Edebiyatta işbirlikçilik ve Wolfgang Hilbig’in "Ben"i

“Hilbig Doğu Almanya’nın aslında dünyanın tıpatıp bir yansıması olduğunun farkındadır. Metinlerinde çeşitli yönleriyle ele aldığı canavar henüz yok olmamıştır; o karanlık, korkutucu tehdit hiç ortadan kalkmamış gibi bugün de hayattadır; bu yönüyle Hilbig’in yazdıkları tam da şu anla örtüşür.”

03 Mart 2022 15:32

 

Hamburg’un St. Pauli mahallesinde yaşayan arkadaşım C. ile Kadıköy’de bir barda oturuyoruz. C., Ultras St. Pauli’nin yanı sıra Fanladen taraftar organizasyonunun kurucularından. Aktif bir antifa, göçmenlerin, çoğunlukla Türkiye’den gelmiş ailelerin çocuklarının yaşadıkları sorunlara yardımcı olmak için yerel yönetimle çalışan bir sosyal yardım görevlisi. Soykırım hatırlatmaları, ayrımcılığa karşı çeşitler etkinlikler düzenliyorlar. Taraftarlar arasına sızmaya çalışan sivil polis tekniklerine karşı nasıl mücadele etmeye çalıştıklarını anlatıyor. Irkçılıktan, devletlerin zalimliğinden, futboldan, hayattan konuşuyoruz. Konu dönüp dolaşıp aileye geliyor. Toplumun çözündüğü, kırıntılara dönüştüğü zamanda bir arada olmak, aile olmak ne demek, ne anlama geliyor… İnsanın içinde doğduğu değil, uzaklarda olan akrabalarını arayışı. Kendimizce, içtiğimiz şarabın etkisiyle, ikindinin güzel kokusuyla, biraz esrik akış akıl yürütmelere düşüyoruz. O zaman bir akrabasından söz açıyor, amcasından. Soğuk Savaş döneminde eşiyle Batı Berlin’de yaşıyor, önemli fabrikaların birinde mühendis. Bir oğulları var. Sıradan bir Alman orta sınıf aile olarak yaşayıp gidiyorlar. Ta ki 1990 yılında duvar yıkılana dek. Havadaki özgürlük, birleşme, kardeşlik duygusunu içlerine çekeceklerini düşünürken, amcası oğlunu okuldan alıp eve geldiğinde evde boşlukla karşılaşıyor. Karısı eşyalarını toplayıp gitmiş. Çok geçmeden anlaşılıyor ki, duvar yıkıldıktan sonra izini kaybettirmeye çalışan Stasi işbirlikçilerinden biriymiş. Sonra açılan arşivlerde isimlerini görüyorlar. Evli, çocuklu, mühendis eşinin üst düzey bilgilerine erişimi var, sayıları altı yüz bini bulan resmî muhbirlerden biri. Kuzeninin bu travmadan haliyle düzgün çıkamadığını, yaralı, kızgın büyüdüğünü anlatıyor. Anlatırken gözleri doluyor. Kadınla uzun yıllar iletişim kurulmuyor, kadının kendisi istemiyor bunu. “İşbirliğine inandığı devlet düzeni için aile kurup çocuk sahibi olmayı seçmeyi bile, gerçek dışı görünse dahi anlayabiliriz, yüzleşememesi daha acı vermiş olmalı” diye bir şeyler geveliyorum ama zemin altından kayınca, üzerinde duracak değerler silsilesi ortadan kalkınca, o devasa ret duygusunun gücünü tahayyül bile edemiyorum. Sessizce şaraba devam ediyoruz.

Yazarınızın işbirlikçi olması, aileden birinin ajan olması kadar travmatik olabilir. Stasi’nin belgeleri açıklandığında, birçok Alman edebiyatçının Inoffizielle Mitarbeiter (Gayri Resmî İşbirlikçi) olarak çalıştığı ortaya çıkmıştı. Özellikle iki yetkin yazar, Christa Wolf ile Heiner Müller’in, daha fenası, şair Sascha Anderson’un Stasi ile doğrudan çalıştığı anlaşılmıştı. Yazarların, şairlerin işbirliğini seçmeleri bir yana, anlaşılan o ki, yıllarca gizlice, kendince özgür bir ortamda yeşerdiği sanılan Berlin yeraltı edebiyat çevresini basbayağı Stasi’nin manipüle edip yönlendirdiği yine belgelerden anlaşıldı.

Wolfgang Hilbig, Laszlo Krasznahorkai’nin önsöz yazdığı The Sleep of the Righteous’daki öykülerde Almanya’nın savaş sonrası yaşadığı kimlik çıkmazını, travmalarını, kaybettiği moral değerleri, kıyameti muştulayan üslupla, upuzun paragraflarda anlatıyor. Kendi sınırlarına hapsolmuş yazarın çıkmazlarını, yaşadığı dünyanın dehşetini dengelemek istermişçesine, dile dayanarak, yazıdaki dili zenginleştirmeye çalışarak gösteriyor. LK, önsözde Hilbig’in sanatının basit bir gerçekte ışıldadığını belirtiyor: Günlük yaşamı derinlemesine yazmaya çalışırken Doğu Almanya’nın aslında tıpatıp dünyanın bir yansıması olduğunun farkındadır. Metinlerinde çeşitli yönleriyle ele aldığı canavar henüz yok olmamıştır; o karanlık, korkutucu tehdit hiç ortadan kalkmamış gibi bugün de hayattadır; bu yönüyle Hilbig’in yazdıkları tam da şu anla örtüşür.

Hilbig’in babası farklı biçimde olsa da kaybolanlardan. Stalingrad kuşatmasına katılmış, bir daha dönmemiş. Annesiyle sığındıkları evde, Birinci Dünya Savaşı öncesinde Polonya’dan göç edip kömür madenlerinde işçi olarak çalışan dedesiyle büyümüş. Kendi halinde, sessiz, köşesinde bekleyen bir çocuk. Yazmaya, yazdıklarını yayımlatmaya başladığı andan itibaren Stasi ile çatışan, hayatı boyunca bunun zorluğunu yaşayan, yargılanan, tehdit edilen Wolfgang Hilbig’in "Ben"  isimli, hacimli, kafası oldukça karışık işbirlikçi-anlatıcının yer aldığı kitabı işbirlikçi yazarlarla hesaplaşma veya onların yerini alma hamlesi. Yazdıkları fazla özgür ruhlu diye sansürlenen Hilbig Leipzig’e, oradan Berlin’e geçiyor, kazancı olarak çalışıyor. Ardından serbest yazarlık yapıyor. Devlet kendisiyle başa çıkamayınca, biraz danışıklı biçimde geçici pasaport veriliyor. Bununla 1985 yılında Batı Almanya’ya geçen Hilbig doğal olarak geri dönmüyor. Duvarın yıkılmasından sonra döndüğündeyse, kolunun altında bu kitabın taslağını taşıyor. Hilbig’in romanı, arkadaşlarını takip edip düzenli biçimde Stasi’ye raporlayan işbirlikçilere bir öfke metni yerine, daha çok Doğu Almanya’nın son günlerinin absürd halini, yurttaşlarının şaşkınlığını yansıtıyor.

Kitapta anlatıcı basitçe Ben diye niteleniyor, kimi zaman M. W., Cambert veya C oluyor. Güvenilmezliğinin yaftası. Stasi ihbarcısı olan şairin asıl ismi M. Hikâye anlatılırken kimlikler arası geçişte anlatıcı da değişiyor, birinci tekilden üçüncü tekil şahsa dönüyor. Hilbig, Doğu Almanya’da yaşayan şairin hepsi birbirine benzeyen, neredeyse tek bir kişi diye nitelediği, gri takım elbiseli adamlar tarafından tuzağa çekilip işbirliğine zorlanmasının hikâyesini ileri geri sıçramalarla anlatıyor. Tuzak diyorum ama yazar kendini kurtarmaya pek çabalamıyor. Olan biteni sistemin normali gibi karşılıyor. İçinde taşıdığı yazı aşkına rağmen edebiyatla işi çoktan bitmiş, edebiyatın terk ettiği bir karakter:

“Edebiyatla işim kalmadı, onun da benimle işi kalmadı, benim işim artık güvenlikle...”

A. kasabasında doğmuş, annesiyle yaşıyor. Gündüzleri kazancı olarak çalışıyor, aynı zamanda Demiryolu İşçileri Edebiyat Derneği üyesi. Kasabadan, üzerinde yazıp durduğu, sonunda uyuyakalıp işe gidemediği annesinin mutfağındaki masadan kurtulup Leipzig’e veya Berlin’e gitmeyi planlıyor. Akşamları ise bodrumlarda dolaşan bir Stasi ajanı. Berlin’in yeraltında, bodrumlarda dolaşıp, gizlilik içinde düzenlenen okuma toplantılarına katılıp konuşulanları bir aracıya raporluyor. Okumaları gerçekleştiren kültleşmiş karakter Reader’ı içten içe kıskanıyor. Zaman zaman kibirlenip o gizemli, yeraltında okurlarıyla yüz yüze gelme cesaretini göstermiş yazarı aşağılıyor. Okumaların ardından karanlıkta izbe bodrumlarda çıkış yolu ararken, öfkesiyle ihbarcılığına zemin hazırlıyor.

Anlatı düzlemsel ilerlemiyor. Sıklıkla zamanda kaymalar, sıçramalar, anlatıcıdaki ani değişimler, karakterin özellikle işbirliğine yanaşması sonrasında yaşadığı topluma, kendisine, raporlama yaptığı amirlerine dair dile getirdiği şüphelere uygun biçimde değişiyor, aslında çözülüyor. Anlatıcı zaman zaman neler olduğunu daha temiz bir dille toparlayıp aktarma sözü veriyor, ama bu sözler çok uzun ömürlü olmuyor. Anlatım yine bozuluyor, tıpkı edebiyatın içinde yer aldığı toplumla yabancılaşmasındaki, yazarın kendisini ortadan kaldırmak gibi korkunç bir hale gönüllü olmasındaki tuhaflık gibi. İşbirlikçi yazar bodrum katlarında, caddelerin altındaki tünellerde dolaşıyor, izliyor. İzledikçe izleniyor, izleme emrini verenleri izliyor, amirleri bu durumu sevinçle karşılıyor. Gözetleyici devlet her yurttaşı birbirini izlerken, kendisi de izlenir olmayı bir aşama olarak görüyor. Tüm bunlar olurken Ben’in dili çözülüyor; toplumla birlikte, onun içinden dışarı doğru çözülüyor. Amirlere göre doğru olan bu, çünkü “Görmenin en iyi yolu karanlıktan aydınlığa bakmaktır. Ters yönde değil”. Amirlerinin edebiyata olan ilgisi W.’yi şaşırtıyor bu arada. Otoriter devletin birbirinden ayırt edilemez halde kuytularda gri takım elbiseleriyle dolaşan bu istihbarat insanlarının yetkin edebiyat arayışı karşısında dehşete düşüyor, zaman zaman tiksinti duyuyor. Fakat Stasi’nin yazdığı şiirleri edebiyat dergilerinde yayımlatması hem işine geliyor hem hoşuna gidiyor. Amirleriyle yaptığı tuhaf konuşmalarda konu sıklıkla edebi seçimlere, benzerliklere, farklılıklara, bayağılıklara, yetkin yazarlığa geliyor. Amirlerin yüksek edebiyatı arayışındaki kararlılığın zerresi yok onda.

Okur operasyonu: Her şey değişir

W. hapisten salıverilmiş kadının evinde etrafa göz atarken görülür. Bakışları desenlere, şekillere takılır. İşbirlikçinin tavrında, bakışlarına dahi sinen bir güvensizlik, kendinden emin olmama hali vardır. Metinde birinci tekilden üçüncü tekile geçişler nedensiz görünür. Hilbig karakteri konuştururken sanki onu maktul diye görüyordur . Ardından Stasi belgelerinin dili devreye girer. Anlatı, işbirlikçiye dair tutulan raporun kendisi olur. Yazar için doğaldır bu geçiş. Okur Operasyonu dahilindedir. Amirinden aldığı görevle, yeraltında mitik figüre dönmüş biçimde okumalar yapan kişinin toplantılarına bir edebi figür şeklinde değil, ihbarcı kimliksizliğiyle sızmaktadır. Yerel çevrelerin yazarı metinlerini yüksek sesle okur. Dinleyenlerin tepkilerinden, işbirlikçinin raporlarından bunun epik bir deneyim, yazan-okuyan ile okurun hemhal oluşunun coşkulu geçtiğini düşünürüz.Oysa Stasi tüm yaşananları küçümsemekle, neresini ciddiye alacağı konusunda ihbarcı yazarla farklı düşünmek arasında gidip gelir. En azından amirin yorumlarından bunu anlarız. Bunun da bir manipülasyon olduğu konusunda sıklıkla kuşkuya düşeriz. Amiri W.’yi mitik yazarın Batı Berlin’de takılan o gariban kız arkadaşı takip edip yakınlaşmasını beceremediği için eleştirir. İhbarcı, üzerine yığılan enformasyonun altında ezim ezim ezilirken kendinden, yazdıklarından, katıldığı okuma günlerinden, metrodan çıkan insan yığınlarından, buluşmalar için seçilen kafede oturmak için seçtiği yerden dahi kuşkuya düşer. Romanın aksak anlatımı tam da bu noktada amacına ulaşır, çünkü gözetlenen yazarın çarpıtılmış metni etrafını saran dengesizliği gereğince yansıtır.

Wolfgang Hilbig (1941-2007)

Otoriter, röntgenci devlet edebiyata neden ilgi duymuştur? W., Feuerbach ile konuşmalarında (Hegelci Ludwig Feuerbach göndermesi açıktır) kendi yazarlık tahayyülünde dahi olmayan fikirlere maruz kalır, istihbaratçı Üsteğmen şaşırtıcı bir çerçeve çizer yazar için. Yazar göçüne şaşırır örneğin. Birkaç kitap burada değil de Batı’da yayımlanmıştır, bunda ne gibi bir sorun vardır? Yazarlar bunlara takılmamalıdır, hatta yaşadıkları baskının diğer tarafta gördüğü ilginin keyfini çıkarmalıdırlar. Üsteğmene göre yazarlar ülkelerindeki sistemin bir geleceği olmamasından neden rahatsız olsunlar? Zaten kendilerine gerekli olan tam da bu değil midir? Geleceği olan bir sistemde, geleceğin kendileri yanında olduğu bir ortamda ne yazacaklar? Yazarın aslında ihtiyacı olan tam da bu sorunlardır. Devletin onlardan beklediği, düşüncelerinde ceza yasalarını ihlal edecek kadar ileri gitmemeleridir. Diğeri, düşüncenin sınırlandığı ya da yönlendirildiği yoksul edebiyatın kime ne yararı vardır? Üsteğmene göre aradıkları yazar tipi bizzat Parti tarafından yerle bir edilme riskini göze alanlardır. W. dehşete düşer doğal olarak. Amiri yazara edebiyat hakkında yeteri kadar düşünmediğini, edebiyatın nerelere ulaşabileceği hayal bile edemediğini söyler. Yazarın kendi yaratıcılık olanaklarının alanını nasıl terk ettiğini ifşa eder. Feuerbach edebiyat hakkında çok bilmişliğini yüksek perdeden dile getirmekten de çekinmez, çünkü edebiyatın da nitelikli olanını hiç kuşkusuz devlet tanır:

“Beckett; Ada edebiyatını, hatta Fransız edebiyatını da yozlaştıran şu İrlandalı değil mi?”

İşbirlikçi yazar önce kasabasında, sonra bir yolunu bulup ulaşmayı başardığı Berlin’de gezinedurur. İstemeden yakınlaştığı ev sahibesinin ona bulduğu işe girip, her yanı dökülen kiralık odasında yazmaya çalışır. Üsteğmen ile her an herhangi bir yerde karşılaşabilir, bunun gerginliğini yaşar. Althusser’in, gezinen bireylerin duyduğu polis çağrısının “Hey siz, oradaki!”, kendisine yöneldiğine emin bireyidir. İdeolojinin kenarında değil, tam olarak içindedir. Metro istasyonundan çıkmış insan yığınlarını izlerken, “Birden toplanıverseler” diye düşünür. “Dağılmasalar ve birden caddeyi işgal etseler, tüm çabalarının sebebi olan yaşamlarının giderek değersizleştiğini fark edip görmezden gelmeye kalksalar ve bir daha asla dağılmasalar, ne olur?” diye akıl yürütür. Ya arkalarından hey diye seslenen, polisten geldiğinden daha geri dönüp bakmadan emin oldukları bu çağrıya uymak yerine barikat kurmaya karar verirlerse? (Ne olabileceğini biliyoruz, hızla başka bir tahayyül imkânına geçebilirler, örneğin Haziran 2013.) Ancak yazarın barikat kurma kararının imkânsızlığına kendisini iknası bu olasılığın yerini alır çabucak. Kendini güvenceye alma refleksinin baskın çıkması. Sonra bu tasavvurun şaşırtıcı biçimde gerçeğin dışında yer aldığını fark eder. İşbirlikçi yazara göre bu düşüncedeki temel uyuşmazlık gerçekliğin tasavvura ne kadar yaklaşacağından çok, öylesine baskı altında yaşarken tasavvurun gerçekleşeceğine dair en ufak bir inancın filizlenmesine izin verilmemesidir. Bu olanaksızlığın, kendinin de artık dahil olduğu o enformasyon ağıyla yerleştirilmiş olmasıdır. Hilbig burada pek analoji veya edebiyat tekniğine girmeden, doğrudan Baudrillard’ın simülasyon kuramının "Ben" yazarının gerçekliği haline geldiğini gösterir. Gerçeklik algısındaki düalist bakış, yazarın doğal varlığına acı verici biçimde dönüşür. Nasıl ki Althusser’in dikkat çektiği gibi polisin bir nidayı, çok bilinen gündelik seslenişi tahayyül edebileceğimiz şekilde bireyleri öznelere dönüştürüyor veya işliyorsa, "Ben"de de amirler edebiyat yoluyla yazarı kendi öznesine dönüştürüp kanonda dolaşıma sokarlar. Şurada ya da orada, şu dergide, bu yayında, kendi haberi dahi bile olmadan şiirlerini yayımlatır. Peki yazar yazılarını, şair şiirlerini – normalde eser yayımlatması çok zor olan– bu dergilere göndermiş midir? Bunu bilemiyoruz. İstihbarat Bürosu, metni yazarına dahi sormadan edebiyata zerk eder. Çünkü önemli olan enformasyon ağını yerleştirebilmektir. Zaman zaman edebiyatın içeriğinin tartışıldığını görsek bile, amirler için önemli olan edebiyat aygıtının devletin amaçlarına ne şekilde hizmet edebileceğidir.

Laszlo Krasznahorkai’nin ilk kitabı Satantango (Şeytan Tangosu), yazarın yayımcı bulamayacağı endişesiyle yıllarca el altından kopyalanıp okunmuştur. Sonunda bir yayınevi yöneticisiyle görüşme yapar. Hiç umudu yoktur, çünkü adam aynı zamanda polise istihbarat sağladığı bilinen biridir. Roman komünist sistemin çökme belirtileri gösterdiği dönemde, artık varlığının anlamı kalmamış bir komün çiftliğin kaçış yolu arayan ayyaş sakinlerini anlatır. Kitapta olanı biteni amirlerine raporlayan önemli bir ajan karakter de vardır. Yazara göre sistemin mevcut halinde bu haliyle yayımlanması imkânsızdır. Yayıncı, şaşırtıcı biçimde kitabı hatırı sayılır bir adetle basacağını belirtir. Krasznahorkai, daha sonra bu yarı ajan yarı yayıncının belki de güç gösterisi yapmak istediğini düşünür. Doğrudan politik olmasa da kitabın karşıtlığını kendi kapsadığı alandaki gücünün ispatı olarak basmıştır. İstihbarat kanallarının, devletin gözetleme makinesinin edebiyatla ilişkisinin gizemli bir örneğidir ona göre. Devlet, normal şartlarda asla kabul etmeyeceği söylemleri içeren romanı, aslında tehlikesiz bulduğu için yayımlamıştır. Gözetiminde başarılı olduğuna o denli inanmıştır ki, yurttaşlarının sistemin değişeceğine dair bir tahayyülünün olmadığını düşünür. Sisteme karşı bir edebi metin yazmak artık devlete göre zararsızdır, çünkü yurttaşların daha iyi bir otomobil, daha iyi yiyecekler, daha iyi bir yaşam yerine kendi ufak düşlerine, kendi önemsiz dertlerine düşmüş metinlerde potansiyel öfkesini sağaltmasının yararına inanmaktadır yetkililer. Krasznahorkai’nin kitabı bir tangodaki adımlar gibi örüldüğü yapısında sona yaklaşırken, bir bölüm tek başına düzeltilere ayrılmıştır. İşbirlikçinin komün sakinleri hakkındaki raporunun tashih çalışmasına girişen büronun kâtipleri o denli zorlanırlar ki, ne yemeğe çıkacak vakti bulabilir, ne akşam zamanında yerlerini terk edebilirler. Metni düzeltirken zaman zaman yüksek sesle dehşete düştükleri hatalı sözcük seçimlerini tekrarlarlar, böylece okur da bunları duyar. İstihbarat toplayan birim, edebiyatın kendisi olur, üsluba karar verir, anlatılanı dahi yeniden kurgular, akışa dahil edeceği enformasyonun dilini belirleyen hattın çizgisini kendinden emin biçimde belirler. Otorite kendisini edebiyatın merkezinde konumlar. Hilbig’de bu durum yazarın bizzat deneyimlediği gerçeküstü satirik hatırat biçimini alıyor.

Çağımızın Bir Kahramanı

Vladimir Makanin, Underground ya da Çağımızın Bir Kahramanı’nda yazarı kendi varoluş, öz saygı ile özgürlük sarmalındaki benlik sorgusunda daha yıkıcı bir sorgulamaya götürmüştür. Yazar toplumdan ayrışmış, şehirde gezinmekten dahi alıkonmuştur, varoşlardaki apartmanın kendini zorlukla kabul ettirdiği bekçisi olarak koridorlarda dolaşır. Apartmanda oturma hakkı dahi yoktur. Yazıyordur, ama yazdıkları basılmıyordur. O da Hilbig’in yazarı gibi fiziksel biçimde yeraltına, metrolara çekilir. Makanin’in “ben” yazarı ara sıra edebiyat çevrelerine bir bakıp çıkar, orada yükselen yıldızları, yeni sistemle barışık, bir anlamda onun sonucu biçiminde ortaya çıkan tipolojiyi görür, elektrik çarpmış gibi geri çekilir. Ellisini aşmış yazar, geri dönüşlerle Brejnev’den bu yana benliğini kendisiyle tartışırken, yeni düzenin kahramanlarına karşı benim gibilerin, yani isimsizlerin, sadece metin yaratma becerileriyle ayakta kalmaya çalışanların, tanınmazların, sözsüz yaşayanların sancısını sayıklar. “Ben’imin metinlerimi aşması gerçekliği. Adımımı ileri attım.” Hem Makanin hem Hilbig’de Ben’liğini hacimli satirik metin haline getiren güçlü, yıkıcı özeleştiride yazarın çekildiği alan, kitapların yazıldığı tarihlerin hemen ardından daha da popülerleşen görüntüde yeraltı tasvirinden hayli uzaktır. Kadınlar, kendini yok edene değin içmek, dövüşler, dayaklar ve türlü şiddet eylemi romantize edilmiş sahteliğin dışında yer alır. Her biri, edebiyatın değerini tanımlamaya çalışan Ben-yazarın ayakta kalmak için sürdürdüğü devinimin acı detayları haline gelir. Hilbig gibi Makanin’de de asıl soru, toplumun edebiyatsız yaşamaya alışması, bunu kabullenmesi, edebiyatın yaşam alanından çıkıp gitmiş olmasıdır. Hilbig’in "Ben"inde istihbaratçı amirleri dahi, başka sebeple de olsa, bu değişim karşısında zaman zaman paniğe düşerler. Onların nedeni daha farklıdır, devletin izleme aygıtını kaybetme korkusu yaşarlar. Makanin eleştirisini toplumun sefaleti üzerinden kurup yazarın gururlu varoluşunun hissî mücadelesi üzerinden kurar. Makanin’in ben-yazarıyla duygusal birlikteliğe gireriz. Hilbig ise, kendi üzerinden tutulan Stasi raporlarındaki somut verilerdeki fişlemedeki o kendinden emin dili özümser, direnişini kendi üzerinde oluşturulmuş simülasyona çevirip aynı şekilde karşıya, yukarıya, kendisini izleyen ağa çevirir. Hilbig’in "Ben"i bu yönüyle daha zor, bir anlamda insanlık dışı bir metindir. Yazar toplumun herhangi bir şekilde bir parçası değildir, onu gözetleyen organik bir aygıta dönüşmüştür.

Stasi özelinde devletin edebiyatı manipülasyonu, yazarlar, okurlar hakkında bilgi toplayıp raporlarda depolaması, dergileri el altından yönetip kimin yayımlanıp yayımlanmayacağını kontrol etmesi günümüzde üzerinde çok düşünülmeye değer olmayabilir. Öte yandan bugün biliyoruz ki devlet fişlemeyi alenen sürdürmektedir. Sosyal medyadaki hesapları tarar, gerektiğinde suç unsurunu ortaya serer. Bugün yazarlar, okurlar hakkında toplanan belgeler dijital hafızada Stasi raporlarına göre akıl almaz genişliktedir. Hilbig’in kitabı "Ben"de sorun özüne döner, Laszlo Krasznahorkai’nin önsözünde vurguladığı gibi, hiçbir şeyin sona erdiği yoktur, sıradanlıkta gizli o güçlü, karanlık hareketsiz canavar yok olmamıştır. Devlet, dehşetli gözetleyiciliğini sürdürürken, yazar kimliğini koruyabilecek midir? Yaşamımızın belirli anlarını emanet ettiğimiz edebiyat çevresiyle yazarların suç ortaklığı hangi boyuttadır? İşbirlikçi yazarları ifşa edecek, edebiyatı devletin gözlerinden uzak tutacak kolektif farkındalık sunan araçlar mümkün müdür?