"Edebiyat bana göre tektipleşmenin panzehiri"

Burcu Aktaş: Doğadan kopmanın hem mekânsal hem ruhsal açıdan getirdiği felaketin sonucunda neler olduğuyla ilgili kendimce bir tablo çiziyor, duygusal hasarın ne kadar çok olduğunu göstermeye çalışıyorum

24 Ocak 2019 11:00

Bugün Türkiye’de bir çağdaş çocuk edebiyatından söz edebiliyorsak bu, Burcu Aktaş gibi çocuğu ciddiye alan, meselesi olan, sıradışı kalemler sayesinde diyebiliriz. 

Aktaş’ın yeni romanı Vahşi Şeyler’den öncekileri sırasıyla hatırlayacak olursak: Çarpık Ev’de içinde bir filin, canavara dönüşen bir kadının ve daha ne gizemlerin saklı olduğu, göğü delen apartmanların gölgesinde kalmış bir evin sırrını çözmeye çalışan çocuklar aracılığıyla “gerçekten bakmazsak” göremeyeceğimizi... Durmayalım Düşeriz’de, güne acı bir çığlıkla uyanan Yokuşpaşalılar’ın kaybettiklerini geri getirme maceraları aracılığıyla, “hayal etmeyi bilmeyenlerin her şeye inanmaya hazır” olduklarını... İstasyonda Vals’te ise İstasyon Meydanı’nın insanları aracılığıyla değişen kent yaşamında “kaybettiklerimizi, özlediklerimizi” hatırlattı bize Burcu Aktaş. 

Hayatını, yaşadığı apartman dairesinin pencere kenarında, o pencereden şehri dürbünüyle gözleyerek geçiren, kitaplarından ve acı tatlı hatıralarından başka hiçbir şeyi, pencere pervazına konan bir kargadan başka hiç kimsesi kalmamış seksen beş buçuk yaşındaki Mualla’nın, sözde medeniyetin yıkıcılığı içinde yolunu kaybetmiş hayvanların, aynı medeniyetin vahşileştirdiği insanların acıklı ancak gerçek hikayesi diyebiliriz Vahşi Şeyler adlı yeni romanı için. Burcu Aktaş’la Vahşi Şeyler üzerine konuştuk...  

 

Yeni romanın bir yanıyla yeni bir Küçük Prens. Her yaştan okuyucuya hitap eden çok katmanlı bir roman. Romanın hangi katmanını okuyacağı okuyucunun kendisine kalmış. Bilmiyorum sen ne dersin bu saptamama? 

 

Böyle düşünmüş olmana çok sevindim. Bu hikâyeyi anlatmaya niyetlendiğim ilk andan itibaren, bile isteye birkaç katman oluşturmaya giriştim. Hem ele aldığım meseleleri katman katman anlatmayı hem de bu romanı okuyanların o katmanlardan hangisi üzerinden gitmek isteyeceği konusunda özgür olmasını tercih ettim. Okur yorumları geldikçe farklı yaş grupları hangi katmanlarda dolanıyor anlayacağım. Merakla bekliyorum. 

 

Metropol hayatının bizi sadece doğal olandan ve doğadan uzaklaştırması değil, hani neredeyse insanlıktan çıkarması da, ilk romanından itibaren senin için önemli bir mesele sanki. Bu sıkıntının altını her romanında giderek daha çok çizdiğini söyleyebilir miyiz? Hatta bu nedenle, Vahşi Şeyler’de şehirin başrolde olmaması düşünülemez geliyor okuyana. 

 

Evet, çarpık metropol yaşantısının etkileri, yan etkileri, eksilttikleri, ıskalattıkları benim için önemli bir konu. Birey olarak da sorguladığım, başa çıkmaya çalıştığım bir mevzu olduğu için her romanda didiklemeye çalışıyorum. Vahşi Şeyler’de dediğin gibi Şehir başrolde. Sınırları fütursuzca genişleyen vahşi betonarme şehirlerin çağı bu. İtirazım var bu işgale ve yabancılaşmaya; ihtiyacım var yaşadığım yabancılaşmayı, yurtsuzluğu anlatmaya. Hele cem-i cümle hayvanın yurtsuzluğuna sebep olmak ister istemez “vahşi”lik hakkında sorular sorduruyor bana. Şehirleri “vahşi”leştirenleri, bunun nereye varacağını kendime sorup duruyorum. 

 

 

Korkunç bir hız çağında yaşıyoruz. Sen de okuyucunu ısrarla durmaya, bakmaya, yaşar gibi yapmak yerine gerçekten yaşamaya davet eden bir yazarsın. Edebiyatın tektipleşmenin panzehiri olduğunu düşündüğünü söylemiştin bir keresinde. Doğadan kopmanın insanı hem mekânsal hem de ruhsal açıdan felakete sürükleyeceğine vurgu yaparak panzehiri de açık açık sunuyor musun?

 

Edebiyat bana göre kesinlikle tektipleşmenin panzehiri. Doğadan kopmanın panzehirini ise ancak evimizin neresi olduğunun farkına varırsak bulabiliriz gibi geliyor bana. Ben bir panzehir sunmak yerine okurun önüne bir tablo koymayı tercih ediyorum. Doğadan kopmanın hem mekânsal hem ruhsal açıdan getirdiği felaketin sonucunda neler olduğuyla ilgili kendimce bir tablo çiziyor, duygusal hasarın ne kadar çok olduğunu göstermeye çalışıyorum. Şehirlerin sınırları genişleyecek diye yerinden yurdundan edilen hayvanları düşününce ne kadar akıl almaz bir şeye sebep olduğumuzu görmek çıldırtıyor beni. Bir ikilik de var burada. Şunu düşünsene, çocukken oyuncak hayvanlarla kurduğumuz neredeyse yoldaşlık diyebileceğimiz bir ilişki var. Onları koynumuza alıp yatıyoruz, üzülünce sarılıyoruz. Yetişkin olduktan sonra ise bütün bu güzel temsiliyetleri unutup hak temelli bir ilişkinin dışına çıkıveriyoruz. 

 

Mahalle kültürüne, insanın şehri, şehrin de insanı bozması kısırdöngüsüne bu kadar vurgu yapan bir yazarın çocukluğunu, çocukluğunda neler yaptığını, çocukluğunu nerede geçirdiğini merak ediyor insan. Çekirdekten işlemiş olsa gerek bazı şeyler senin karakterine. 

 

Çocukluk dönemimi hep hasretle anan, onu nostalji hâline getiren biri değilim ben. Çocukluğumu düşününce evvelden beri benim önüme uzun uzun anılar değil fotoğraflar gelir. Bugün düşününce, izleyen bir çocuktum sanırım diyorum. Sanki bir kameram vardı ve hep kayıttaydı. 

 

Neler kaydetti peki o kamera?

 

Mutlulukları, mutsuzlukları, dışlanmışlıkları, güzel bir ağacı, sevgi dolu bir kediyi, tabakta bitirilmeyi bekleyen yemeği, bağcıkları bağlanamamış bir ayakkabıyı, ev ödevlerini, kavgaları, kahkahaları, mecburiyetleri, şaşkınlıkları, dostlukları, düşmanlıkları, farklı evleri ve kokularını, bana ve aileme benzemeyen diğer insanları... Ne bileyim... Çok ayrıntı, bir hayli duygu... İnsanı yaşamla ilgili tecrübe sahibi yapmaya başlayan her şeyi kaydediyordum herhalde. 

 

Romanda Şehir’le birlikte seksen beş buçuk yaşındaki Mualla da başrolde. Hayatını pencere kenarında geçirmek zorunda kalan bir kadın. Biraz Mualla’dan, Mualla’nın romanın hikâyesine katkısından bahseder misin? 

 

Romandaki Mualla seksen beş buçuk yaşında... Hayata artık sadece pencere kenarından katılıyor. Dışarıda akan hayat artık onun bildiği bir hayat değil. Mualla’yı da içine alamayacak kadar hızlı ve vahşi... Mualla da evini ini gibi görmeyi çözüm edinmiş, kendini bir tek orada güvende hissediyor. Kitaplarıyla kurduğu ilişki çok önemli. Onlar sayesinde kendi dünyasını koruyor ve böyle başa çıkıyor her şeyle. Ama salt bugünü sevmeyip geçmişi yücelten biri de değil... Romanda tasvir ettiğim gibi: “Geçmiş limonlu bir top dondurmaydı. Hem çok tatlı hem çok ekşi. Ama artık hep çok uzak. Bugün ise sevmediği bir ot gibi burnunun dibindeydi.”

Vahşi Şeyler’de anlatmak istediğin yabancılaşmanın, hapsolunan yalnızlığın öznesi Mualla. Romanın bu tarafını doldururken en çok ondan yardım aldım. Sonra onun Şehir’de yalnız olmadığını biliyordum. Hikâyede yer alan birtakım hayvanlar var; karaca, bozayı, yaban domuzları... Onlar da Mualla’yla aynı kaderi paylaşıyor. 

 

Hazır kitaplar demişken sen... Behçet Necatigil’den Selim İleri’ye, şiirden romana birçok edebî esere de selam çakıyorsun romanda. Bunu sadece Mualla’nın edebiyatla ilişkisini vurgulamak açısından yaptığını düşünmüyorum. Yanılıyor muyum, bir yanıyla bir tanıştırma, yeni okumalara yol açma çabası da diyebilir miyiz buna?

 

Mualla’nın hayatının ipuçları kitaplarda saklı. Yani karakteri böyle kurgulamayı seçtim. Onun hayatını okuduğu kitaplar üzerinden ilmek ilmek çözmek beni cezbetti. Bir de sıkışmış, sıkıştırılmış bir karakterin özgür olduğu, nefes aldığı alanın kitaplar olduğuna inandığım için. Bunun bir ayağı da meraklı okur için yeni okumalara yelken açmak olabilir elbette.

 

Mualla’yla hani neredeyse iletişim kuran bir karga... Şehrin ortasına düşen bir karaca... Mualla’nın penceresine çarparak evine konuk olan hasta kuş... Bir kıyıdan diğerine yüzerek geçip şehir içinde kapana kıstırılan yaban domuzları... Bir inşaatta kış uykusuna yatan bir bozayı. Özellikle bu hayvanları seçmenin bir nedeni var...

 

Yaşam alanı işgal edilen bir yaban domuzu sürüsü rutin gereklerini yerine getirdiği için Boğaz’ı yüzerek geçiyor. Göç yolculuğunu tamamlayıp tamamlayamayacağı belli olmayan kuşlar telef oluyor. Yaşadığı ormana evler, siteler yapıldığı için bir evin salonunda bir karaca otururken görülüyor. Gazetelerde, televizyonlarda günün “bu da oldu” haberi olarak verilen olaylar oldu bu çağda. Fantastiğin fantastiği gibi duran gerçekleri gazetelerde okudum. Donup kaldım her seferinde. Utandım yaptıklarımızdan. Bunlar çok büyük kötülükler. Yalnızlık ve yurtsuzluktan dolayı mağdur olan sadece biz insanlar değiliz. O yüzden böyle bir hikâye yazdım.

Romana elbette hikâyeye hizmet edecek şeyler de ekledim. Tüm bunları bir bilge gibi izleyen, herkese ve her şeye inat hayatına devam eden kargayı mesela. Ya da uyuyacak ini yok edilen ayı günümüzde nerede uyur, diye sordum kendime. Bir inşaatın en karanlık yerinde kış uykusuna yatan bir bozayı durumun vahametini çarpıcı bir şekilde gösterir diye düşündüm. 

 

Şehrin göbeğine inmek zorunda kalan ve insanlar tarafından hemen birer kafese kapatılıp, son dakika haberlerine “BÜYÜK TEHLİKE” olarak geçen bu hayvanların kaderi aracılığıyla şehirlilerle çok güzel dalganı geçiyorsun. Tehlikeli olanlar hayvanlar mı gerçekten? Dünya üzerindeki en tehlikeli hayvan hangisi sence?

 

Para dışında hiçbir değeri olmayan, yaşadığı gezegeni mahvetmekte bir sakınca görmeyen, kendinden başka kimseye yaşam hakkı tanımayan, anlayıştan, anlamaktan uzak her insanoğlu büyük büyük tehlike. 

 

“Olanı kabul etmek her şeyden daha kolaydır, bu yüzden Şehirliler verilmiş olanı kabul eder. (...) Onlar yenildiği için Şehir de yenilir,” diyorsun Vahşi Şeyler’de. Çocuklara ne önerirsin yenilmemeleri için?

 

Teslim olmamayı. Her alanda ve her konuda… Bir de benim hep hatırladığım şu John Berger cümlelerini hatırlasınlar isterim: “Fırtına kendi kendini dindirir, deniz pis kül renginden masmaviye dönüşür. Kopan kayaların kenarında bir çiçek açar. Gecekondu mahallesinin üzerinden ay doğar. (...) Nasıl karşılaşırsak karşılaşalım, güzellik her zaman kural dışıdır, her zaman bir şeylere rağmen vardır. İşte onun için bizi bu kadar heyecanlandırır.”

 

Burcu Aktaş fotoğrafları: Muhsin Akgün