Felsefe gülü, şiir gülü, acı gülü: Oruç Aruoba

"Aruoba’nın şiirlerinin felsefeyle ilgisi yoktur; ne felsefeyi dile getirir ne de böyle bir niyeti vardır. Denemelerinde felsefi bir yük vardır ama şiirleri felsefeyi yüklenmiş değildir. Aruoba’nın herhangi bir deneme kitabına şöyle üstünkörü bakıp şiirlerini okumadan onun için 'felsefenin şairi' demek ya da 'şiir yoluyla felsefi düşüncelerini işlemiştir' demek, Aruoba’nın şiirinin, felsefenin şiiri olduğunu ileri sürmek sadece karacahillik değil, aynı zamanda hurafe üretmek demektir."

09 Haziran 2020 19:48

I.
Hacettepe Felsefe’nin üç gülü

Tahsin Saraç’ın “Karşıyaka’nın Üç Gülü” şiirinin kulağını çınlatarak Hacettepe Felsefe’nin üç gülünden söz etmek isterim. Bilge Karasu gülü, Füsun Akatlı gülü, Oruç Aruoba gülü. Hacettepe Felsefe’nin üç gülü ile Karşıyaka’nın üç gülü arasında bir benzerlik, bir paralellik kurmak elbette oldukça zor, abes de görülebilir; söz konusu devrimciler ile yazarların gerek siyasal konumları gerekse eylemlilikleri bakımından özellikle. Ne alakası var denebilir; Bilge Karasu’nun Deniz Gezmiş’le veya Hüseyin İnan’la ya da Füsun Akatlı’nın ve Oruç Aruoba’nın Yusuf Arslan’la ne alakası var… Denebilir, denecektir. İçerik üzerinden değil, biçim üzerinden, eidos üzerinden ilerlemek istiyorum. 12 Eylül çıtayı yüksek tutmuştur; hedefleri 12 Mart’ın hedeflerini mahalle düzeyinde bırakır.

“Ira” kelimesini ben çok severim; “ıralanmak”, “ıralanır” gibi biçimlerini çok kullanırım. Kullanır idim… Ira, bir şeyi benzerlerinden ayıran karakter, özellik demek.. Yazılarımda da şiirlerimde de kullandım bu kelimeyi; dahası kullanır idim. Arkadaşlarımın, yakınlarımın, “Yücel, bu kelime konvansiyona girmedi” uyarıları karşısında denebilir ki yenildim. Ira kelimesini aslında ben Bilge Karasu’dan devralmışımdır. Bilge Bey bu kelimeyi derslerinde çok güzel kullanırdı; kitaplarında da vardır. Ama işte eleştiriler… “Iralanmak” konvansiyona girmedi.

Dahası var: Bugünlerde rastladım, bir “Bilge Karasu Sözlüğü” hazırlanıyor; Seval Şahin’in sosyal medya hesabında gördüm; kendisi de sözlüğü hazırlayanlardan. Metin metin ilerleyecekler sanıyorum. “Avından El Alan” metninde yer alan bazı sözcüklerin anlamlarını ve kullanıldıkları cümleleri şöyle sıralamışlar:

Acun: Dünya. “Ulu Ağaç, Acun Ağacı, ortadireğidir evrenin.” (21)
Akak: Dere. “… oluk oluk akaklar bularak balık corumlarının çekildiği kuytulara sızacak.” (17)
Corum: Balık akını. “… oluk oluk akaklar bularak balık corumlarının çekildiği kuytulara sızacak.” (17)
Direnim: Direnme. “Deniz kişioğlunun kimi şeyi anlamamakta gösterdiği direnimi bilirdi…” (16)
Gülüm: Gülüş. “Çocuğun yüzündeki gülüm bir an bile sönmüyor.” (20)
Kırgın: Fırtına. “Kırgın uzakta daha; birkaç saat ötede.” (18)
Kumla: Kumsal. “Bir çocuk var, kumla boyunca koşan.” (20)
Kürtün: Rüzgârın etkisiyle kuytu yerlere toplanmış kar yığını.
Yalız: Düz ve parlak. “… düğmeler belirdi yalız derinin irkilişiyle...” (19)
Yeğnileştirmek: Önemsememek. “… gönlünde, onu yeğnileştirebiliyordu.” (23)
Yıldıramak: Parlamak. “Yıldan süzülüyor, yıldırayıp gözden yitiyor sonra.” (20)

Sözlüğü hazırlayanlar amaçlarını şöyle tanımlıyorlar: “Bu sözlük Bilge Karasu edebiyatının kendine has kelimelerini bir araya getirmeyi amaçlamaktadır.” Çok ilginç bir tanımlama bu. Tarihsel bağlamın devre dışı bırakıldığı, tarihin edebiyata ne yaptığını göz ardı eden bir tanımlama. “Bilge Karasu edebiyatının kendine has kelimeleri…” Böyle mi algılanıyor şimdi ya da böyle mi açıklanıyor? Bu bir yazarın dil-kumarı oynadığını söylemek demek değil midir? Hangi yazar böyle bir kumar oynamayı göze alır; alır mı? Konvansiyona girmemiş, konvansiyonda mevcut olmayan kelimelerle edebiyat yapmak, edebiyatını bu kelimelerle, bu kelimeler üzerine kurmak…

“Avından El Alan”, Göçmüş Kediler Bahçesi’nde yer alıyor. Karasu’nun bu kitabı 1979’un Aralık ayında yayınlanmıştı. “Avından El Alan”ın künyesine ise bu öykünün “1968-1972/1975-1977” yıllarında yazıldığına ilişkin bir not düşülmüş. Yani yazılması aşağı yukarı on yılda tamamlanmış bir metin söz konusu olan. ‘60’lı yılların sonu ile ‘80’lerin başı arasında yer alan bu on yılda yazar ve dil ilişkisi bakımından iki temel anlayış yaygın durumdaydı. İlki, bu dönem dilde özleşme sürecini oluşturuyordu; ikinci anlayış ise şair ve yazarın temel görevinin dilin gelişimine katkı sağlamak olduğunu dile getiriyordu.

Yüzyılın sonunda, farklı bağlamlarda ama dilsel bakımdan belki de aynı dil politikalarının sonucunda, Bilge Karasu’nun metni Tevfik Fikret’in metinleriyle ile aynı hizaya gelmiş görünüyor.

II. 
Ronin

Füsun Akatlı için burada tekrar söz almayacağım. Daha önce 2010 yılının Ağustos ayında yazdım. Şiirimin Çeyrek Yüzyılı (YKY, 2016) adlı kitabımda yer alıyor bu yazı: “Füsun Altıok’tan Füsun Akatlı’ya: Bir Ronin” (s. 240-244) Geçenlerde Oğuz Demiralp Cumhuriyet Kitap ekindeki köşesinde Füsun Akatlı hakkında yazarken benim bu yazıma da dikkat çekti; Ronin kavramına yaptığı vurgu bakımdan buraya alıntılamak isterim. “Başka bir felsefeci / edebiyatçı Yücel Kayıran’ın incelikli yazısını okuyun bu kitap üzerine: Füsun Altıok’tan Füsun Akatlı’ya: bir Ronin (Şiirimin Çeyrek Yüzyılı, YKY). (…) Kayıran’ın verdiği anlamla, aslında ‘70’li yılların solcularının hepsi, liberalliğe sapanlar dışında, birer Ronin değil midir? (Liberallerin uğradıkları hüsran da onları Roninleştirdi, sonradan).” (8 Mayıs 2020)

Birinci ‘gül’ ayrı bir yazının konusu olacak; üçüncü ‘gül’den devam ediyorum.

III. 
Oruç Aruoba’nın şairliği: Şiiri, felsefe içermez

Ölümünden altı ay veya bir yıl kadar önce olsa gerek, Hüseyin Cöntürk bir gün bana “Oruç Aruoba’yı ne yapacağız?” demişti. Eleştirinin sahipleriymiş gibi, bu konularda konuştuğumuz bir dönem olmuştu. ‘90’ların ikinci yarısından ölümünden bir yıl önceye kadar bu tür konuşmalar için mesai yapıyorduk neredeyse. Konuşuyorduk dedim ama daha çok dinleyen ve ketum olan bendim. Ama onun da başka bir özelliği vardı; almadan vermezdi, o da sizden bir şey öğrenecek. Ne demek istemişti Cöntürk?

Türk şiir eleştirisinin ve şairlerinin dilleri henüz ağızlarının içinde iken, yani henüz inayet vermeye başlamamışken, dillerinin kerpetenle tutulduğu bir durum vardır. Türk şiiri ortamında baştan beri, bir şairin şair olup olmadığına kendinden önce gelen şairler ile otorite sahibi olan eleştirmenler karar verir. Ve o şair okura böyle ulaşır, bir konsensüs sonucu… Buna bir icazeti dile getiren konsensüs diyelim. Ama bazı şairin bu konsensüsün oluşumundan önce, bu konsensüsü değersiz kılarak okura doğrudan ulaştığı bir durum vardır. Bu durumda bir inayeti dile getiren konsensüs sağlayıcı şair ve eleştirmenlerin konumu gereksizleşir. Konuşmalarının bir anlamı kalmaz. Dilin kerpetenle tutulması dediğim durum bu. Aruoba böyle çıktı, onun şairliği böyle vücuda geldi.

Birçok kişi yukarıdaki son cümlemin ikinci kısmından dolayı bana diş bileyebilir. Aruoba’nın şairliği kabul görmüş müdür? Gizli oylama yapılsa ne kadar oy alır, kestiremem. Ama hakikatin belirlenmesinde rey çoğunluğu geçersizdir. Cöntürk’e verdiğim yanıta değinmem gerekiyor. Benim için asıl olan metindir, söz konusu yazarın ya da şairin metinle ne yapmaya çalıştığıdır. Şair bir metni şiir olarak ileri sürüyor ise metne bakarım, metinde şiirin nasıl tanımlandığına, onun şiir derken şiirden ne anladığına, mevcut şiire katkısının ne olduğuna, onun içinde nerede durduğuna, yani zincirde bir halka olup olmadığına bakarım.

Öncelikle tarihsel bir durumun altını çizelim: Aruoba, şair olarak değil, denemeci olarak ortaya çıktı. Onun denemeciliği şairliğinden önce, şairliği de denemeciliğinden sonra gelir. Oruç Aruoba, sözgelimi Meşe Fısıltıları’yla, Kesik/esin/ler’le, Geç Gelen Ağıtlar’la, Sayıklamalar’la, Ol/an’la değil, Yürüme’yle, De ki işte’yle, Tümceler’le, Hani’yle isim yaptı ve çıkışını bu kitaplarla gerçekleştirdi. Bu durumu bu ayrı grupta yer alan kitapların baskısında da görebiliriz. Asıl çıkışını yaptığı kitapların baskı sayısı, şiir kitaplarının baskı sayısının iki katından fazladır. De ki işte, ile, hani Metis’te 13. baskıya ulaşmış, şiir kitapları ortalama olarak 5. baskıda duruyor.

Öncelikle şu durumun altını çizelim: Aruoba’nın şiirlerinin felsefeyle ilgisi yoktur; ne felsefeyi dile getirir ne de böyle bir niyeti vardır. Denemelerinde felsefi bir yük vardır ama şiirleri felsefeyi yüklenmiş değildir. Sözgelimi ol/an’daki “İnce Ellerin” adlı şiirinin şu kısmına bakalım:

Orada mısın?
Göremiyorum seni–
öylesine yoğun bir karanlık
uzanıyor ki benden sana
gözlerim
delinmiş gibi.

Oradasın.
Görüyorum seni–
öylesine yoğun bir aydınlık
ulaşıyor ki senden bana
gözlerim
dirilmiş gibi.

Ya da şu dizeler, Doğançay’ın Çınarları kitabından:

Kuytularımızdasınızdır
Gezinirsiniz öyle, amaçsız
Ya da amaçlı– bizim içinse
Yoktur amaç diye bir şey

Ama dolanır heryerimizde
Kıpır kıpır, canlı oluşum
Heryanımız bengi yaşamın
Küçük değişimleriyle yüklü

Hem tanışımızdır ölüm de
Mezarlara varır köklerimiz
Hiçten su çekmeyi biliriz
Dünyanın ortasındayız biz

Üç dörtlüğünü alıntıladığım bu şiirinde Aruoba ağacı konuşturur, ağacın doğasını anlatır. Burada bir ide, bir kavram, bir argüman var mı? Örnekler çoğaltılabilir; yazıyı okuyan her Aruoba okuru lütfen kitaplığındaki Aruoba’nın şiir kitaplarını açıp baksın, okusun. Aruoba’nın herhangi bir deneme kitabına şöyle üstünkörü bakıp şiirlerini okumadan onun için “felsefenin şairi” demek ya da “şiir yoluyla felsefi düşüncelerini işlemiştir” demek, Aruoba’nın şiirinin, felsefenin şiiri olduğunu ileri sürmek sadece karacahillik değil, aynı zamanda hurafe üretmek demektir. [Sol nasıl, ne zaman bu hale geldi, demek de isterim de, konuyu dağıtmak istemiyorum.] Ama burada şöyle bir kendiliğinden pragmatizm de var; onun okuruna şirin görünmek. Cöntürk bu türden girişimlere “salaklık” derdi. Felsefi Şiir kitabım yayınladığı günlerde, Varlık dergisinde yayınlanan bir söyleşisinde Aruoba’ya “Felsefi şiir olabilir mi?” yolunda bir soru sorulmuştu. Bana karşı bir laf söyletmek isteniyor gibiydi. Bu türden bir tuzağa girmeden yanıt verdiğini hatırlıyorum. Aruoba şiiri izlenim ve duyum üzerinden kuruyordu. Geç Gelen Ağıtlar’daki “Dün/ Erken” şiirine bakalım: “Akşam kızıllığı çok kısa sürdü/ Daha o gitmeden ışıklar göründü/ Koyu döndü vapur sürüklenerek/ Bütün olup bitenler sanki dündü.” Bu şiirdeki “akşam kızıllığı” kısa sürdü, “o gitmeden ışıklar göründü”, “koyu döndü vapur” ifadeleri bir izlenimi dile getirir. İzlenimin ayırıcı özelliği duyuların dış dünya ile bağlantısında ortaya çıkmasıdır. Onun şiirinde şiir dış dünyaya ilişkin bir izlenim olarak, dış dünyanın bizim üzerimizdeki duyumsal etkisi olarak ortaya çıkar. Her şey öyle bir anda oluvermiş gibi, gün bitmiş gibidir ve bu durumun kendi üzerindeki etkisini dile getirmek için, şiirdeki konuşan anlatıcı-ben “sanki dündü” der. Aruoba, David Hume’un sadece İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Bir Soruşturma (Ocak 1976) kitabını çevirmemiş, aynı zamanda onun felsefesi üzerine akademik çalışma da yapmıştır. İzlenim ile fikir/ide ayrımı onda çok nettir; şiirini idelerle yazmamıştır, izlenimlerle yazmıştır.

Şiirindeki bir başka özellik ise kelimenin parçalanmasında ortaya çıkar; kelime hecelere, hece harflere bölünür. Sanki Gestalt psikolojisinin “anlam bütündedir” teziyle kavga ediyor gibidir. Kurumuş toprak parçasını parçalara bölerek toz haline getirmeye çalışmaktadır. Bu tür şiirlerinde anlamı imgeden, sorunsaldan, izlenimden değil, parçalara ayrılan kelimenin içerdiklerinden; içeriklerinden değil, içerdikleri anlamlardan çoğaltır. Anlam imgede veya gerçekliğin yanılsamasında değil, dilin kendisindedir. Kendisi kelimeyi parçalara ayırır, okurun bu parçaları tekrar toplamasını ister. Bu durum bize, De ki işte’de yer alan “Kuruyemişli Yazma” metnini hatırlatır.

Bir de acıdan söz etmeli. Aruoba’nın şiirinin temel duygusu acıdır. Kaybetmeden, eksilmeden gelen acı… Kaybetme veya eksilme sadece şiirinin anlatıcı-benine ilişkin değildir; dış dünyadaki değişim de, bozulma da böyle işler görür. Şu parça “Amen” şiirinden: “O zamanlar/ demiştim:/ insanlar gibi/ yerler/ de/ ölür -kimi zaman/ olur/ öyle/de/demiştim.” Ya da “Hesse’li ‘Esenada’ Esintisi” şiirindeki şu parçada olduğu gibi: “Burada da/ bulur beni/ güneş-/ ne kadar helâlleşirsen/ helâlleş/ bu/ leş/bu/güneş-//bul.//Ur./*/Sakin/leş.” Hayıflanma tarzında bir acıdır bu; haksızlığa uğramanın, dengini bulamamanın sonucunda yaşanılan kendiliğinden acı. Yaşama, yaşantı hiç yoktur burada; yaşama denen şey kaybolmuş, yaşama denen şeyin olmadığı bir dünyada sanki öyle dolaşmaktadır Aruoba’nın anlatıcı-beni.

Oruç Aruoba’nın şiirini nasıl tanımlamamız gerekir? Ben kendisinden hareket edeceğim. Başo çevirisinde “haiku”yu şöyle tanımlar Aruoba: “haiku, şiir özelliklerini taşıyan bir düzyazı; düzyazı özellikleriyle yazılmış bir şiir biçimidir.” Bu tanımı poetika olarak ele alabiliriz. Bu tanımlamayı kendi şiiri için de yapabiliriz. Bu poetika bizim Aruoba’nın şairlikten ne anladığını da sormamızı gerektirir. 1978 yılında, henüz şiir yayınlamaya başlamadan çok önce yayınladığı bir yazısında şöyle tanımlamış şairliği Aruoba:

“Şair olma, gerçekten, sürekli bir bilinçlilik, yaşantılarını bilinçli yaşama, hiçbir şeyi ‘safiyane’ yapmama, gözünü sürekli kendi üstünde tutma, ‘kendini avucunun içinde tutma’, her şeyi ilk kez (‘kendi gözleriyle’) görebilme, alışılmış yargıların, ölçülerin ‘ötesinde’ olabilme, bir yana ‘ait’ olmama, kendine gülebilme, kendiyle alay edebilme…”

Bu çok iyi bir şair tanımıdır. Kuşkusuz kendisine bakarak yapmış olduğu bir tanımdı. Dolayısıyla bu tanım onu şair olarak görebilmek için yeterlidir. Yukarıda “Oruç Aruoba’nın şairliği kabul görmüş müdür? diye sordum. Tersinden soralım: “Oruç Aruoba döneminin şairlerinin şairliğini kabul etmiş midir? Sadece kendi döneminin değil, kendinden önceki şairlerin sorunsallarına değer vermiş midir? Şiirinde kendinden önceki şairlere bir atıf veya onlarla bir konuşa girişimi var mıdır? Bu nedenle Cumhuriyet dönemi Türk şiirinin gelişme tarzı biçiminde değildir onun şiiri. Sanırım asıl sorun burada. Şairlerle pek yaşamadı, şairleri kaale almadı. Bir konuşmasının bir yerinde Melih Cevdet Anday için “Ne yazık ki gazete okuyucularının diyarının ötesine hiç ulaşamadı” demekten geri duramamış.

Son olarak bir durumun daha üzerinde durulması gerekecek. M. Fuad Köprülü, Türk Edebiyatı Tarihi’nin bir yerinde çok önemli bir tespitte bulunmaktadır:

“Bu bilgi yükü klâsik tahsil görmüş insanlarca zaten elde edilmiş olduğundan hemen her okuyan tabiatiyle şiir yazıyordu. Son çöküş asırlarında, hakikî şâirlerin yok denilecek derecede az olmasına rağmen, Şuerâ tezkirelerinde binlerce isim bulunması, işte bundan dolayıdır.”

Bu değerlendirme 12 Eylül sonrası için de geçerli bir değerlendirme, geçerli bir tespittir. 12 Eylül birçok kişiyi şair yaptı. Cezaevine girdikten sonra şiir yazmaya başlayanlar ile akademisyenlerin akademisyen olduktan sonra şiir yazmaya başlaması 12 Eylül’ün bir sonucudur. Her iki grup da Cumhuriyet dönemi Türk şiirinin gelişme tarzının seyri dışındadır; her iki grup da kendi dönemlerinin şairleriyle oturup kalkmazlar ve kendilerinden önceki şairlere değer vermezler, onları kale almazlar. Yani bu durum sadece Oruç Aruoba’ya özgü değil.

IV.
Kent şiirini kim keşfetti?

İkinci Yeni’nin bir kent kültürü ya da yaşamının şiiri olduğu konusunda bugün yaygın bir konsensüs söz konusu. Cumhuriyet’in köyün ya da kasabanın değil, kente ilişkin bir yönetim biçimi olduğunu burada hesaba katmamız gerekir. Bu bakımdan İkinci Yeni, Cumhuriyet’in ve kent yaşamının alınlığıdır. Ama İkinci Yeni’yi kuranlar memleket kökeni bakımından kentli değil idi, kasabalıydı; dahası Doğuluydu. Sözgelimi Cemal Süreya Pülümürlüydü, Sezai Karakoç Erganiliydi. Türkçenin günlük kullanımında ya da ideolojik bağlamında Türkiye’nin doğusundan söz edilirken kastedilen veya işaret edilen kentli olmayandır, dahası kentlileştirilemeyendir, yani Cumhuriyet’e dahil edilemeyendir. Başka bir deyişle Cumhuriyet ideolojisinin ideali durumundaki estetik poetikasını kentli olmayan, Cumhuriyet’e dahil edilemeyen, “kırlı” veya “Doğulu”, ne derseniz, onlar kurmuştu.

İkinci Yeni Latin alfabesiyle yetişen ilk kuşak ise, Cumhuriyet’in entelektüel düzey bakımından Batı’yla hizayı yakalayan ya da Batı’da yaşanan sorunsal ile kendiliğinden menkul ilk özgül kuşağı ‘60 ile ‘70’li yıllar devamlılığı aralığında ortaya çıktı. Oğuz Demiralp, Enis Batur, Tarık Günersel, Ali Günvar, Gülseli İnal, Füsun Akatlı, Oruç Aruoba… Ortaya çıkışları ‘80 sonrasında gerçekleşmiş olsa da, Necmiye Alpay ile Orhan Koçak’ı da ekleyebilirim buraya. Edebiyat bağlamının biraz dışına çıkarsak, buraya İlber Ortaylı’yı, Ömer Kavur, Mete Tunçay, Ertuğrul Özkök’ü, Zülfü Livaneli’yi de ekleyebilirim. Sözünü ettiğim ‘dışa’ biraz daha açılırsak, kuşkusuz başka isimler de söz konusudur. Bir örgütlenme, bir cemaatleşme yoktu, bir kendiliğindenlik söz konusuydu. Şöyle de söyleyebiliriz, bu isimler, Cumhuriyet’in kurmayı hedeflediği ve başardığı kentli yaşama biçiminin ve kültürünün içinden çıkan ve kendiliğinden gelen ilk kuşaktı. Cumhuriyetçi ideolojinin temel paradigmasının meyvesi, doruk noktası da diyebiliriz. Ama bir talihsizlik oldu. Şöyle söyleyeyim: ‘80’de askerî darbe değil de, Bülent Ecevit’in kurduğu güçlü bir hükümet iktidara gelmiş olsaydı, bu isimlerden birçoğu o iktidar döneminin prensi olacaktı. Talih ile tarih arasında veya kıyam ile kıyım arasında sıkı ama gizli bir nedensellik vardır.

V.
Steril bir şehir: Yenişehir

Cumhuriyetçi ideoloji dedim, Cumhuriyetçi imkân da diyebilirim buna. Harf Devrimi’nde olduğu gibi, bir şehri sıfırdan kurmak, inşa etmek, steril bir şehir kurmak demektir. Pandemiden hemen önce, 13 Kasım 2019 -12 Ocak 2020 arasında, -biraz da uzatıldı sanıyorum- CerModern’de küratörlüğünü Ali Cengizkan ve N. Müge Cengizkan’ın yaptığı bir sergi vardı. “Bir Şehir Kurmak: Ankara 1923-1933”. Sergi Yenişehir başta olmak üzere Ankara’nın başkent olarak kuruluşunun ilk on yılında nasıl sıfırdan inşa edilmiş olduğuna odaklanıyordu. Sergide etkileyici ve eşsiz olan, Yenişehir’in nasıl kurulduğunun üç boyutlu olarak tasarlanarak videodan gösterilmesiydi. Sıhhiye Köprüsü’yle Meclis’in sol tarafından Kavaklıdere’ye, Tunalı Hilmi’ye, yatay olarak Ted Koleji’yle Necati Bey Caddesi’nin üst kısmından Anıtkabir çevresini de içine alarak Bahçelievler’e uzanan bir saha söz konusu burada. Ali Cengizkan bu sahada inşa edilen ilk müstakil konutların mülkünün kimlere ait olduğu bilgisini de ortaya çıkarmış. Hemen hemen hepsi de “Bey” olarak hitap edilen kişiler. “Bey” kelimesi sınıfsal ve bürokratik bir ayrıcalığı da gösteren bir kelimeydi kuruluşun o yıllarında. Adalet Ağaoğlu’nun Ölmeye Yatmak (1973) romanının bir yerinde şöyle bir sahne vardır. Hatırladığım kadarıyla bir atarabacı, atarabasıyla Yenişehir’in sokaklarına girer, sokağın sakinlerinden bir “Bey” arabacıyı bu sokaklara at arabasıyla girdiği için azarlar ve derhal orayı terk etmesini buyurur ve kovar. Sıhhiye Köprüsü’nün öbür tarafında, yani kenar mahallede yaşayan bir satıcı atarabasıyla Yenişehir’e giremez. Adalet Ağaoğlu belki de Yılmaz Güney’in Umut (1970) filmine referansta bulunuyordu. Güney’in Umut filmi, Yenişehir’e at arabasıyla girdiği için kentli bürokratik “Bey” tarafından azarlanan o arabacıyı anlatır. Yılmaz Güney’in oynadığı karakterin adı Cebbar’dı sanırım. Güney’in filminin mekânı Ankara değil, Adana’dır kuşkusuz. Ama sembolik olarak ilerleyebiliriz. Cebbar’ın Yenişehir’den kovulmasının iki nedeni olsa gerek: Yenişehir, Cebbar gibi bakımsız eski yırtık dökülen giysiler içindeki yoksullardan arındırılmış, steril, bürokratik bir muhittir; buraya yoksullar giremez, girmemeli. İkincisi, otomobil o yıllarda yaygın değil ama var. Otomobil ile atarabasının kıyaslanması gerekir. Otomobil o yıllarda sınıfsal olduğu kadar steril bir vasıtadır; atarabası ise at bokunun ya da gübrenin her an caddeye dökülme olasılığını içinde taşıyan bir vasıta. Hatırlıyorum, ‘70’lerde sokaklarda, caddelerde at boku olurdu; ‘70’lerin sonuna doğru mu acaba, at bokunun sokaklara dökülmesini önlemek için atın kıç kısmına bir bez torba bağlanmaya başlandı. Cebbar’ın arabasındaki atlarda –faytondur aslında– atın kıç kısmına bağlanan o bez torba yoktur. Dolayısıyla Cebbar’ın atarabasıyla Yenişehir’e girmesine gösterilen tepki, aslında aynı zamanda olası at bokuna gösterilen bir tepkidir. Yenişehir’de at boku olamaz; olamazdı! Cengizkan’ın sergisi o dönemi anlamamıza çok önemli katkı sunmaktadır. Konumuza dönersek, Cumhuriyet’in ilk yazar ve şairleri, Cahit Sıtkı, Garip şairleri, Sabahattin Ali, sonrasında Ahmet Oktay ve Özdemir İnce’ye kadar bu muhitte oturmuşlardır: Karanfil Sokağı’nda, Mediha Erdem Sokağı’nda, Ataç Sokağı’nda, İçel Sokağı’nda… Yukarıda, Cumhuriyet’in özgün kuşağı dediğim yazarlardan çocukluğu Ankara’da geçenler işte bu muhitte, Yenişehir’de büyümüşlerdir. Ve TED Koleji’nde okumuşlardır. Denebilir ki TED Koleji o yılların steril Yenişehir’inde yaşayanların çocukları için kurulmuş bir okuldur, sterildir. İlk adı da zaten “Türk Maarif Cemiyeti Yenişehir Lisesi”dir. Dolayısıyla Batı’yla entelektüel düzeyi yakalayan ilk kuşak, aslında doğrudan Cumhuriyet tarafından yetiştirilmiş ilk kuşak oluyor.

VI.
Defter Dergisi ve “Uygarlık Üzerine Notlar”

Defter dergisi 1987 yılının Ekim/Kasım ayında çıkmaya başladı. Başlangıçta iki ayda bir yayınlanan dergi daha sonra üç ayda bir yayınlandı. On beş yıllık yayın hayatından sonra, 2002 yılının Kış mevsiminde 45. sayısıyla yayın hayatına son verdi. Denebilir ki o tarihten bu yana birçok dergi Defter dergisini kendisine model edinerek yayın hayatına başlamış ama hiçbiri de onun boşluğunu dolduramamıştır. Entelektüel ve akademik düzey bakımından Defter dergisine benzer bir dergi aranırsa belki Yazı dergisi ile Yazko Felsefe Yazıları’ndan söz etmek gerekir. Ancak Yazı dergisi biraz edebiyat içidir, Felsefe Yazıları’nın da mesleki anlamında biraz felsefe içi olması gibi. İlkinin “Nietzsche”, ikincisinin “Lacan” dosyası halen aşılmış değildir, dönüp dönüp bakılması gerekir. Tarihsel olarak gördüğü işlev bakımından Defter dergisi geriye doğru baktığımızda belki Kadrodergisiyle kıyaslanabilir. Dergi 1987 yılını Ekim/Kasım ayında çıktığında, 12 Eylül askerî yönetimi ve onun ideolojik uzantısı soldaki moral üstünlüğü henüz kıramamış olmakla birlikte, genel bağlamda solda yer alan kesim teorik olarak da bir boşluğun, bir ne yapacağını bilememe durumunun içindeydi. Neredeyse on yıldır her fırsatta aşağılanan, apolitikleştirilen, ötekileştirilen bir gerçekliğin içinde yaşayan, kendisini teorik olarak olabildiğince yetiştiren ama kendisini kimlik olarak tanımlayamayan, boşluk içindeki bir kuşak vardı. Bu kriz ile kritiğin kesiştiği bir nokta idi. Ben aporia (çıkışsızlık) demeyi tercih ederim; söz konusu dönem için aporiadediğim durum şu: Bu dönemde yaşayan kuşak dünyayla ve hayatla bilgili teoriyi, bilgiyi öğrenmişti ama zihinlerindeki bu teori ve/veya bilgi, kendi hayat durumlarını açıklamıyordu. Olguya ilişkin olan bilgi/teori olguyu açıklamıyordu. Kriz, aporia, problem… Defter dergisi işte tam da bu kriz/aporia durumunda ortaya çıktı. Defterherhangi bir önsöz yazısıyla veya bir bildiriyle çıkmamıştı; ilk sayılar iddiasız ve kendiliğinden bir oluşum izlenimi verir. Zaten ilk etapta birkaç yıl önce çıkmış ve ilk sayıda kalmış olan Akıntıya Karşı (1985) dergisini çağrıştırır. Bir tasarım, bir proje, bir cemaat görünmüyordu. Farklı anlayışlara sahip olsa da, aynı problematik/aporia durumundan dolayı yolları bir yerde kesişen, bir araya gelen insanların oluşturduğu bir platform… Sanırım Defter’i böyle tanımlamak gerekir veya ben şimdi böyle tanımlayabileceğim. Derginin kapandığı yılı baz alırsak, 2002 yılından bu yana felsefe, tarih, politika ve edebiyat teorisi alanında kalan her kim var ise, büyük olasılıkla yolu Defter’den geçmiştir ya da referansı Defter’dir. Sözgelimi, Defter kırk beş sayı çıkmış, Aruoba bu kırk beş sayı içinde en fazla sanırım beş veya altı defa yer almıştır. Bu yazılardan ne Hegel yazısı, ne Heidegger yazısı ne de Saffet Murat Tura ile polemik yazısıdır öne çıkan; bunlar akademik veya entelektüel pozisyon yazılarıdır. Öne çıkacak olan tek yazı vardır: “Uygarlık Üzerine Notlar”.

Defter’den ilk çıkan kişi de Oruç Aruoba’dır. Derginin üçüncü sayısında Aruoba’nın, kriz veya aporia durumuna kendiliğinden bir çözüm getirecek olan o ünlü metni, “Uygarlık Üzerine Notlar” yayınlanır. Aruoba’nın çıkışını sağlayan ne akademik felsefeciliği, ne çevirileri, ne Nietzsche sevgisi ne de şiirleridir; onun çıkışını sağlayan “Uygarlık Üzerine Notlar” metnidir. “Uygarlık Üzerine Notlar” devrimci bir metindir ve dönemin genç kuşağına her şeyden önce teorik bir özgüven duygusu vermiştir. Krizin eşiğindeki o dönemin gençliğini iyileştiren psikiyatri değil, felsefedir; felsefede de bu metindir. Neden?

VII.
“Uygarlık Üzerine Notlar”dan…

“1. Uygar kişi kendisi ile bütün insanlar (insanlık) arasında bağ kurabilen insandır. (…) Uygar toplum yoktur, uygar kişiler vardır. (…) Bolluk içinde olmak, ekonomik gelişmişlik, refah, uygarlık demek değildir hiç de. (…) Uygarlık doğal durumdan uzaklaşmaktır. Üst anlamda yabancılaşmak, soyutlanmaktır. (Bu yüzden de felsefe en üst uygarlaşma aracıdır.)”

‘60’larda, ‘70’lerde ve neredeyse ‘80’lerin ikinci yarısına kadar dolaşımda olan bir kelime vardı: “varoş.” Yine aynı dönemde bir karşıtlığı dile getiren bir kavram çifti vardı: kent-köy/kır karşıtlığı, ne oldu bugün bu kavramlara? ‘60’larda, ‘70’lerde iç göç vardı ama kente gelen bu göç steril olan kent merkezine değil, kentin kenar mahallelerine oluyordu; varoş kelimesi işte bu gerçekliği dile getiriyordu. Ama ‘80’lerin sonuna doğru kır kentin, varoş steril kent merkezinin içine girdi. Kırdan veya varoştan gelen bir kişi eğiterek, okuyarak kendisini doğallıktan uzaklaştırıyordu. Ama ona hâlâ varoşlu, köylü gözüyle bakılıyordu, çünkü mevcut teori kent-köy karşıtlığı kavramında vücut buluyordu. İşte Aruoba’nın argümanı bu krizi yeniliyordu; kent kavramı yerine uygarlık kavramını koyuyordu. Ve uygarlığı doğallıktan uzaklaşmak biçiminde tanımlıyordu. Uygarlaşmak doğallıktan soyutlanmak demektir ve felsefe en üst uygarlaşma/soyutlaşma aracıdır. Kent-köy karşıtlığı paradigmasına göre bu durum olanaklı değildir. Çok önemli bir ayrım daha yapıyordu bu birinci fragman: Bolluk içinde olmak ekonomik gelişmişlik, refah, uygarlık demek değildir. Bu argümana kadar uygarlık zenginliğe, zenginlere ait bir durum olarak görülüyordu. Aruoba “ekonomik refah olmayabilir ama kendini felsefeyle doğallıktan soyutlamış isen uygar kişisin” diyordu.

Bu metnin tamamı Aruoba’nın Yürüme adlı kitabındadır. Bu kitap o dönemde birçok kişinin el kitabı, başucu kitabı olmuştur. Felsefe ilk defa toplumun ruhuna nüfuz ediyordu. İlk defa toplumun kriz veya aporia durumu içindeki ruh halinden hareketle felsefe dile getiriliyordu. Aruoba ‘90’ların başında işte devrimci dönüşümün adı oldu.

VIII.
Felsefi denemenin keşfi

Nermi Uygur için söylediğim bir söz bazıları için rahatsız edici oldu. Demiştim ki, Nermi Uygur’un edebiyata düşkünlüğü onun filozofluğunu elinden aldı. Oruç Aruoba bu hattın tam karşıt noktasında yer alır. Edebiyata, onun doğasına bulaşmayacak kadar yaklaşmak, ki denemenin sınırlarını böyle çizebiliriz, onun filozofluğunu kendisinde bırakmıştır. Başka bir deyişle, Aruoba’nın denemelerinde, edebiyatın felsefesinin sığasını ihlal etmesine olanak verilmemesi, filozofluğunun denemelerinin içinde kalmasına yol açmıştır.

Oruç Aruoba profesör de değildi, doçent de; doktorasını tamamlamıştı. Ama filozofluk için profesörlük imkânsız bir aşamadır, doçentlik ise çok geç bir aşama… Filozofluk için profesörlüğü beklerseniz, o aşama geldiğinde öğretmen olarak kaldığınızı anlarsınız. Filozofluk lisansın bitiminde ya da doktorada ortaya çıkar. Bir içsezi.

Aruoba’nın metinleri için felsefi deneme diyeceğim. Burada deneme kavramını, söz konusu metinde dile getirilen problematiği deneyimle keşfetmek anlamında kullanıyorum. Felsefi deneme ifadesini de bu deneyimin gevşekliğe düşmeden, ne ise o olan bir tarzda, yani netlik içinde dile getirilmesi anlamında kullanıyorum. Metin deneyimi dile getiriyor ama aynı zamanda felsefenin ortaya koyduğu bilgiyi de içsel olarak içeren metin. Sözgelimi, Yürüme’deki “Varış” adlı metindeki şu parçaya bakalım:

Kişi, yaşamı boyu,
bir yerde takılıp kalıp,
yolda olduğunu sanabilir;
ya da, ters taraftan,
sürekli yürüdüğü halde,
bir yerde durduğunu…

Öyleyse önemli olan,
bir yerde bulunmak değil,
bulunduğu yerin bilincinde olmaktır;
aynı şekilde, yolda olmak değil,
yürüdüğü yolun bilincinde olmak…

Yer de, yön de, yol da,
bilinçtir.

Bu parça, Descartes’ın “düşünüyorum, o halde varım” argümanını içeren bir parçadır. “Düşünüyorum o halde varım” derken Descartes, “şu an düşünüyor oluşumun bilincinde isem varım” demektedir. Döneminin eleştirmenlerinden Gassendi, Descartes’a, “ ‘Yürüyorum, o halde varım’ diyebilir miyim?” diye sorar. Descartes, “ ‘yürüyorum’ derken yürüdüğünün bilincinde olma durumunu dile getiriyorsan, evet, ‘yürüyorum, o halde varım’ diyebilirsin” der.

IX.
Hacettepe Felsefe’nin kuruluş yıllarındaki ayırıcı özelliği

Hacettepe Üniversitesi Felsefe Bölümü 1969 yılında kurulmuş. Bölümün kurucusu Ioanna hocadır. Bir bölümü benzerlerinden ayıran nedir? İngilizce veya Türkçe eğitim yapıp yapmadığı olabilir mi? Birtakım dersler standarttır; felsefe tarihi gibi, varlık veya bilgi felsefesi gibi… Standart derslerin nasıl anlatıldığı da gözden yitirilmemelidir. Şöyle nüanslar vardır: “Sanat felsefesi” değil de, “sanat eserlerinde felsefe”dir mesela dersin adı. İşte bu nüanslarda yollar ayrılmaya başlar. Bir de standart olmayan dersler vardır. “İnsan ve Değerleri” gibi, “İnsan Hakları Felsefesi” gibi, “Türk Kamu Hayatında Felsefe” gibi… Bu standart olmayan dersler, nüanslar dediğim farklılıklarla birlikte ayırıcı özelliklerden biridir. Bir de çok temel bir ayırıcı özellik olan, ‘tutum’ dediğim bir özellik var. Hacettepe Felsefe’de temel anlayışı dile getiren tutum, eğitimin birincil metin üzerinden yapılmasına dayalı oluşudur. Birincil metin dediğimiz metin, filozofun kendi metnidir. Birincil metin üzerine yazılmış bir metin, ikincil bir metindir. Bir ayırıcı özelliği daha vardı Hacettepe Felsefe’nin o yıllarda: Antik Yunan felsefesi ile Alman idealistleri dışındaki Alman felsefesine verilen önem.

Hacettepe Felsefe’nin kurucusu Ioanna Kuçuradi’dir. Hoca Erzurum’da, Atatürk Üniversitesi Felsefe bölümünde çalışır iken, İhsan ve Emel Doğramacı’dan Hacettepe Üniversitesi’nde felsefe bölümünü kurması için davet alır. Bunlar daha önce yazılmış konulardır, özel bir bilgi vermiyorum yani. Yukarıda sınırlarını çizmeye çalıştığım ayırıcı özellikler Kuçuradi’nin inşasına özgü özelliklerdir kuşkusuz. İkinci bir kurucu hattan da söz etmek gerekir. Bu hatta Bilge Karasu vardır. Denebilir ki, Karasu da bölümün gizli kurucularından biridir. Füsun Akatlı da bu ikinci hatta yer alır. Oruç Aruoba ile Zeynep Aruoba için de aynısını söyleyebiliriz. Metin üzerindeki titizlik, biraz bu hatta özgü bir özellik gibi geliyordu bana. Karasu’nun derslerinden şimdi hatırlayarak çıkardığım, edebi metnin bir kurmaca metin olduğudur ve bu kurmaca metin gevşek bir metin değil, sıkı nedensellikle ıralı bir metindir. Buradan benim vardığım anlayış ise, edebi metnin de felsefi bir metin gibi sıkı bir metin olduğudur. Edebi metinde de işlevi olmayan hiçbir kelime yer alamaz, cümle kurulamaz, olgudan söz edilemez. Bilge hoca bir keresinde, henüz birinci sınıfta iken şöyle bir ödev vermişti: Demişti ki, “ ‘Kesmek‘ ile ‘yırtmak‘ arasındaki farkı Türkçe bilmeyen birine nasıl anlatırsınız? En fazla üç satırda dile getirin. Burada gözden kaçırılmaması gereken üç satırda dile getirilmesi durumudur.

Su yüzüne çıkan gerilimlerden biri, bu hattın, edebiyatın felsefe tarafından kullanılmasına duyulan tepkisidir. Gerilim bir kırılmaya yol açtı mı, bilemiyorum, başka nedenler söz konusu olsa gerek. Ben 1983 yılının güzünde bölüme bir öğrenci olarak geldiğimde, bu hattaki üç hoca bölümden ayrılmıştı. Kapılarında isimlikleri duruyordu ama kendileri yoktu: Füsun Altıok, Oruç Aruoba ve Zeynep Aruoba.

Dolayısıyla bu üç hocadan ders almadım ben, ama şöyle bir şey yaptım, geriye doğru onları takip ettim. Yüksek lisans veya doktora tezlerini kütüphaneden bulup notlar alarak okudum. Üst sınıftan edindiğim arkadaşlara sorardım; onlar dersleri nasıl yapıyorlardı, hangi kitapları kaynak ediniyorlardı gibi. Sözgelimi Füsun Akatlı, “Felsefeye Giriş” dersinde John Herman Randall ile Justus Burchler’in birlikte kaleme aldığı Felsefeye Giriş kitabını okuturmuş; Ege Üniversitesi yayını idi, İzmir’den getirttim. Takiyettin Mengüşoğlu’nun Felsefeye Giriş kitabıyla birlikte, dersin ilerleyişine paralel olarak okumuştum. Sosyoloji lisansı olan bir asistan geliyordu derse. Özellikle Randall’ın kitabından bahsettiğimde referansı geçiştiriyordu. O zaman anlayamamışım, görememişim, bazı asistanlar böyle gıcık olmuş bana. Aslında geçiştirme yoktu, tasfiye edilenin üstü örtülüyordu.

X.
Titizlik

Titizlikten söz ettim. Titizlik dikkatli ve özenli olmak demektir. Özenli olmak işi, yapılan iş her ne ise, onu eksiksiz yapmak demektir. Burada sözünü ettiğim titizlik felsefi titizliktir. Birinci olarak zihnimizde beliren düşünceyi veya duyguyu, onu tam karşılayan kelimelerle ifade etmek. Felsefe dilin titizlik edimini gerektirir ve bu edimde ortaya çıkar. Titizlik Oruç Aruoba’nın da bir özelliğidir. Bu titizliği metinlerinde, çevirilerinde, konuşmalarında görmek mümkün. Aruoba’nın çevirilerindeki titizlik yeni bir çeviri anlayışı getirdi. Başo çevirisi bunu en önemli örneğidir. Burada metni çeviriyordu ama olası çeviri imkânlarını da düşünüyor ve çevirdiği metnin notlar kısmına ekliyordu.

Titizlik huysuzluğu da içerebilir. Özellikle konuşmalarında tanık olabiliriz bu türden titizliğe. Özellikle olgun döneminde, bir tahammülsüzlük biçimine dönüşerek de ortaya çıkar; ilkelliğe, görgü eksikliğine dayanamıyordu sanırım. Burada bir nüans, dikkat edilmesi gereken bir sınır olmalıdır. Titizlik kendi ediminin sınırlarını aşıp ötekine haddini bildirme noktasına geldiğinde sınıfsal bir tutum kazanır ve aristokratik figürlerin alttan insanları kendi sığasının dışında tutma refleksiyle ıralanır.

XI.
Oruç Aruoba’nın babası general miydi?

Oruç Aruoba’nın kısa özgeçmiş bilgisinde dikkat çekici bir bulanıklık var. Kitaplarında özgeçmiş bilgisi zaten oldukça sınırlıdır. Ailesinden pek söz etmek istemediği veya sevmediği açık gibi. İki çocuğunun olduğunu ben ailenin verdiği vefat ilanından öğrendim. Bunun üzerine biraz araştırınca bir başka ayrıntının daha dikkat çekici olduğunu fark ettiğimi söylemem gerekir. Vefat ilanında şöyle bir ifade var: “Fahir Aruoba ve Muharrir Şair Muazzez Aruoba’nın oğlu”. Burada annenin “muharrir ve şair” olduğundan özellikle söz edilirken, babanın mesleği konusunda bilgi verilmemiş olması dikkat çekici doğrusu. YKY’nin Tanzimat’tan Bugüne EdebiyatçılarAnsiklopedisi’ne baktım. Bu ansiklopedi hazırlanırken yazarlara gönderilen otobiyografik anket sorusunda, ki bana da gönderilmişti ve dikkatimi çekmişti, yazarın ailesinde veya ailesinin geçmişinde bir askerin/subayın olup olmadığına dair bir soru vardı. Burada mutlaka bir bilgi olması gerekirdi. Oruç Aruoba maddesine baktım ama burada da Muazzez Kaptanoğlu “romancı, şair ve gazeteci” olarak tanıtılırken, baba İsmail Fahir Aruoba’nın mesleği hakkında herhangi bir bilgi mevcut değil idi. Doğrusu çok ilginç bir durum! İnternet ortamındaki özgeçmiş bilgilerinin kiminde bu aynı özeni görmek mümkün. Ancak iki yerde babanın mesleğiyle ilgili küçük bilgi var:

“Oruç Aruoba şair, yazar ve gazeteci Muazzez Kaptanoğlu ile orduda görev yapan İsmail Fahir Aruoba’nın üç oğlundan biri olarak 1948 yılında Kocaeli’nde dünyaya geldi.” (Milliyet) 

“Tam adıyla Ahmet Oruç Aruoba’dır. Kocaeli/Karamürsel doğumludur. Şair, yazar ve gazeteci Muazzez Kaptanoğlu ile ordu mensubu İsmail Fahri Aruoba’nın üç erkek çocuğundan biridir.” (Türk Edebiyatı İsimler Sözlüğü) 

Milliyet’teki vefat haberinde babanın mesleğinden “orduda görev yapan” ifadesi kullanılmış. Türk Edebiyatı İsimler Sözlüğü’nde ise “ordu mensubu” ifadesi kullanılmakta. Asker miydi, sivil memur olarak mı çalışıyordu acaba? Asker ise astsubay mıydı, yoksa subay mıydı? Gelir durumunu göstermesi bakımından bunlar ayırt edilmesi gereken ayrıntılar. Aruoba liseyi Ankara’da, Ted Koleji’nde okumuştu. Burada gizlenen bir durum, gizlenen bir bilgi söz konusu. Merak ettiğim gizlenenin ne olduğudur. Hıncal Uluç’un Aruoba’nın ölümü nedeniyle yazdığı yazının şu kısmı bu konuda bilgi verici nitelikte:

“Anneleri Muazzez Aruoba ünlü kadın romancılarımızdandı. Şair ve filozoftu o da. Kurthan’la ben çok severdik, Muazzez Teyze’yi. Çünkü harika aşure yapardı bize. İkimize… Babaları Fahir Aruoba, babamın en yakın arkadaşlarından. İkisi de sağ görüşlüydü ama, bizim bol solcu olan grubumuzda, mesela Oktay Kurtböke, mesela Kurthan Fişek, kimin başı derde girse, ya babam, ya Fahir Amca gider kurtarırdı. Onların evlerinde bulunsa sorun çıkaracak, el konacak kitapları (Mesela Das Kapital) gene babamın, ya da Fahir Amcanın kitaplığında dururdu. Başımız sağ olsun Çelik, İskender kardeşlerim!..

Bu çok enteresan! Liseyi Ankara’da, Kurtuluş Lisesi’nde, yani devlet lisesinde okumuş olan Hıncal Uluç’un babasının adı Fuat Uluç. Fuat Uluç’la ilgili Vikipedi’deki ansiklopedik bilgi şöyle:

“Fuat Uluç (d. ?, Mardin - ö. 1968) Türk siyasetçi ve asker.

27 Mayıs Darbesi’nden sonra başbakanlık müsteşarı olan Alpaslan Türkeş yanında Devlet Planlama Teşkilatının ilk Sosyal Planlama Daire Başkanı oldu. Ondörtler’den biri olarak Hindistan’a sürülmesi sonrası emekli oldu. Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi’ne (CKMP) genel sekreter oldu ve 2. (XIII.) Dönem Mardin milletvekili seçildi. Dönemi tamamlayamadan 1968’de kalp rahatsızlığından öldü. Gazeteci Hıncal Uluç’un babasıdır.”

Uluç, babalarımız “sağ görüşlüydü” diyor, “askerdi” demiyor, çünkü kendi babasının asker olduğu zaten bilinen bir şey. Şu ayrıntı da önemli: “Babaları Fahir Aruoba, babamın en yakın arkadaşlarından” derken ‘60’lı yılların ilk yarısından söz ediyor olsa gerek; 1968 yılında babası ölüyor zaten. Fuat Uluç emekliye ayrıldığında yarbaymış. Buradan hareketle Fahir Aruoba’nın da subay olduğunu, Uluç emekliye ayrılırken onun göreve devam ettiğini hesaba katabiliriz. Acaba görevini generalliğe kadar devam ettirmiş olabilir mi? Başka bir deyişle, Oruç Aruoba’nın babası general miydi? Bilmiyorum; şüpheli, yani gizlenmiş bir durumdan hareketle, tanıklık üzerinden geldiğim, bilgiye çok yakın bir varsayım bu. Benim için sorun bunun gizlenmiş olmasında. Şöyle bir durum da olabilir mi? Gizlenen ile aslında başka bir durumun gizlenmesi söz konusu olabilir mi? Aruoba’nın babası eğer general ise, 12 Eylül askerî darbesinde aktif görev almış olabilir mi? Bu da olabilir; babaların günahını evlatları mı çekecek? Ama böyle ise neden gizledi? Bu gizleme durumu felsefi bir sorundur.

 XII.
Aruoba’nın Aporia’sı

Ömer Faruk Toprak’ın babası İsmail Hakkı Bey, Darülfünun’un İlahiyat şubesinin fıkıh müderrislerindendir. Farsça ve Arapça bilen İsmail Hakkı Bey, Divan Edebiyatı uzmanıdır ve Mehmet Âkif’in arkadaşlarındandır. Annesi Saniye Hanım, Gönen’in ünlü Kara Kadı’sının kızı olup dindar bir kadındır. “Babamın bir bilgin olmasına karşın annem ümmiydi. Yalnız Kur’an okumasını bilirdi” diyor Toprak (“Toplumcu Epistemik Sekülarizm”,Şiirimin Çeyrek Yüzyılı, 2016, YKY içinde, s. 71-73). Annesi veya babasının gerçekliğiyle ilgili hiç şiiri yoktur Toprak’ın. Buradaki sorun şurada: “Ömer Faruk dindarlıkla ıralı bir kültürel ev ortamında büyümüş ama kurduğu şiir bu kültürel ve dinsel özelliklerin arındırıldığı seküler bir şiirdir. Onun şiiri kendi ailesinin ontolojisine dayanmaz. Burada sorun olarak gördüğüm nesne, Ömer Faruk’un dindar bir aileden geliyor oluşu değil, şiirde kurduğu seküler dünyanın ontik ve maddi bir temele dayanmıyor oluşudur.” (s.72)

Oruç Aruoba ile Ömer Faruk Toprak arasında benzer bir durum söz konusu; her ikisi de aynı ontolojik sorunsalın düzleminde yer almaktadır. Aruoba’nın anne babasının dindar olduğunu söylemiyorum; bu konu hakkında içerden dile getirilmiş bir beyan, bir bilgi yok; Hıncal Uluç’un “sağcı” ve örtük olarak “subay” nitelemesi dışında. Ama bu durum doğru ise, Aruoba babasının ontolojik durumu ile mesleğinin gerçekliği hakkında konuşmuyor, üstünü örtüyor demektir. Bu durum doğru ise, Aruoba kendi aporia’sı ile, kendi çıkışsızlığı ile barışmıyor, tam tersine onu reddediyor, ötekileştiriyor demektir. Daha önemli sorun, Aruoba’nın felsefi denemelerindeki teorisi ile bu olgu arasındaki uyuşmazlıktadır. Aruoba’nın aporia’sı dediğim bu. Herhangi bir insan sorunun teorik olarak üstesinden gelebileceğini gözüne kestiremeyebilir ve ideolojilerin stasis yaratarak oluşturduğu, aynı türden ötekiler kampında yaşamayı tercih edebilir. Bu sorun, bu aporiadurumu Türkiye toplumunun en önemli ontolojik sorunudur. Oruç Aruoba bunun üstesinden gelebilirdi; gelemez miydi? Sorunu mu görmedi? Belki de yazmıştır, bilmiyorum, terekesinde çıkabilir. Ama sorun kişisel değil, felsefi. Felsefi derken kastettiğim şu: Aporia, yani çıkışsızlık durumu epistemolojik yaklaşımla, yani kendinizi sorunsalın dışına alarak çözülemez; sorun ancak kendinizi de sorunsala dahil ettiğinizde, karşıtların bir araya geldiği noktada, ontolojik yaklaşımla çözülebilir. İçsel ya da tinsel barış böyle mümkündür.