"Kayıp olan Hayriye Hanım değil, bu ülkenin ta kendisi..."

Figen Şakacı, Bitirgen'le başlayıp Hayriye Hanım'ı Kim Çaldı? ile sonlanan bir büyüme hikâyesine dâhil etti bizi. Çünkü biraz da Türkiye'nin hikâyesiydi, bizim hikâyemizdi anlattığı...

28 Eylül 2017 14:00

Figen Şakacı'nın 2011'de Bitirgen'le başladığı büyüme hikâyesi Pala Hayriye'yle devam etti ve nihayet henüz yayımlanan Hayri Hanım'ı Kim Çaldı? ile noktalandı. Şakacı, kahramanını çocukluğundan yaşlılığına kadar yalnız bırakmadı bu macerasında. Okurlar da Bitirgen'in Hayriye Hanım olma yolculuğunda dönemlerin içinden geçerek bir Türkiye portresinin içinde buldu kendini. Şakacı ile Bitirgen'likten Hayriye Hanım'lığa uzanan yolda kahramanını konuşacaktık ama ister istemez Türkiye de sızdı sorular arasına...

Bitirgen'le başlayan, Pala Hayriye ile devam eden "büyüme" hikâyesi Hayriye Hanım’ı Kim Çaldı? ile noktalandı. Bitirgen’le tanışdığımızda biz, bunun bir üçleme olacağını biliyorduk, açıklanmıştı. Peki, sen bu hikâyenin tüm yol haritasını çıkarmış mıydın zihninde, yoksa Hayriye’nin kendi yolunu çizmesine izin mi verdin? Bir yazarın kahramanıyla yolculuğunu öğrenmek için soruyorum bunu...

Bitirgen’e başladığımda yolumun uzun olacağını biliyordum. Bir ömre, bir kız çocuğunun büyümesine eşlik ve tanıklık etme niyetim vardı ama ayrı ayrı kitaplar hâlinde değil de, bir kitapta ayrı bölümler hâlinde düşünmüştüm önce. Sonra Bitirgen’in diline o kadar dolandım ki, hemen öbür tarafa atlayamadım. Aradan biraz zaman geçmesi, zihnimde durmadan cır cır konuşan Bitirgen’in susmasını bekledim. Sonra Pala Hayriye en bıçkın hâliyle ve 90’ların sertleştirdiği kabuğuyla çıktı karşıma. O yılları, üniversitedeki sol çevreyi, erkeklerin kadınlar üzerinde kurmaya çalıştığı entelektüel iktidarı, küçük küçük otoritelerin bir genç kızın zihin dünyasında ne tür baskılar yarattığını, içinde bulunduğumuz politik ortamın kişiliğimizi nasıl şekillendirdiğini düşüne düşüne yazdım. Pala Hayriye olmak ne demekti? Neyi sembolize ediyordu, bunun altını iyice doldurmak için kocaman bir erkek dünyasına düşmesi gerekiyordu Hayriye’nin. Kendi diline varmak, o erillikten kendi kadınlığını ayıklamak için.... İki yıl da bu çabayla geçti. Sonra gene durdum. Bir daha baktım Hayriye’nin geride bıraktığı yıllara ve önüne açılan yollara. Diyeceğim biraz kendi demini bekledi her bir roman, biraz da niyetimle şekillendi. Ama şunu itiraf edeyim, daha Pala Hayriye’yi yazarken; Hayriye Hanım’ı Kim Çaldı? ismini bulmuş ve çok sevmiştim. Nasıl yazacağımı bilmiyordum ama orada beni bekleyen çatlak bir kadın olduğuna adım gibi emindim.

HAyriye Hanım'ı Kim Çaldı?, Figen Şakacı, İletişim YayınlarıHayriye’yi tanıdıkça kendi dünyasında pek çok şeyin de simgesi hâline geldiğini gördü okurlar: Direnişin, umudun, tutunma çabasının, temiz kalpliliğin, neşenin... Senin için nedir Hayriye, kahramanın olması dışında?

Senin söylediklerine ancak uyumsuzluğunu, huysuzluğunu, müzmin bir yalnızlık hâlini, aşka ve dostluğa olan inancını, çok ince bir zarla kaplı kırılgan kalbini, dünyaya ve hayata bakarken ekşiyen yüzünü, sarkan dudağını, öfkesini küfürle, dansla, alayla dışa vuruşunu ekleyebilirim. 90’ların bıçkın Hayriye’sinden, hanımlığa terfi ettiğindeyse bu özelliklerinden fazla bir şey kaybetmiyor ama beli de az bükülmüyor hani, kuyruğu dik tutayım derken ta içinden eğildiğini de yazdığı metinlerden anlıyoruz zaten.

Hayriye’yle geçirdiğin zamandan sana neler kaldığını da öğrenmek isterim doğrusu. Pek çok kitap, pek çok şey öğretir okuruna ama kitapların yazarlarına öğrettikleri de hiç azımsanmamalı; bunu merak ediyorum...

Ne güzel bir soru. Durdum, arkama yaslandım. Fazla düşünmeden ilk dilime gelen şu; şikayet etmemeyi öğretti en çok Hayriye bana. Durmadan ucu kaçmış çileye dolanıp, orada kaybolmamayı belletti kafama vura vura. Sonra sabrı öğretti, seyretmeyi, sözün tasarrufunu, sözcüklerin büyüsünü, hem yere hem göğe yakın olmayı, kendini nihayet olduğu kişi olarak, kabul edişini, olmayı değil aramayı, bulmayı, yıkıp yeniden yapmayı,  seçmeyi ve sevmeyi öğretti. Ha bütün bunları öğrendim de başım arşa mı değdi, elbette hayır. Demek istediğim biz birlikte büyüdük, o benden önce yaşlandı.

Son roman Hayriye Hanım’ı Kim Çaldı?’ya gelelim... Diğerlerinden farklı bir kurguyla ilerliyorsun burada. Bir kere romanın adından da anlaşıldığı gibi artık Hayriye Hanım olan Hayriye yok ortada. Yani diğer iki romanın ve aynı şekilde bu romanın başkahramanı olan Hayriye, burada fiziken değil tüm yaşadıkları ve ardında bıraktıklarında var oluyor. Hikâyenin merkezindeki karakterin fiziken hikâyede olmayışı kurgu açısından bir arayışa itti mi seni? Ya da nasıl zorluklar çıkardı karşına?

Kayıp bir kahramanın izini sürmek beni çok iştahlandırdı. Hayriye Hanım yok ama ondan kalanlar ona ve memlekete dair pek şey anlatıyor... Üstelik iki kâdim arkadaşın, Rüya ve Hayriye’nin birbirlerinin hayatlarına hem çok yakın hem çok uzak oluşları da arkadaşlığa sorulan iki ucu sivri bir bıçak gibi ortada duruyor... Rüya, Hayriye Hanım’ı ararken kendine yaklaşıyor, artık ortada olmayan can yoldaşı hakkında hiç bilmediği şeylerle karşılaşıyor. Bu çok heyecanlandırdı beni... Birbirimize ne kadar içimizi açıyoruz, kendi içimizi ne kadar biliyoruz? Yaş almak bizi benliğimiz hakkında bilgeleştiriyor mu yoksa hep eksik bir parçayı mı arıyoruz? Yaşlılık bir olmuşluk mu, durmuşluk hâli mi? Tahammülün azaldığı, köşelerimizin daha da sertleştiği, dilimizin yılankavi manevralarla ağzımızın içinde dönüp durduğu bir hale mi geliyoruz? Bu sorular kurguyu doğurdu. Tabii ta Bitirgen’e başlarken her kitap kendi içinde bir bütün olsun istedim. Kendi dilinde anlatsın hikâyesini karakterlerim. Bitirgen’i 80’lerin diliyle onun çocuk aklı ve çocuk kalbiyle, o özgürlük, o cesurluk, o hesapsızlıkla yazdım. Pala Hayriye 90’ların derdiyle dertlensin, kendi kimliğini ararken yan yollara sapsın, yalpalasın, dikilsin, hasar tespit çalışmaları yapsın... Hayriye Hanım’a gelinceye değin epey bir süre bekledim. Önce Hayriye Hanım’ın ağzından başladım, yazdım da yazdım. Fena da olmamıştı hani. Sonra bir gecede her şeyi sildim ve yeniden başladım. Evet sildikten sonra yeniden masa başına oturmak biraz zor oldu. Çünkü dışarda kıyamet kopuyordu ve ben her sabah hangi ölüm haberine, hangi tutuklanma hayretine düşüp saçımı başımı yolacağım korkusuyla uyanıyordum. Ben evimin bir odasında bembeyaz parlayan ekrana bön bön bakarken, dışarda olanlara bigane kalamıyor, hiçbir yere sığamıyorken sağır ve kör mü olacaktım? Sonunda bir sayfiye yerine, can arkadaşımın dağa bakan bir evine sığındım da yeniden yazmaya başladım.

Hayriye’yle birlikte bir büyüme hikâyesi okurken aslında bir değişimin de hikâyesini okuyoruz değil mi? Sadece Hayriye’nin değil, bir toplumun değişimi bu aynı zamanda... Son romanda neleri kapsıyor bu değişim?

Biz nasıl insanlar hâline geldik? Asıl soru buydu benim için. Yaş aldıkça sokaklar üzerimize kapandı, biz evlere... Gündemi bilgisayar başında izleye izleye kahrolan, birbirine antidepresanlar tavsiye eden, vitamin takviyeleriyle ayakta kalan, suratsız, umutsuz, mutsuz seyirciler miyiz sadece? Bunca yolu teperek geldiğimiz nokta bu mu sahiden? Benim kuşağıma bir hâller oldu, benden yaşlılar tası tarağı toplayıp kaçtı. Hayriye Hanım’ın dediği gibi arkadaşlarımın çoğu içeri tıkıldı, susturulmaya çalışılıyor. En ufak bir itirazın bedeli herkesin içine korku salıyor ve bu otosansürü olağan hâle getiriyor, aman bulaşmayım, aman bana kimse bulaşmasın refleksi gelişiyor. Sahilinde yürüyemediğimiz, çimenlerine boylu boyunca uzanamadığımız (çünkü çimen yok artık hiçbir yerde) bir şehir artık burası. Hatıralarımın üzerinden her gün dozerler geçiyor. Her zaman bir şeylerle mücadele ediyorduk ama sistemli bir kötülükle karşı karşıya kaldığımızda ne yapacağımızı bilmiyorduk ki. Hiç çalışmadığımız yerden vurdular bizi. Tehlikelerin adresi belliydi yani, şimdi nereden ne zaman çıkacağı meçhul! İliğimize kadar işleyen bu değişimden ruhsal olarak çok yaralandık. Hayriye Hanım da yaş aldıkça seyircisi olduğu bu gidişata ancak yazarak karşı durmaya çalışıyor. Bu sadece yazanı değil, yaşayanı da yoran, yıpratan bir süreç... Biz büyüdükçe dünya kirlenmedi sadece, biz de kirlendik. Her birimizin üzerine kan sindi, toz, kurum, is-pas sindi. Hiçbir zaman neşeli, mutlu bir toplum olmadık ama umudumuz vardı. Oraya soktuklar en keskin bıçaklarını, orada döndüre döndüre yıkmaya çalıştılar kalelerimizi. Bundan sonra nasıl iyileşiriz, iyileşebilir miyiz? Hayriye Hanım da Rüya da aslında bu soruların etrafında fır dönüyor.

Bu değişimin merkezlerinden birini kent oluşturuyor şüphesiz: İstanbul... Kent bağlamında yitip gidenlerle Hayriye’nin ortadan kaybolması arasında ne çeşit koşutluklar kurmak mümkün ya da mümkün mü?

Elbette mümkün. Hatta kayıp olan Hayriye Hanım değil bu ülkenin ta kendisi diyebilirim. Keza Rüya’nın da yıllar sonra karşılaşıp, sokaklarına çıkınca apışıp kaldığı bu değişim, o kadar çok şey götürüyor ki ikisinden de... Hayriye Hanım’ın ardında bıraktığı metin ve mektuplarda bunların izlerini, sızılarını görüyoruz zaten. Son dönem yayımlanan roman/ öykü ya da denemelerin de bu etkileri içermemesi mümkün değil bence. Çünkü salt kent bağlamında değil, memleket genelinde içinden geçtiğimiz, artık şaşırmamakla övündüğümüz pek çok musibetin bizzat tanığı ve buna alışmaya, bununla yaşamaya mecbur edilmişleriz hepimiz. Doğduğumuz yere doyamadan göçüp gideceğiz belli ki. Kentsel dönüşüm dedikleri proje sırf İstanbul’un başındaki bela değil üstelik, Sur’un da, Cizre’nin de hâli ortada. Oraları dümdüz etmelerindeki niyet farklı tabii... E bütün bunlar olurken, tası tarağı toplayıp gidelimcilerle, hayır toprağımıza, evimize sahip çıkalımcılar olarak da saflaştık. Canından bezmişlerle, canlarını dişine takıp direnenler olarak yine ayrı yerlerde akıbetimize ah ediyoruz. Yazarlar kendi meşreplerine uygun olarak çok daha fantastik, çok daha gerçeküstü bir dünya yaratabilirler tabii ki ama bugünlerin yazının içine sızmamasını, en azından eğip bükseler de onları etkilememesini pek olası görmüyorum. Kendinizi bir odaya kapatıp, yalnız başınıza bir dünya yaratıyorsunuz. Dışarıya sağır da olabilirsiniz ama içinizde olup bitenler bugünden ne kadar bağımsız olabilir, siz ne kadar özgür olabilirsiniz bilmiyorum. En keskin örnek tam dibimizde! Nuriye ve Semih öğretmenler iki yüzü aşkın gündür eriyor. Yukardaki kimsenin gıkı çıkmıyor, aşağıdakiler isyan halinde. Hangimiz ne yapabiliyoruz Allasen! Ama ben kitap yazıyorum şimdi, ilgilenemem ya da etkilenemem diyebilir mi bir yazar? Yapıtına değilse de yaşantısının bir yerine bu taş gibi gerçek oturmaz mı? Ankara katliamında hayat dursun denmişti, evet kimse için durmuyor hayat. Son hızla ve bütün vahşetiyle devam ediyor. (O) hâl böyleyken anlatacak mutlu ve fantastik hikâyelerimiz mi var gerçekten? Çok içinizi kararttım, biraz susayım en iyisi.

Hüzünlü bir hikâye aslında kaleminden çıkan Hayriye’nin bu üç romanlık yolculuğu fakat biz bunu gülerek okuduk çoğu zaman... Nasıl bir dildi yaratmaya çalıştığın? Senin olayları algılayış biçiminle Hayriye’ninki arasında bağ kurabilir miyiz? Ne kadar yakınsınız birbirinize onunla? Yoksa safiyane bir dilden çıkan tepkiler olarak mı görmeli Hayriye’nin cümlelerini?

Her üç kitap da kendi kendini dillendirdi aslında. Bitirgen’deki çocuk dilini yakalamak ise benim için en zoruydu. Karnından konuşmasın, aklında ne varsa içten pazarlıklı yetişkinlerin suratına çarpsın! Riyadan korktukça rüyalarına kaçsın. 10’lu yaşlarındaki bir çocuğun sadece dili değil, gördüğü rüyalar da önemli çünkü. Ucundan kıyısından en ufak bir yetişkin ya da yazar sesi sızacak diye ödüm koptu yazarken. O çocuğun dünyasından, dışarıya şaşkınlıkla bakışından seslenmek istedim. Neler oluyor bu hayatta, şışşt büyükler, ne yapıyor, nelerle uğraşıyorsunuz diyordu Bitirgen her defasında! Kim lan bu Lenin diye kapı kapı dolaşıp soruyordu. Hatta anlamaktan, anlamlandırmaktan çok sıkıldığında kendine yeni bir dil, yeni bir ülke yaratıyordu. Ben de zaman zaman yeryüzünde olmayan bir dil icat ederim, özellikle her şeyi anlamaya çalışmaktan çok yorulduğumda... Bu bağlamda herhalde bir yakınlık kurulabilinir benimle Bitirgen arasında. Pala Hayriye ise dediğim gibi 90’larda geçen bir kimlik arayışı, kadınlığı keşfediş serüveni... Yazarken safiyane bir dilden ziyade bir üsluptan bahsedersek eğer tabii ki bu karakterlerinizin kişilikleriyle ilgili. Ben gündelik hayatımda fazla sarkastik cümleler kuruyorum diye hödük bir adama kendi dilimi yükleyemem elbette.

"Meğer evden kaçarak kadının özgürleşme mücadelesinde ilk adımı atmış, cinsel kimliğimin bilincine varmış, birey olmanın onuruna uygun hareket etmişim de haberim yokmuş." Bu alıntı Pala Hayriye’den... Hayriye’nin yaşama karşı takındığı sezgisel karşı duruşu çok güzel özetliyor aslında. Hayriye’nin bu sezgisel karşı duruşundan okumamız gerekenler neler?

Sezgisel demek ne kadar doğru bilmiyorum. Üniversiteye adımını atar atmaz içine düştüğü sol çevre ona bilmediği bu tür yeni yeni kimlik tanımları giydiriyor. Her birini üzerine uydurmak ya da kendini o kıyafete yakıştırmak istiyor Pala Hayriye. Sonuçta son derece muhafazakar ve orta sınıf bir aile evinden kaçarak giriyor oraya. Aşina değil bu jargona. Özellikle 18 yaş kendimizi bir an önce var etmek, bir şeylerle anılmak, ispat etmek için didinip durduğumuz bir yaş. Oysa büyümenin hiç bitmeyeceğini, insanın olan bir varlık değil, arayan, soran, değişen, dönüşen bir canlı türü olduğunu ancak Hayriye Hanım olduğunda anlıyor...

Hayriye’nin yaşamı erkek sultası altındaki dünyaya atılmış alaycı bir çığlık... Peki daha pek çok Hayriye’yle ihtiyacımız olduğunu düşünüyor musun?

E tabii her Hayriye kendini bu kadar hırpalamayacaksa erkeklere azıcık fiske, alaycı bir çığlık atıp ayar verse fena mı olur... Yoksa bu kadar eril bir dille, bu kadar şiddetle, bu kadar zalimlikle baş etmekten gına geldi hepimize.

Hayriye büyüdükçe kirlenen bir dünya resmi çiziyorsun bu üç roman kapsamında. Peki Hayriye’nin kirlenmemesini bu yaşama tam anlamıyla dâhil olmayışında mı aramalıyız, yoksa bize farklı nedenler sunar mısın?

Aman yok, benim kahramanım asla kirlenmez diyemem. Zaten Hayriye Hanım’a senin için kahraman diyorlar diye çıtlatsam, kahramanlar yaratıp durmayın, doymadınız mı deyip bi de fırça atar bize... O yaşamın tam göbeğinde, yaşadığı ya da yaşanan her türlü olay, en acı hakikat  tam kalbine isabet edenlerden biri sadece. Evet yaşlılığında daha çok yalnızlaşmış ama ipleri hiç bırakmamış elinden. Çünkü dostluğa inanıyor ve ona sığınıyor. Bence de bu kadar çevre kirliliğine maruz kaldığımız bir dünyada dostluktan başka bir saçak altımız yok! Yeter ki kalbimiz ve niyetlerimiz temiz olsun.

Fotoğraflar: Gamze Kutluk