Edebiyat çalışmalarını Latour’un Ağ Modeli'ne göre yeniden konumlandırabilir miyiz?

Bugün akademik sınırlar içinde hissettiğimiz çaresizliğin panzehirini, Latour’un şikâyet ettiğimiz hemen her şeyin gücünü, arındırma faaliyetlerinden aldığına yönelik argümanında bulabiliriz...

19 Eylül 2019 10:30

Latour, “modern” kavramıyla, yeni bir rejim, hızlanma, kopukluk, zamanda bir devrim gibi anlamlara işaret edildiğini ifade eder.[1] Ona göre, "modern" iki kez asimetriktir, çünkü hem zamanın düzenli geçişindeki bir kırılmayı belirtir; hem de yenenlerle yenilenlerin bulunduğu bir mücadeleyi belirtir (s. 17). Kelimenin tam anlamıyla “modern” bir disiplin olan Edebiyat Çalışmalarındaki öğrencilerin, “modern” kavramına ilişkin bu tarife yabancı olmadıklarını düşünüyorum. Hem İngilizce hem Türkçe edebiyat tarihyazımı örneklerine baktığımda, kuşaklar, milletler, edebî türler, akımlar ve daha nice kategoriler arasında sonu gelmez bir mücadele olduğunu görüyorum. Akademik çalışmalarım boyunca aldığım hemen hemen bütün derslerde, belli başlı edebî yaklaşımları veya ifadeleri anlamlandırmaya çalışırken bunları hep birbiriyle karşılaştırarak, daha çok da zıt kutuplara itme eğilimi içinde olduk. Tüm o edebî yaklaşımları farklılaştırarak yorumlama eğilimimiz, Latour’un modern eleştirel konumun bir uğraşı olarak tanımladığı “arındırma” (purification) pratiği olarak düşünülebilir. Bu arılaştırma pratiğinin karşısına Latour, ’ın bir uğraşı olarak tanımladığı tercüme (translation) pratiğini koyar. Bence Latour’un Biz Hiç Modern Olmadık metnindeki kilit kavramlardan biri, zaten her daim aracılık (mediation) ve dönüştürme (transformation) faaliyetlerinden oluşagelmiş bir dünyayı tanımlayan bu tercüme pratiğidir. Latour’un ağ modelinde, eyleyenler ve etkilenenler yahut özneler ve nesneler şeklinde zıt kutuplara ayrılmış bir dünya algısı yoktur. Bu modele göre, ağı oluşturan her bir varlık aktör konumundadır, dolayısıyla hem ilişkide oldukları diğer varlıkları hem de ağın kendisini dönüştürme kudretine sahiptir. Şeylerin doğasını bildiğimizi varsayıp onları her tanımladığımızda, hem yeni karma yapılar yaratır hem de bunlar tarafından mütemadiyen dönüştürülürüz.[2]

Latour, özne-nesne ikiliğini temel alıp arındırma ve tercüme pratiklerini birbirinden keskin sınırlarla ayırmak mümkünmüş gibi davranmayı modern olmak ile özdeşleştirir. Halbuki, ona göre bu iki pratik her zaman iç içe olmuştur, dolayısıyla biz hiçbir zaman modern olmamışızdır. Latour’a göre:

Dikkatimizi hem arındırma hem de tercüme çalışmasına verir vermez, tamamen modern olmaktan çıkarız, geleceğirniz değişmeye koyulur. Tam da aynı anda, geçmiş zaman kipinde modern olmuş olmayı da bırakırız, çünkü geçmişe dönük olarak, iki pratikler bütününün tamamlanan tarihsel dönem içinde zaten her zaman işlemekte olduğunun bilincine varırız. Geçmişimiz değişmeye koyulur. Son olarak, en azından eleştirinin bize anlattığı şekilde, hiç modern olmamışsak, öteki doğa-kültürlerle girmiş olduğumuz karışık ilişkiler dönüşmüş olacaktır. Görecilik, hakimiyet, emperyalizm, vicdan rahatsızlığı ve uzlaşmacılık, karşılaştırmalı antropolojiyi de değiştirerek başka şekilde açıklanacaktır. (s. 18)

Latour, geçmişe dönük bir tutum sergilemeyi önerirken, açıklamak (unveil) yerine açmak (deploy); çıkarmak (substract) yerine eklemek (add); suçlamak (denounce) yerine dost olmak (fraternize); açığa çıkarmak (debunk) yerine çözümlemek (sort out) kavramlarını benimsemeyi önemser. Ona göre, dünyayı anlamlandırmada eleştirmenler üç yönteme meyleder: doğallaştırma-biyolojik gerçekler; sosyalleştirme-iktidar; yapıbozumu-söylem. Genelde birbirinden keskin sınırlarla ayrılmış bir şekilde karşımıza çıkan bu yöntemlerin hüküm sürdüğü bir bilim icrasına karşı Latour, ağ kavramını önerir. Ağların (networks) aynı anda doğa gibi gerçek; söylem gibi anlatılan; toplum gibi kolektif olarak düşünülmesi gerektiğini savunur. Ona göre bilimsel faaliyetlerimizde modelini tercih etmeliyiz, çünkü ağlar sistemlerden daha esnek; yapılardan daha tarihsel ve karmaşıklıktan daha ampiriktir. Latour ayrıca Bilim Çalışmalarının (Science Studies) bilimsel faaliyetleri salt kültürel ve politik bir bağlama yerleştirmesi fikrine de karşı çıkar. Bunun yerine, sosyal bağlamların ve iktidar ilişkilerinin kolektifler ve nesneler (insan, insan olmayan, hayvan vs.) ile birbirinin içine geçtiği bir disiplin modeli önerir.

Biz Hiç Modern Olmadık metnini okuduktan sonra, Latour’un aynı anda hem gerçek hem kolektif hem de söylemsel olarak tanımladığı fikrini benimseyerek edebiyat eleştirisi faaliyetlerimizi nasıl gerçekleştirebileceğimiz üzerine düşünmeye başladım. Edebiyat eleştirisi pratiklerimizde “modernmiş gibi” yapmaya nasıl son verebiliriz? Hem arındırma işini yapıp hem de aracılık pozisyonumuzun farkında olarak edebî metinlerle uğraşımızı ve kendi yazın sürecimizi nasıl sürdürebiliriz? Latour’un önerisi doğrultusunda böyle bir eleştirel pratiğin nasıl olabileceği üzerine düşünürken Toril Moi’nin Henrik Ibsen and the Birth of Modernism, (Henrik Ibsen ve Modernizmin Doğuşu) (2006)[3], adlı çalışması aklıma geldi. Moi bu çalışmada, Ibsen’in tarihteki yerini üreten teorik ve estetik konumları ortaya koyar. Ibsen’in başarısının yaygın bir şekilde yok sayılmasının ardında, 1945 sonrası Batı dünyasında hâkim olmaya başlayan belli başlı estetik fikirlerin olduğunu söyler. Moi, bu estetik kanaatleri “modernizm ideolojisi” olarak adlandırır. Ona göre, modernizm ideolojisi tipik bir teorik ve edebî katılık üretir. Bunun en açık kanıtını realizm ve modernizm arasında temel bir karşıtlık olduğu inancında görebiliriz. Bu inanca göre, realizm modernizmin tarihsel olarak kaçınılmaz öncüsü ve aşağılık/sefil ötekisi olarak karşımıza çıkar. Bu kanaatin sonucu, realizmi naif, modası geçmiş ve hiçbir şekilde modernizmle bağdaşmayacak; modernizmi ise kendi üstüne düşünen, sofistike ve tarihsel olarak hala geçerli olarak sınıflandırmaktır. Moi, “bizim (edebiyat eleştirmenlerinin ve tarihçilerinin) inanılmaz bir unutkanlıktan muzdarip olduğumuzu; estetik idealizmin 19. yüzyıl boyunca ne denli önemli olduğunu unuttuğumuzu” öne sürer. Oysa Moi’ye göre idealizm, 19. yüzyıl boyunca Avrupa’yı kırıp geçiren hemen hemen tüm estetik çatışmalarda kilit konumda olmuştur. Moi’nin bu çalışmada benimsediği strateji, Latour’un önerdiği gibi retrospektif olması itibariyle modern olmayan bir eleştiri örneği olarak düşünülebilir. Ancak, sadece insan eylemlerine ve söylemlerine odaklandığı için hâlâ tam anlamıyla Latourcu bir eleştiri sayılmayabilir.

İnsan olmayanların da aracılık ve dönüştürme güçlerinin farkında olarak geriye dönük bir eleştiri örneği sunan, bu coğrafyadan güncel bir isim daha aklıma geliyor. Çevirmen Emine Ayhan, yakın zamanda çevirdiği dört Shakespeare metni[4] için yazdığı önsözlerde, yalnızca çeviri stratejilerine yönelik açıklamalar yapmakla yetinmiyor, aynı zamanda bir edebiyat eleştirisi örneği de sergiliyor. Bunu yaparken, yalnızca metnin sembolik dünyasını baz almayıp, metnin dünyasını dönemin politik ortamından, piyasa koşullarına, kültürel atmosferinden, teknolojik imkânlara kadar olası bir sürü farklı dünya ile de ilişkilendirerek, yorumlama faaliyetini çok boyutlu ve zengin bir dokuda örüyor. Dahası, bugün bir Shakespeare biyografisi yazılamıyor oluşuna dikkat çekerek, Shakespeare diye tek bir bedende toplanmış bir dehadan söz edilemeyeceğini; Shakespeare’in, yarattığı 900 karakter, onu var eden matbaacılar, dizgiciler, editörler, oyuncular, çevirmenler ve edebiyat eleştirmenleri gibi koca bir cemaat olarak var olageldiğini vurguladığı kısımda Ayhan, Shakespeare isminin tüm bu bileşenlerin ayrı ayrı faillikleri sayesinde varlığını sürdürebilen bir çokluğa tekabül ettiğine dikkat çekerek, bence Latour’un bahsettiği türden, ağı ve kolektif bir aradalıkları gözeten bir eleştiri örneği sergilemiş oluyor.

“Antroposen Çağında Kurmaca Bağlar ve Edebi Dokumalar” başlıklı makalesinde Yves Citton[5], Latour’un çalışmasının bize, insan eylemlerinin tesirini fiziksel şeyler, kurumsal eğilim, sembolik araçlar, enerji kaynakları, entelektüel güç ve finansal kurgulardan oluşan karmaşık ağa atfetmeyi öğrettiğini belirtir. Citton’a göre, “Latour’un karmaları (hybrids) bizi, kahramansı olup gerçekçi olmayana ve bireysel aktörlük gibi aldatıcı bir modele yönelik romantik bağımlılığımızdan kurtarır”. Peki, Beşeri Bilimler geleneğinin gerçeği ortaya çıkarma ayrıcalığının artık olmadığını hatırlatan Latour’un moderniteye atfettiği temsil etme ve özetleme pratiklerinden vazgeçip gerçeğin peşini bırakmak bizi eleştirel çalışmalarımızda bir tür göreceliğe mi itmek zorunda? Latour’un söyleminin peşinden giden Citton da, metinlerin artık açıklanması gereken değil; üzerinde hareket edilmesi gereken şeyler olduğunu vurgular. Ancak, Citton’a göre bu, zaten eleştiri alanında hâkim olan bir yaklaşım olagelmiştir. Citton için asıl mesele, metinler üzerindeki yorumlayıcı performansımızı, daha bariz yapıcı bir kullanıma doğru yönlendirmektir. Ona göre, yorumlamalarımızın neleri yıkacağını sormaktansa (totaliterlik, kapitalizm, sömürgecilik, cinsiyetçilik vb.), neler yapabileceğini (müzakere platformu, uyuşmazlık haritalandırması, strateji rehberi vb.) sormamız gerekir (s. 310). Edebiyat Çalışmalarının Latour’un sosyo-teknolojik ağlarında nasıl bir hâl alacağına ilişkin Citton’un cevabı oldukça ilham vericidir:

Uzun ve zengin hermenötik geleneği, görsel-işitsel ve dijital ürünlerin hakim olduğu mevcut medya ortamındaki marjinal konumu, yansıtıcı ve nispeten yavaş ve (evet!) eleştirel zamansallığı, yapıbozumcu ve teorik esnekliği sayesinde Edebiyat Çalışmaları, yeni ve kitlesel medyanın gelişimine göre kısmen ayrıcalıklı bir konumdadır. Ancak madem bir zamanlar sahip olduğu hegemonik konum bugün yarı azınlık statüsüne düşürülüyor- entelektüel yenilik için bir fırsat, kurumsal statü ve ekonomik geçim için bir lanet- edebiyat akademisyenleri Hayles'in tasarladığı Karşılaştırmalı Medya Çalışmaları çerçevesinde faaliyetlerini yeniden biçimlendirmeye gönüllü olsalar, aslında Edebiyat Çalışmaları hızlıca dönüşen bu medya ortamına ışık tutup, onun anlaşılmaz dinamiklerini ortaya çıkarmaya yardımcı olabilecek iyi bir konumda bulunuyor  (s. 326).

Citton’ın önerdiği üzere, birbirinden ayrılmaz bir biçimde medyatik ve aracı konumda olan varoluş modlarımızı, yeniden yapılandırılmış sürdürülebilir bir ağ örgüsüne dokumak için, kurmaca bağlarımızı araştırıp harekete geçirmeyi başarabilirse Edebiyat Çalışmalarının yeniden önem kazanabileceğine inanıyorum. Citton’un önerdiği türden medya bağlantılı pratikler ve projeler hayal etmek gerçekten çok çekici, ama bir yandan da günümüzde hem neoliberal söylemler ve uygulamalar hem de politik mevcut siyasî ortam tarafından geçersizleştirilmeye çalışılan disiplinimizi, eleştirdiğimiz bir yığın özelliğine rağmen, savunma uğraşı vermemiz de gerekiyor. (Gerçekten gerekiyor mu, emin olamadığım zamanlar sıklaşmaya başladı). Kimimiz bu çelişkilere sırtını dönüp, akademinin dışında tamamen farklı yollar arıyor, buluyor ya da yaratıyor. Kimimiz ise tüm bu çelişkilerle yaşamak pahasına, içeride başka türlü modeller üretmeye çalışıyoruz. Her şeye rağmen ben, sistem modeli yerine ağ modelini önererek Latour’un bize bir çıkış yolu gösterdiğine inanıyorum. Bu ağ modeli bizi, yaşadığımız dünyanın ve koşulların tarihi ve ampirik doğası üzerine düşünmeye davet ediyor. Böylelikle, yenilmez, değiştirilemez gibi görünen düzenin aslında görünenden çok daha kırılgan ve esnetilebilir bir ağ şeklinde işlediğini görebiliriz. Bugün akademik sınırlar içinde hissettiğimiz çaresizliğin panzehirini, Latour’un şikayet ettiğimiz hemen her şeyin gücünü, arındırma faaliyetlerinden aldığına yönelik argümanında bulabiliriz. Peki, mevcut koşullarımızda bu arındırma faaliyetlerini nasıl yavaşlatabilir veya tercüme pratiklerini nasıl çoğaltabiliriz? Latour’un ağ modeline göre, diğer eyleyenlerden bağımsız olmadığımızı kabul ettiğimiz ve her şeyin aracılık, tercüme ve ağ sayesinde gerçekleştiğine ilişkin bir kabulü akademik çalışmalarımıza nasıl yansıtabiliriz? Yavaşlayıp tutum değiştirdiğimizde ve demokrasiyi şeylere yaydığımızda akademik faaliyetlerimiz nasıl bir hâl alır?

Makale ve tez yazarken karşımıza çıkan prosedürlerden yaka silkmeyenimiz yoktur. Akademinin sekter üslup ve yöntemlerinden vazgeçemeyişimiz, bilimsellik idealiyle açıklanmaya çalışılıyor çoğu zaman. İncelediğimiz metin, bağlam ya da özneden kendimizi tamamen uzak bir konuma yerleştirebilmek mümkünmüş gibi davranıyoruz. Yahut, kendi bağlamımızdan, konumumuzdan, öznel yargı ve tercihlerimizden sıyrılabiliyormuş gibi yazmaya çalışıyoruz. Latour, her etik yargının altında öncelik belirleme, ayıklama ve seçim pratikleri olduğunu hatırlatır. Bu pratikleri, tertip, terkip ve müzakere şeklinde tanımlar (arrangement, combination, combine, negotiation or compromise) (s. 45). Bence aracılar veya tercümanlar olarak kendi konumumuzu yansıtmak adına, eleştirel yazın faaliyetlerimize belli başlı tertip ve seçimlerimiz ardında yatan motivasyonlarımızı dahil edebiliriz. Ancak, bu öyle bir yazım tarzı olmalı ki, yalnızca entelektüel ve akademik motivasyonlarımızı değil; pazar koşullarından bedensel deneyimlerimize ve duygulanımsal bağlantılarımıza kadar daha çeşitli motivasyonlarımızı dahil edebilelim. Kimi akademik kurumlarda, böylesi bir yazma pratiği teşvik edilmeye başlandıysa da, akademide barınabilmemiz için izlememiz gereken yollar ayağımıza dolanıyor. Kendi konumumuzu “fazla” dahil ettiğimiz bir yazın örneği bilimsel olmadığı gerekçesiyle çok kolay bir şekilde göz ardı edilebiliyor. Eğer akademinin içinde kalmak zorundaysak, akademik yayın üretme hırsımızı ve bireysel yalnızlığımızı aşındıracak bir yazma pratiği edinip başka türlü bir akademi formatının kapılarını aralayabileceğimize inanıyorum. Öğrencilerimizi, en az iki yazarlı yazın faaliyetlerinde bulunmaya teşvik edebilir; yahut akademik veya akademik olmayan ekürilerimizi yanımıza katıp yeni yazma maceralarına doğru yola çıkabiliriz.

Bir başka çözüm önerisi, hem farklı disiplinlerin hem de farklı etik konumların karşılaşacağı daha fazla ortam yaratmak olabilir. Bunu, Ekolojik-Etik Karşılaşmalar konferansı ile Boğaziçi Üniversitesi’nde 2017’den beri yapmaya çalışıyoruz. Ancak, ben artık konferans formatının da işlevinden emin olamıyorum. Dolayısıyla, akademiyle temasta ama üniversitelerin dışında yeni karşılaşma alanlarına ve etkinlik modellerine ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. Bu doğrultuda, son zamanlarda beni en çok heyecanlandıran oluşumlardan biri Mekanda Adalet Derneği ve hem yaşadığımız dünyaya değen hem de oldukça “akademik” faaliyetleri. Kent ve kırsal mekânın yeniden üretimine o mekânlarda yaşayanların doğrudan katılımını bir hak olarak savunan MAD, mekân çalışmaları kapsamında, o mekânlarda yaşayanların karar ve üretim süreçlerine doğrudan katılım haklarını savunur. Bu doğrultuda teorik ve pratik projeler geliştirir, eğitim programları organize eder. Ayrıca, Araştırma Desteği Programı ile, Mekân ve Adalet kavramları ekseninde çalışıp, anaakım mecra ve kurumlarda yer bulmakta zorlanan araştırmacıları destekler.

Şu sıralar, akademinin çeperlerinde kalarak, hayvan çalışmaları, posthuman, cyborg feminizm gibi alanlarda benzer yaklaşımlara gönül verip bir araya gelme planları yapan muhtemel bir oluşumun da heyecanı içinde olduğumu söylemeden geçemeyeceğim. Umuyorum bu birliktelik, hem Edebiyat Çalışmaları hem de diğer Beşeri Bilimler için yeni bir model örgütleyebilir. Hayalini kurduğumuz, birlikte yapıp olabileceğimiz tüm güzelliklerin heyecanını paylaşan sevgili Yoldaş Türlere selam olsun.

 


[1] Fransız sosyolog ve filozof olan Latour, öncelikle pozitif bilimlerden başlayarak bilgi üretim süreçlerine odaklanır. “Bilimsel gerçek” olarak kabul ettiğimiz olguların hangi aktörler arasında, ne tür ilişkiler neticesinde şekillendiği sorusuyla ilgilenir. Bu doğrultuda, insan-insan olmayan, doğa-kültür ayrımına karşı çıkan Aktör-Ağ Teorisi’ni (actor-network theory) geliştirir.

[2] Birçok Latour eleştirmeni, Biz Hiç Modern Olmadık metnindeki bir eksikliğe işaret etmiştir: Latour’un bu çalışması, ağ modelindeki her eyleyenin (actant) etkisini eşitleyip hiçbir eyleyenin birbirine indirgenemeyeceğini söyler, ama bu eyleyenlerin ayrıntılı bir tarihsel analizini yapmaz ve farklılıklarını ortaya koymaz. Latour daha sonra bu çalışmasına ilişkin özeleştirisini yapmış ve 2013’te yayımladığı çalışması An Inquiry of Modes of Existence’ta hukuk, bilim, siyaset gibi ağı besleyen spesifik yaklaşımlar/kiplikler (modality) arasında daha detaylı ve nitelikli bir ayrıştırma yapmıştır.

[3] Toril Moi. Henrik Ibsen and the Birth of Modernism: Art, Theater, Philosophy. Oxford University Press, 2006.

[4] çev. Emine Ayhan. Kral Lear; Venedik Taciri; Fırtına; Bir Yazdönümü Gecesi Rüyası (Aysun Şişik ile birlikte). Alfa Yayınları, 2019.

[5] Yves Citton. “Fictional Attachments and Literary Weavings in the Anthropocene”. New Literary History. Johns Hopkins University Press. Volume 47, Numbers 2 & 3, Spring & Summer 2016. pp. 309-329.