini insan hakları tarihini tekrar yazmaya girişerek harika bir şekilde yansıtan bir eser. İnsan Haklarının Sonu tarihsel bir gelişim sürecini izleyerek, bir modern durum olarak insan haklarının tarihini yeniden anlatmaya girişiyor. Bu tarihi tekrar okuma girişiminin amacı da aslında neyin adil olduğuna ve neyin adil olmadığına dair ortak bir anlayışa, yani bir ortak etiğe işaret eden doğal hukuk (natural law) kavramıyla insan hakları tarihini birleştirmek. Nitekim Douzinas’ın projesinin genel amacı da sonu geldiği, içindeki değiştirici/devrimci nüveyi kaybettiği iddia edilen insan hakları kavramına yeni bir soluk getirmek ve hukukun temeli olarak adalet anlayışına okuru davet etmek.

Aydınlanmadan bugüne doğal hukukun tarihiyle insan haklarının tarihini birlikte okumanın Douzinas’ı getirdiği yer insan haklarının bugününe dair eleştirilere bir alternatif sunmak. Bu çabanın da elbette yanıt olmaya çalıştığı bir soru var: İnsan hakları bahanesiyle dünyanın birçok yerinde halkların kafasına bombalar yağarken, kendisine insan haklarının koruyucusu payesi biçen zengin Batı ülkelerine ulaşmaya çalışırken Akdeniz’de boğulan, insan tacirlerinin eline düşen binlerce yoksul gözlerimizin önündeyken insan haklarına bir önem, bir gerçeklik atfetmeye devam etmeli miyiz gerçekten? Devletler tarafından araçsallaştırılan, liberal birey ve dünya görüşüyle gelişen insan hakları diskurunun bize hâlâ sunduğu bir şey var mı? Douzinas’a kalırsa bu soruların yanıtı koşullu bir evet; eğer insan hakları aydınlanmada gördüğümüz direnişçi, isyankâr yanını kendi yarattığı paradoksun bir parçası olarak kullanırsa insan hakları tekrar inşa edilebilir. Nitekim insan haklarının değiştirici gücü ve enerjisi de kendi yarattığı bu paradoksta yatar. Douzinas’ın Ernst Bloch’a atıfla söylediği gibi, bu “insanın henüz belirlenmemiş̧, ileri doğru basınç̧ yapan doğasını” ifade eden doğal hukuk ve insan haklarının hayata geçirilmemiş̧ potansiyelidir. Öyleyse insan haklarından bahsettiğimizde ‘tarihin sonunun geldiğini’ iddia eden liberal dogmaya ve onun sinizmine karşı konumlanan, çelişkili ama enerjiyle dolu bir adalet talebinden bahsederiz.

İnsan Haklarının Sonu bize oldukça geniş bir tarihi kapsayan, etkileyici bir entelektüel zenginlikle yazılmış bir metin sunuyor. Devrim fikrinin kitleler arasında sönümlendiği ’90’lı yılların kaybolmaya yüz tutan devrim ve özgürlük anlatılarının gölgesinde, o sinizme bir cevap olmayı amaçlıyor. Bu amacı da alternatif bir aşkın özgürlük anlatısı yerine, bireyle toplumun karmaşık ilişkisine ve öznenin oluşumuna insan hakları kavramının adalet talebi aracılığıyla bizleri davet ederek buluyor. Toplum ve birey arasındaki karmaşık ilişkiyi anlamaya ve insan hakları fikriyle birlikte okumaya çalışırken Douzinas’ın yüzünü döndüğü iki önemli isim var; Lacan ve Levinas. İnsan hakları, insanın tatmin edilemeyen arzuları ve ‘tam olma’ peşinde ümitsiz koşusunun bir yansımasıdır Douzinas’a göre. Tamamlanmış ve eksiksiz olma, tanımlanma (recognition) arzusu tatmin edilemez, çünkü her şeyden önce ilk arzuyu (Lacan’a göre anneyle bir olma arzusu) sembolik bir arzuya dönüştürür. İnsan hakları, öyleyse aslında sonu gelmeyen, içi de farklı şekillerde doldurulabilen bir arzu nesnesidir. Bu bireyi ileriye doğru iten arzu, ancak etik ve kaçınılmaz olarak politik bir adalet diskuru ile birleşebilir. Bu anlamda bu kitabın yönelttiği eleştirinin ya da gösterdiği direnişin öznesinin liberalizmin mutlak egemenliğinin yarattığı umutsuzluk olduğu söylenebilir: Umutsuzluğu sinizme kapılmak yerine hak arayışı marifetiyle bir itkiye, etik bir iddiaya dönüştürmek mümkündür Douzinas’a göre. Kitabın güçlü olduğu yer aynı zamanda aşil topuğu da; Douzinas sanki kitap boyunca nereye ulaşmak istediğini iyi biliyor, hâkim olduğu teorik zenginliği de o yere ulaşmak için bazen biraz fazla zorluyor gibi. Nitekim Lacan’ı, Levinas’ı ve Derrida’yı birlikte okumak oldukça yukarı konmuş bir teorik hedef.

İnsan Haklarının Sonu Türkiye’de sayısı yüzü geçen hukuk fakülteleri ve hukuk öğrencileri için alışık olmadıkları bir insan hakları ve hukuk felsefesi metni sunuyor. Belki de en başarılı şekilde yaptığı şey ’68 sonrası gelişen teorinin çok-katmanlı ve çok-kaynaklı yapısına, buna muhtemelen alışık olmayan okuru cesaretle davet etmesi.