İki salgın arasındaki Türkiye’de Veba’nın ötesindeki Camus’ye bakmak

“İnsanlığın acılarının kaynaştığı Pandora kutusundan Yunanlılar bütün ötekilerden sonra hepsinin en korkuncu olan umudu çıkarmışlardı. Bundan daha duygulandırıcı simge bilmiyorum. Çünkü umut, inanılanın tersine, boyun eğişle eşdeğerdir. Yaşamaksa boyun eğmemektir.”

08 Ekim 2020 17:30

Hâlâ devam eden korona virüsü salgınının ilk anda yarattığı şok ve insanları evlere kapa(t)maya zorlayan koşullar nedeniyle mart ayından bu yana salgın ve yazın ilişkisini konu edinen pek çok yazı yayımlandı. Bu ilişki edebiyat dahilinde çeşitli bağlamlarda araştırma konusu da olmaya devam edecektir. Bu yazılarda –tüm dünyada olduğu gibi– Bocaccio’nun Dekameron’u, Gabriel Garcia Marquez’in Kolera Günlerinde Aşk’ı ve Albert Camus’nün Veba’sı hep ilk bahsedilen, öne çıkarılan yazınsal anlatılar oldu. Bu da esasen her biri dünya edebiyatının klasik kanonu içinde yer alan anlatılar olduğu için doğal bir durum. Bu süreçte dikkat çekici husus, Camus’nün Veba romanına odaklı okumaların pek çoğunun sadece ve doğrudan salgın teması üzerinden yapılması ve benzer bir çerçeve içinde konumlanmış olmasıydı. Veba romanı bazen sadece bilinen bir örnek, bir yazıda bilgi veya okuma önerisi olarak sunulurken, bazen de salgın ile ilgili daha ayrıntılı ve gayretkeş, ancak Camus’nün felsefi tutumuna ve anlatıdaki farklı karakterler ile işlenen, yaşama ve ölüme karşı gösterilen çeşitli duruşlara pek yer vermeyen yazıların konusu oldu. Bu bakımdan, bu yazının asıl meramı her ne kadar Veba romanını anlamlandırma ve yorumlama olmasa da, salgın ile ilişkisini kurmak açısından belirtilmesi gereken birkaç önemli husus var. Alelade bir doktor olan Rieux önderliğinde bir grup insanın küçük bir kentte vebaya karşı birlikte savaşımını anlatan “düz” bir konu ve olay örgüsüne sahip olsa da roman hem anlatının kendi bağlamında hem de düşünsel bağlamda bu “düz”lügün çok ötesine geçiyor.

Veba romanının sonunda ölümler azalmaya başlamıştır ve nihayetinde havai fişekler patlatılır: veba sona ermiştir. Romanın başkahramanı Doktor Rieux, bir evin taraçasından vebanın bittiğini müjdeleyen bu ışık şenliğini izler ve o da herkes gibi biri olarak yaşanan tüm acıların ötesinde şehrin sakinleriyle aynı duygu yoğunluğu içinde birleşir. Fakat daha bilinçlidir o. Veba ve öldürücü etkisi –şimdilik– bilinmeyen bir süreye dek ortadan çekilmiş de olsa, asla tam olarak yok olmayacağını bilir çünkü:

“Şehirden yükselen coşkun sevinç seslerini dinlerken Rieux bu sevincin her zaman bir tehdit altında bulunacağını düşünüyordu. Çünkü kendini sevince kaptırmış halkın bir şeyden haberi olmadığını ve kitaplarda okunduğu gibi, veba mikrobunun ne öldüğünü ne de kaybolduğunu; sayısız yıllar boyunca mobilyalarda ve çamaşırlarda uykuya dalabileceğini; odalarda, mahzenlerde, sandıklarda, mendillerde, eski kâğıtlarda sabırla bekleyeceğini ve zamanı gelince, bir gün insanları yola getirmek ve felaketlerine sebep olmak için vebanın farelerini uykularından kaldırıp mutlu bir şehre ölmeye gönderebileceğini biliyordu.[i]

Bir gün tekrar ortaya çıkacaktır bu kötülük ve insanların kötücül tutumlarını veba salgını sürecinde ortaya seren bu doğal ölüm sebebi. Veba ölümün ve olağan kötülüğün bir tezahürüdür sadece. Başka veya yine aynı yerde, çok başka bir zamanda ve bambaşka bir bağlamda ortaya çıkabilir veba. Romanın bu son paragrafı ve vebanın simgesel yönü aslında salgından önceki ve (şimdiki) Türkiye’nin ta kendisini düşündürüyor. Açıkçası, yüze takılan maskelerden başka çok da bir şeyin değişmediği bugünlerde, Türkiye’de korona virüsü salgınından önce de daha etkili ve uzun süreli bir salgının varlığı, görünmez ama tüm yıkıcı ve yozlaştırıcı boyutlarıyla ülkeyi etkisi altına almıştı zaten. Ancak son birkaç yıldır fütursuzca ve artık dayanılmaz bir boyuta varan baskıcı ve hoşgörüsüz tutumlar, keyfi siyasi uygulamalar, hukukun varlığının ve dolayısıyla adalet duygusunun iyice yok olması, şiddetin sıradanlığı ve kamusallaşması, bu sıradanlığın özel ve kamusal alanda neredeyse kanıksanması, kanıksanmasa bile artarak tekrar etmesi, herhangi bir konuda farklı ve görece alışılmadık fikir beyan etmenin bırakın bir eylem olarak gerçekleşmesini, normatif bir prensip olarak bile dillendirilmesine tahammülün olmaması, zaten başka türlü bir salgının varlığını gözümüze batırıp bedenlerimizde ve ruhlarımızda hissettiriyordu. Bu salgın ne veba ne de korona virüsü ama toplumun kılcal damarlarına dek nüfuz etmiş kitlesel boyutta ahlaki, düşünsel ve siyasal bir salgın olarak pek çok alanda erozyona ve yıkıma yol açıyor. Bazılarının gurur duyacağı “milli ve yerli” bir salgındır söz konusu olan. Bu metaforik bağlamdaki salgın gerçeği elbette Veba romanı ile özdeşlikler kurularak okunabilir. Ölüm karşısında insanların bireysel ve kolektif olarak aldığı tutum ve tutumun kendi yaşamlarına yansıması, ölüm olarak ortaya çıkan vebadan daha önemlidir bu romanda. Ölüme bakış açısı yaşama şeklini de belirler bir bakıma. Yukarıda belirtilen bu görüş ve yorumlama çerçevesini de gözeterek bu yazı Camus’nün aslında ihmal edilen ilk iki deneme kitabını bilenlere hatırlatmak, bilmeyenlere de tanıtmak, bu iki salgın karşında bireysel ve ahlaki düzlemlerde neler yapılabileceği üzerine Camus´yü 21. yüzyılda tekrar yorumlamak gayesindedir. Zaten suskunluk, bıkkınlık, siniklik, şiddet, nefret, liyakatsizlik gibi türlü formlarda ve koşullarda tüm ülkede uzunca bir süredir artarak hüküm süren bu salgına karşı bireysel ve ahlaki olarak nasıl bir tutum içinde yaşanabileceğini ve yozlaşmadan bireysel olarak var olunabileceğini vurgulamak temel husustur burada.

Camus’nün ilk eseri 1937 yılında basılan ve Türkçeye Tersi ve Yüzü olarak çevrilmiş deneme kitabıdır.[ii] Bu kitaptaki yazılar 1935-1936 yıllarında ve yirmili yaşlarının başındaki genç Camus’nün elinden çıkmış, çağrışımlara da yaslanan düşünsel denemelerdir. Beş denemeyi içeren bu ilk yapıt –geriye dönük bakmanın avantajı sayesinde– büyük bir yazarın habercisidir denebilir. Çünkü bu denemelerde ortaya koyduğu düşünceleri, insancıl tutumu ve izlekleri Camus sonraki tüm roman, öykü ve tiyatro oyunlarında temellendirir, daha kapsamlı şekilde ele alır. Sözgelimi, kitabın ilk denemesi “Alay” üç farklı yazgının ölümle birleşmesini konu edinir. Camus ölümün herkesin için olduğunu, ne var ki her ölümün de kendine göre olduğunu ifade ederken, yaşam karşısında daha o yıllarda ölümün insanı hayata bağlayan bir olgu olduğunu vurguluyor. Bilinçli varoluş ölüme karşı bir başkaldırıdır. Bu deneme her şeye karşın yaşama bağlılığın açık bir göstergesi olan ve salt ahmakça bir iyimserlikten öte yaşama istencini iliklerine kadar hissettiren kısa bir cümle ile sonlanıyor: “Ölüm herkesin başında, ama herkesin ölümü kendine göre. Olsun, güneş gene de ısıtıyor kemiklerimizi.”[iii] Burada tüm denemelerinde etkisi görülen Akdenizlilik müspet bir unsur olarak yer alıyor. Sonuçta Akdeniz kıyısında bir Cezayir şehri olan Oran’da büyüyen Camus, Veba’da da bu şehri romanın mekânı olarak kurgular.

Kitabın ikinci denemesi olan “Evetle Hayır Arasında,” Camus’nün yoğun ve izlenimci düşüncelerini, “hüzne indirgemeye çalıştığı başkaldırısını” ve kendi yaşamından anları sunar okura. Bu kitaptan beş yıl sonra yayınlanacak olan Yabancı (1942) romanında anlatılan “saçma” duygusu ve bireyin toplumdan soyut yaşamını bilgece bir öngörü ile ele alır; şöyle yazar Camus: “Yabancılığını duydukça acısının bilincine varır.” Camus’nün Sisifos Söyleni’nde felsefi ve insani açıdan tartışacağı varlık sorunsalı, bireyin bu dünyada olma durumu ve bu durumun saçmalığını bu denemesinde hulasa eder adeta:

“Bir insan acı çeker, mutsuzluk üstüne mutsuzluğa uğrar. Katlanır bunlara, yazgısını benimser, iyice yerleşir içine. Saygı görür. Sonra bir aksam hiç; bir zamanlar çok sevdiği bir dostuna rastlar. Dostu biraz dalgın konuşur onunla. Evine dönünce adam kendini öldürür. Sonra gizli dertlerden, bilinmeyen dramdan söz edilir. Hayır, ille de bir neden gerekirse, dostu kendisiyle dalgın konuştuğu için öldürmüştür adam kendini. Böyle işte, dünyanın derin anlamını duyar gibi olduğum her seferde onun basitliği şaşırttı beni.”[iv]

Camus saçma olarak nitelenen bu durumun kendiliğindenliğiyle ile yetinmez, ölümün bir son olarak bilinmesine karşın yaşamın değerini ve neden yaşamak gerektiğini felsefi ve insani boyutlarıyla ele alır. Yani ölümden hareket ederek yaşama bağlanır Camus’nün dünya görüşü bu denemelerde. Daha sonra başkaldırı felsefesi olarak billurlaşacak bu dünya görüşünün ontolojik ve epistemolojik temeli ölümün yaşamı değerli kıldığı için önemli olmasıdır. Veba romanının konusu, mekânı ve karakterleri değiştirilmiş olsa da temel düşünsel bağlamının ve izleğinin aynı olduğu –ki bu kez mekan Veba’daki Oran değil, onun karşı kıyısındaki İspanya’nın Cadiz şehridir– tiyatro oyunu Sıkıyönetim’in başkahraman Diego bir aydınlanma ânında söyle haykırır: “Yaşam kadar ölüme de değer verenlerin soyundanım ben.”[v] Bu kısa ve öz, Akdeniz sıcaklığının mutluluğu ile var olmanın hüznünü izlenimci ve hümanist bir bakış açısıyla ele alan denemeler, henüz tam manada “işlenmemiş” bir dünya görüşünün tezahürleridir. Bu bakımdan Camus’nün ikinci yayımlanmış eseri olan Düğün’e (1938) de kısaca değinmek gerekiyor.[vi] Bu yine kısa denemelerden oluşan yapıt, zaman ve bağlam bakımından Tersi ve Yüzü ile benzerlikler içerir. Her iki kitap da Cezayir’de ve birkaç yıl aralıkla yayımlanır. Konusu insanın varlık sorunsalı olsa da, ikinci kitaptaki denemelerin düşünce yönelimi biraz farklıdır. Camus’nün eserlerinin pek çoğunu çeviren Tahsin Yücel’in de yerinde bir tespitle belirttiği gibi, Tersi ve Yüzü’nde Camus, insanı ve insanın yaşam karşısında duyumsadıklarını anlatır ve sorgular. İzlenimci, hümanist ve dingin bir Akdeniz coşkusu vardır kitabın geneline yayılan. Düğün’de ise Camus artık dünyaya ve bu dünyadaki nesnelerin kendisine yönelir.[vii] Bu nesnelerin kendisi üzerindeki etkisinden söz açar Camus ve oradan da daha insan-nesne etkileşiminin evrensel boyutunu kavramaya çalışır. Burada söz konusu edilen insan-madde arasındaki bağdır ve bu bağın bireyin Heidergerci bağlamda dünyada olma durumuyla (Da-sein/being-in-the-world) ilişkisidir.[viii] Sözgelimi, “Tıpasa’da Düğün” denemesi denizi ve güneşi, “Djemila’da Yel” ise hiçbir yere çıkmayan yollarıyla bir kenti ve bu kent karşısında duyumsadığı yoğun coşkuyu öykü türüne yaklaşan bir anlatım kurgusuyla ele alır. Esasen bu içten gelen varoluş duygusunun hüznü ve coşkusu daha sonra Sürgün ve Krallık’taki öykülerde yeniden işlenmiştir.[ix] Üçüncü deneme “Cezayir’de Yaz”, ölümün de ötesine geçen umudun bir olgu ve tutum olarak yanlışlığını –şiirsel bir üslup ile– başkaldırı felsefesine giden temel önermeyle dillendirir:

“İnsanlığın acılarının kaynaştığı Pandora kutusundan Yunanlılar bütün ötekilerden sonra hepsinin en korkuncu olan umudu çıkarmışlardı. Bundan daha duygulandırıcı simge bilmiyorum. Çünkü umut, inanılanın tersine, boyun eğişle eşdeğerdir. Yaşamaksa boyun eğmemektir.”[x]

Birkaç yıllık ara ile yayımlanmış bu deneme kitapları, düşünsel içerikleri ve yazınsal tutumları ile birbirini tamamlar. Biçem olarak olabildiğince yalın ve kısa cümlelerle aktarılan düşünce ve duygular, kurgusal yönünü güçlendirir bu denemelerin. Zaten bir sav veya düşünceden yola çıkmaktan öte Camus, ilk gençlik dönemindeki anılarına, sezgi, tutku ve gözlemlerine dayanarak mekân ve nesnelere ilişkin izlenimlerini öykü türüne yakın bir yapı ve bağlam içinde ele alır. Yer, güneş, deniz, ağaç betimlemelerinin çokluğu ve bunlarla kurulan duyusal ve düşünsel ilişkinin çerçevesi bireyin bu dünyada bulunma ve var olmasının sancısını yalın bir üslup ile sunar. Yukarıda birkaç kez bahsedilen coşkunluk, doğa betimlemeleri ve imgeler düşüncenin önüne geçmez yine de. Aksine, bu anlatım tarzı varoluşa dair sunulan düşünceyi olgunlaştırırken, bunu bireysel izlenimler ile örnekleyen ve doğrudan var olma durumunu salt bir düşünce veya felsefi bir konu başlığından öte yaşamın kendisi kılan bir tutum izler. Bilinçli veya bilinçsiz bir insanlık halidir varlık. Camus özellikle sonradan yazacağı romanları ve felsefi metinleriyle bireyi öne çıkaran, ahlaki ve felsefi sorumluluk içinde, ölüme rağmen bilinçli bir varoluşu, yani yaşamı temel alan bir yönelim içindedir. Başkaldırmak yaşama karşı yaşayarak bir değer oluşturmaktır nihayetinde. Tıpkı Tutunamayanlar’da Turgut Özben’in kendi “ben”ini bilinçli olarak oluşturmaya çalışırken yaşam ve ölüm ilişkisinin kendince diyalektiğini vurguladığı gibi: “Ölümü bilerek yaşamak istiyorum Olric. Yaşamın anlamını bilmek için, ölümün anlamının karanlıkta kalmasını istemiyorum.”[xi]

Düşünmeye, bilinçli bir mana arayışına salgın nedeniyle yaşamın kendisinde ve edebiyatta görünür ve keskin bir dönüş olur mu? Bu şimdilik farazi bir soru olmak ile beraber Türkiye’de iki salgının birlikte yaşandığı bu koşullar içinde, uzun vadede edebiyatta bir dönüşüm ve etkileşim olabileceğini yadsımaz. (Post-)modern yazın anlayışının ve küresel kapitalist yayıncılık piyasasının gerekliliklerinin göz ardı edilemediği bir ortamda, Camus hem çizdiği düşünsel ve ahlaki çerçeve hem de bu çerçeveyi oluşturan anlatıların içeriğinin ve dilinin yalınlığı yazarlar ve okurlar için belki ilham kaynağı olabilir. Nasıl ki Türkiye`deki salgınlar bize nefes almanın değerini, demokratik olmayan bir kamunun acizliğini, basit bir sokak gezintisinin mutluluğunu, gösteri yürüyüşünün ve kendini özgürce ve korkmadan ifade edebilmenin gerekliliğini ve önemini gösteriyorsa bu kısa metinler de bu salgınlarla mücadelenin esasen en basit olandan ve birey olarak kendinden başlayabileceğini belirtiyor. Kendi sorumluluğunun yanında başkalarına karsı da sorumluluk hissinin ve eylemin olması! Başkaldırmak sözcüğünün anlam ve çağrışımı ilk olarak siyasal olanı akla getirse de, siyasal bir duruştan önce çağın her türlü baskısına karşı bireysel bir tavır alıştır. Bu da ideolojik bir duruştur nihayetinde, ama politikaya indirgenemeyecek bir duruş! Her şeyin anlam ve değerinin elimizden kayıp gittiği ya da çoğalarak bölündüğü bir çağda en çok da kendine dönmek ve oradan hareketle var olmaktır esas olan. Yoksa, zaten Sıkıyönetim oyununun ana izleği gibi yönetimler değişir, baskı kalır; biçim, söylem ve anlam değiştirir.

Bu kadar olumsuzluk içinde, işsizliğin rekor kırdığı, issiz genç sayısının bazı ülke nüfuslarından fazla olduğu, sosyal adaletsizliğin bir norm olarak kanıksandığı, özgürlüklerin siyasal keyfiyete göre belirlendiği bir ortamda Camus`un metinleri ve düşünceleri bizi elbette kurtaramaz. Herkes de yarın bu metinleri almak ve okumak için kitabevlerine koşacak değil. Ancak kayıtsızca ya da çaresizce beklemekten ziyade, kendimizden başlayarak bireysel ve kolektif varlığımıza dönük arayışlar içinde olmalıyız ki ortak ve demokratik paydada birlikte ve birey olarak var olabilelim.

NOTLAR:


[i] Albert Camus, Veba, çev. Oktay Akbal, 4. basım, İstanbul: Say Yayınları, 1982.

[ii] Albert Camus, Tersi ve Yüzü, çev. Tahsin Yücel, İstanbul: Can Yayınları, 1991.

[iii] Camus, Tersi ve Yüzü, s. 50.

[iv] Camus, Tersi ve Yüzü, s. 59.

[v] Albert Camus, Sıkıyönetim, çev. Bertan Onaran, İstanbul: Büyülüdağ Yayınları, 1990, s. 106.

[vi] Albert Camus, Düğün ve Bir Alman Dosta Mektuplar, çev.: Tahsin Yücel, İstanbul: Can Yayınları, 1997.

[vii] Tahsin Yücel, “Sunuş”, Albert Camus, Düğün ve Bir Alman Dosta Mektuplar içinde, çev. Tahsin Yücel, İstanbul: Can Yayınları, 1997, s. 7.

[viii] Martin Heidegger, Being and Time, çev. Joan Stambaugh, Albany: State University of New York Press, 1996, s. 172-179.

[ix] Albert Camus, Sürgün ve Krallık, çev. Nihal Önol, İstanbul: Varlık Yayınları, 1982.

[x] Camus, Düğün, s. 59.

[xi] Oğuz Atay, Tutunamayanlar, 98. basım, İstanbul: İletişim Yayınları, 2020, s. 349.