"Belki de ilk defa görev duygusuyla bir kitap yazdım!"

Erkek şiddetiyle öldürülen kadınların hepsi şehittir. Ataerkilliğe boyun eğen, onun nimetlerinden faydalanmaya tenezzül eden aşağılık erkekler tarafından öldürülmüşlerdir

05 Aralık 2019 12:30

Hatice Meryem, son kitabı Bir Kadını Öldürmeye Nereden Başlamalı?'da 11 ayrı bölümde kadına yönelik erkek şiddetine bulunan bahaneleri ve şiddetin biçimlerini anlatıyor bize. Yıllar önce Ot dergisinde yayımlanan öykülerini kitaplaştırmaya, annesi Emine Bulut gözleri önünde öldürülen Bilge’nin çığlığını duyduğu an karar vermiş. Annesini, karısını, uzaktan uzağa sevdalandığı kadını, özgür ruhlu olduğu, namusundan şüphe ettiği, kendisine yüz vermediği, çok dırdır ettiği bahanesiyle ve haklı olduğundan bir an bile şüphe etmeden farklı yöntemlerle öldüren 11 erkek, eril tahakkümün tüm hayatımızı nasıl kuşattığını da gösteriyor. Son yıllarda çok daha fazla tartışılır olan kadına yönelik şiddete karşı bir çığlık gibi olan bu metin hakkında Hatice Meryem’le söyleştik.

Ben ve birçok kişi sizi Sinek Kadar Kocam Olsun Başımda Bulunsun ile tanımıştık. O metin daha sonra tiyatroya uyarlandı. Biraz o süreci anlatır mısınız? 

Yıllar önce telefonum çaldı. Genç bir kız sesi duydum. Kitabı sevdiğini, sahneye uyarlamak istediğini söyledi. Sevindim. Kalkıp bir de İstanbul’a gelince sevincim arttı. Karşılıklı konuştuk. Hayatlarımızdan, kocalarımızdan, çocuklarımızdan, kitaplardan, filmlerden... Uzun uzun. Çaylı sigaralı bu güzel sohbetin sarhoşluğundan olmalı yayınevine haber vermem gerektiği bile aklıma gelmedi. Funda’ya (Funda Mete) kitabı sahneye koymasından mutluluk duyacağımı söyledim ve başka işlere güçlere dalıp mevzuyu unuttum. Kısa bir süre sonra oyunun ilk gösterimini izlemek için Ankara’ya gittim. İzledim. İlk gösteri olduğu için bazı eksiklikleri vardı ama kendime sakladım. Oyun sonrası hep beraber yemek yedik, bol bol güldük, bol bol konuştuk. Sonra ben yine İstanbul’a döndüm ve yine işlere güçlere dalıp yine oyunu unuttum. Yalnız arada bir internetten Ankara Devlet Tiyatrosu’nun web sitesine girip Türkiye’nin değişik şehirlerinde oynandığını görünce seviniyordum. Madden ciddi bir karşılığı olmasa da manen mutluluk vericiydi. Nihayet oyunun 400. tekrarı için Funda “Çık gel artık!” dedi. Sesi sitemliydi. İlk gösterimden sonra bir kez bile izlememiştim. Sanki oyunu yetim bırakmış gibi bir hisle, suçluluk duygusuyla koşup gittim Ankara’ya. Oyunu izlerken başım döndü, bir yerinde ağlamaya başladım. Bana ne olduğunu sonra idrak ettim. Oyuncu kadınlar sahnede muhteşemdiler. Sahnenin bir ucundan diğerine adeta uçuyorlardı. Karşımda nefis bir oyun vardı. Hayran kaldım. Tabii maalesef oyunun bir kere bile İstanbul’a gelememiş olması, buna kimi bürokratik engellerin ya da imkânsızlıkların sebep olması bu küçük ve sıcak komünün yüreğinde hâlâ bir sızıdır. 

Son kitabınız Bir Kadını Öldürmeye Nereden Başlamalı? 11 bölümde eril şiddetin tarihi adeta… Özellikle “kadına yönelik şiddetin tarihi” demedim. Çünkü, eril şiddet başta kadına zarar vermekle birlikte, şiddetin failine de zarar veriyor ve toplumsal barışı, huzuru tehdit ediyor. Bu anlamıyla politik bir bağlantısı var. Siz son yıllarda kadına yönelik şiddetin arttığını düşünenlerden misiniz, yoksa medya tanıklığıyla görünür hâle geldiğine inananlardan mısınız?

Evet, eril şiddet toplumsal barışı ve huzuru tehdit ediyor ve elbette mesele politik. Yalnız eril şiddetin kadınlarla birlikte geyleri, transları, kendi dışında tüm cinsiyetleri ve yönelimleri tahakküm altına aldığı ve kolaylıkla öldürdüğü düşünülürse, kendine verdiği zarar bizi çok da ilgilendirmemeli diye düşünüyorum. Bu saldırgan erilin şiddetidir toplumsal barış ve huzuru bozan. Gemi azıya almış ataerkilliktir bugün toplumsal barış ve huzuru bozan. Toplumda huzur barış bırakmayan şey budur. Bu hep vardı, binlerce yıldır. Milattan önce ve sonra, dinlerden önce ve sonra. Biliyorsunuz kadınları kumlara gömdüler, yaktılar, tecavüz ettiler, evlere kapadılar. Bugün ne mi değişti? –Başka şeyler de var ama–  yaklaşık iki yüz yıllık tarihi olan feminizm felsefesi etkisini göstermeye başladı. Kadınlar yaklaşık iki yüz yıldır haklarını alabilmek için can verdiler. Hatırlarsak bundan on beş yirmi yıl kadar öncesine kadar hayat kadınlarına tecavüze ceza indirimi uygulanıyordu! Bugün yok. Bugün kadınlar boşanma hakkı istiyor, nafaka hakkı istiyor, rızayla cinsel ilişki hakkı diyor. Hâliyle gücün doruklarında gezinen, artık bir tür iktidar sarhoşluğuyla ne yaptığını bilmez hâlde kendini kaybetmiş ağzından salyalar akıtan ataerkil erile kafa tutuyor. Bugün feminizm meyvelerini veriyor. Erkek şiddetiyle öldürülen kadınların hepsi şehittir. Ataerkilliğe boyun eğen, onun nimetlerinden faydalanmaya tenezzül eden aşağılık erkekler tarafından öldürülmüşlerdir. Hepsini rahmetle anıyor, evlatlarına, ailelerine başsağlığı diliyorum. 

Bu kitap Sinek Kadar Kocam Olsun’da kullandığınız tekniğe benzer bir teknikle kaleme alınmış. İlk kitaptakinden farklı olarak bu kitapta genellikle kadın figürler daha güçlü, daha hayat dolu ve müdanasız. Ne dersiniz?

Sinek Kadar Kocam Olsun’daki kadınlar da kesinlikle teslim olmamışlardı. Kitapta onlar sadece toplum içinde inşa edemedikleri şahsiyetleriyle hapsedildikleri âlemleri kabullenmiş, tevekkül sahibi ve yaşayabilmek için dalgaya vuran, teselli mekanizmaları icat eden kadınlardı. Bir Kadını Öldürmeye Nereden Başlamalı? ’daki kadın figürleri ise talep eden ve taleplerinin karşılığını canlarıyla ödeyen kadınlar. 

Buradan devamla kitapta dikkatimi çeken bir başka şeye değinmek istiyorum: bazı bölümlerde şiddete uğrayan kadınlar, muhafazakâr ahlâki normlara, ataerkil kültüre göre makbul olmayan karakterler ve bizimki gibi kültürlerde ve de hukuki uygulamalarda şiddetin hafifletici nedeni olarak görülen hâl ve tavırlar içinde, karşı cinsle ilişkilerinde rahat ve özgür ruhlu kişiler. Bu portreleri özellikle çizdiğinizi düşündüm ve çok hoşuma gitti. Bir meydan okuma gibi gördüm ve şiddet hiçbir koşulda meşru görülemez, diyormuşsunuz gibi geldi. Ne dersiniz?

Kesinlikle şiddet hiçbir koşulda meşru görülemez. Mesela fark ediyorsunuzdur, ataerkil kültürde erkekler, ekonomik krize girdiklerinde sık sık eşlerini ve çocuklarını da öldürdükten sonra intihar ediyorlar. Son üç ay içerisinde iki böyle vakâ gördüm televizyonda. Hayret ettim. İntihar öncesi seri cinayet işliyor adam. Sebep? Güya benden sonra aileme kim bakacak endişesi! Yahu sen kendini öldüreceksen öldür. Niye can alıyorsun, ne hakla? Belki onlar hayatla mücadele etmeyi tercih edecek?  Yok aile, yok sevgi... İnanılır değil bu masallar. Hepsi martaval. 

Gerçek şu ki, kadını tahakküm altında tutabilmek için kız çocuklarının şahsiyetlerini inşa etmelerine izin vermiyor, onları daha “çocuk akıllarıyla” evlendiriyor, anne olmalarına izin veriyoruz. Aile, belki kadın şahsiyetini inşa ettikten sonra kurulursa hoş bir şey olabilir. Tersi sadece kadının köleliğinin satın alınmasıdır. Güvenlik ve konfor karşılığında. Maalesef kadının bu acziyetinin farkında olan eril zihniyet bu durumdan faydalanıyor. Hattâ bu yapı günümüzde öylesine semirmiş durumda ki, toplum – devlet el ele vermiş kadınları çocukluklarından tabuta kadar döve döve öldürüyor. 

Tüm kitap boyunca, şu mâlum “Herkes sevdiğini öldürür” sözü kulağımda çınladı. Sevmek hiç de masum ve tekin bir duygu değil aslında, diye düşündüm. Bölümlerden birinde de “Onunsa yapması gereken şey gayet basit. Kendisini sevmene izin verecek” dedirtiyorsunuz katil erkeğe. Sevgiye, aşka karşılık beklemek ve bunu dayatmak eril tahakkümün ayrılmaz bir parçası. İstediğini alamayınca bedelini ödetmek de öyle. “Ya benimsin, ya toprağın” yaklaşımı yüzyıllarca çok can yaktı. 

Sevgi tek başına sıkıntılı bir şey değil. İnsana çok yakışıyor. Ancak sevgiye karşılık beklemek? Bakın o çok tehlikeli. Kadın-erkek tüm insanlar yapıyor bunu. Karşılık bulamayınca da deliriyor. Ancak aralarında sadece erkek öldürüyor. Kadınlar öldürmüyor mesela veya bir genelleme yapabilecek kadar vakâ sayısı yok elimizde. Erkek öylesine kibirli bir varlık ki, “Ben seni sevmişim, sevgimi sana lütfetmişim, sen kimsin ki beni sevmiyorsun” mantığıyla indiriyor kadının beline baltayı. Bu günümüz psikiyatrları tarafından incelenmeye, irdelenmeye muhtaç bir patoloji değil mi sizce de? 

Kitabın sonundaki “Ben Bu Kitabı Niye Yazdım” bölümü bir çığlık gibi. Bu kitabı yazmadan duramayacaktınız, diye düşündüm. Ne dersiniz?

Hakikaten bu kitabı yazmadan ölseydim gözüm açık giderdim diye düşünüyorum ben de. Kitaptaki öyküler Ot dergisinde altı yedi yıl kadar önce yayımlanmıştı. Üzerlerinde biraz daha çalışma ihtiyacı duyuyordum. Esas olarak kitabın dilini bulduğuma emindim ama ayrıntılara bakacak, belki birkaç öykü daha yazacaktım. Cinayetlerin son bulmadığını görüyoruz! Nitekim sonra Emine Bulut öldürüldü. Herkesin gözleri önünde. Küçük kızının gözü önünde. Türkiye gibi ben de evladının “Anne ölme ne olur! Anne lütfen ölme!” diyen sesiyle sarsıldım. Hâlâ kulaklarımda… Sanki benim için o an zaman durdu. Sanki her şey gözümde değersizleşti; sanat, edebiyat, dil, kurgu, tema, atmosfer, estetik kaygılar… Belki de ilk defa görev duygusuyla yazdığım kitaptır Bir Kadını Öldürmeye Nereden Başlamalı?. Şahsî bir teması da var, söylemek zorundayım, o küçük kızın çığlığına benzer bir çığlığı çocukken ben de atmıştım. Maalesef duyan olmamıştı. Ben o çığlığı tanıyordum. Ona bakarken kendimi görür gibi oldum. Bizim evde de her an bir cinayet işlenecek gibiydi. Ben bunu yakın akrabalarıma anlatır, el aman yardım isterdim. Onlar da anne babamın birbirlerini çok sevdikleri için böyle olduklarını söylerlerdi. Sevginin böyle bir şey olmadığını çocuk yaşta bile biliyordum. Bugün hâlâ onların da bunun sevgi olmadığını bal gibi bildiklerini ama göz yumduklarını düşünüyorum. El elin eşeğini türkü çağırarak arardı ne de olsa. Aman bize kimseye dokunmasın da... Bir de utanmadan bana “her evde böyle şeylerin yaşandığını, bunun normal olduğunu, hayatıma bakmam gerektiğini” söylerlerdi. Yapamazdım. Okulda dersleri dinleyemezdim. Arkadaş edinemezdim. Gülemezdim. Neyse... Üzücü hatıralar işte. Annesi gözlerinin önünde öldürülen o küçük kızın çığlığını duyduğum an daha fazla dayanamadım. Bir şey yapmam gerekiyordu. Elimde bir tek bu öyküler vardı. Sevgili Tanıl Bora’yı aradım. Durumu anlattım. Sağ olsun, var olsun, “hemen hazırlayalım” dedi. 

Her bölüme eşlik eden Seda Mit illüstrasyonları da kitaba değer katmış. Seda ile ortak mı tasarladınız görselleri, yoksa o metinleri okuduktan sonra kendisinde kalan tortuyla mı şekillendirdi bunları?

Seda’yla önceki kitabım Yetim zamanında tanıştım. Kapağı yaptığı an ona âşık oldum. O çok derinlikli ve yetenekli bir kadın. Bir Kadını Öldürmeye Nereden Başlamalı?  kitabımın kapak ve iç sayfa illüstrasyonlarını da o tasarladı. Kapağı gördüğüm an mutluluktan kalbim duracak sandım. Kitabın duygusuna, ruhuna uygundu. İletişim Yayınları’nda canla başla çalışan arkadaşlarım Kerem, Emre, Merin ve Suat da çok beğendiler. Hepimiz Seda’yı tebrik ettik. Hakikaten dediğiniz gibi kitaba değer kattı illüstrasyonlar. 

Sanırım senaryo yazarlığı da yaptınız bir süre. Televizyon için yazmak size nasıl hissettiriyor?

2010-2011 sezonunda başladım senaryo yazarlığına. Sıfır tecrübe. Edebiyat denen o gizli, o korunaklı âlemde dört nala koşmaya alışkın serseri bir zihin benimkisi. Senaryo ise kaideli kurallı, üstelik futbol gibi endüstriye dönüşmüş koca bir mecra. Başlarda çok zor oldu. Hiç sevmedim. Adımı jeneriğe koymaktan imtina ettim. Mahlas kullandım. Meryem Gür. İki kadın arkadaşımla beraber yazdığım ilk dizi çok ses getirdi. Gazeteciler röportaj yapmak istediler. Reddettim. Patronum Fatih Bey sağ olsun beni düşündüğü için “Meryem söyleşi verirsen kitaplarının satışı da artar” dedi ama benim aklıma yatmadı. Çünkü Türkiye’deki edebiyat kültür âleminin (en azından kültürel hegemonyayı – en azından kendilerince – elinde tutanların) çok ortodoks olduğunu, beni aforoz edebileceklerini söyledim ona. Benim asıl tutkum edebiyattı. Ona halel getirecek hiçbir şeyi yapmazdım. Senaryo yazarlığını bir parça küçümsediğim bile söylenebilir ilk zamanlar. Bunda –yine o zamanların dizi dünyasının emeklemeye başladığı yıllar olduğu düşünülürse – doğruluk payı vardı. Sonra sonra zaman içinde hayatımı idame etmek için bu işi yapmaya devam ettim. Düştüm kalktım. Yara bere aldım. Bazı bölümleri yazarken tansiyonum on dörde çıktı, bazen bölüm toplantılarından sonra hastane acillerine koştum. Son dokuz yılımı yani hemen hemen kırk yaşımla elli yaşım arasını böyle geçirdim. Tabii, bu esnada senaryo yazmayı öğrendim. Hikâye kurmayı, onu seyirciyi sıkmadan belli bir akıcılık ve merak duygusuyla sürdürmeyi... Sonunda bu işi sevdiğimi kendime itiraf ettim. Evet, yapımcılar haşin, senaristler yorgun bezgin, sert, kıyasıya acımasız bir dünya ama değişik. Bu dünyayı da sevdim. Bugün senaryo yazarı olduğum için keyifliyim. Ahir yaşımda böylesi saygın bir meslek edindiğim için kendimle gurur duyuyorum!