Dünyanın yükünü sırtlanmak 

Yola çıkmanın, göç etmenin gücü dünyanın yükünü nasıl kaldırdığımızla ilişkili olarak kıpırdıyor. Sınırlar diyoruz ama öyküler kıvrılır. Düz bir çizgide gitmez. Eğilir, bükülür ve her defasında yeniden inşa edilme potansiyeli taşır

04 Nisan 2019 09:30

0. Prolog: “Gitmekten başka çaresi yoktu.”

Virginia Woolf’un Jacob’ın Odası adlı eseri bir ayrılık kararı ile başlar. Kederli ve hüzünlü kopmadan farklı olarak, sapmanın kudretinin hâkim olmaya başladığı özgürlük kokusu daha en baştan romanın yüzeyinde belirir.

İlk cümle şöyle ortaya çıkar: “‘Bu yüzden kuşkusuz’ diye yazdı Betty Flanders topuklarını kuma gömerek, ‘gitmekten başka çaresi yoktu.’”[1]

Deniz kıyısında mektubu yazan kadının kurduğu son cümle sanatsal bir işlem olarak göze çarpar. Sıradan olanın tahakkümüne, ayak uydurma zorunluluğuna, aşikârlığın dehşetine karşı direnme ve kendimizi geliştirme ihtiyacı hissederiz. Katı, dikenli tellerle çevrilmiş dar alanlardan kaçma fikri bizleri cezbeder. Böylelikle gitme kararı hayal gücünün sınırlarını zorlarken, toplumsal normların ezici formlarını aşındırma, yeni dünyalara açılma işlevini taşır. Metafor aynı zamanda fizyolojik etkilere sahiptir. Mevcut olandan kopma kararı, bedeni hareketlendirir. “Gitmekten başka çaresi yoktu” cümlesinin yarattığı imgenin gücü, aynı zamanda bir görüntüyü oluşturur. Eylemin bildiğimiz standart anlamı ters yüz edilir ve yaşam yolculuğu artık düz çizgiden başka biçimlere doğru kıvrılır.

Ama yola çıkma hiç de yazıldığı kadar kolay değildir. Belirsizliğin hâkim olduğu, sert duvarlara çarpabilme ihtimalinin doğduğu ve nerelere gidileceği belli olmayan hareketlilik hâli esasında göç mevzusunu gündeme getirir. Bir yerden başka mahallere taşınmak, insanın çeşitli serüvenlere yelken açmasına sebep olur. Ulaşılan sınır bölgeler, oluşan geçirgen mekânlar, aşılan eşikler, geçilen köprülerle birlikte, benliğimiz başladığımız yerdeki hâlinden çok farklı biçimlere bürünür.

Yola çıkma deneyimini genelgeçer akıştan alıp başka bir hikâyenin ışığında incelememiz gerekiyor. Jeanette Winterson’ın Atlas’ın Yükü romanı bu bağlamda bellek, duygular, dünyanın dönüşümü, bakış açısı gibi konulara eğilmekle kalmayıp bu durumları Antik Yunan’daki mitolojik anlatılarla birlikte işliyor. Eserin hangi somut dünyaları kurduğu, gittiği yolda nerelerden saptığı ve ortak açı yaratabilmek adına aktardığı anlatıları değerlendirebilmek, zihinlerimizi aydınlatabilir.

O hâlde, yerimizde saymadan, metni katetmek için yola çıkmalı.  

I. Epizot: Atlas’ın Yükü

Jeanette Winterson, Normal Olmak Varken Neden Mutlu Olasın adlı otobiyografik denemesinde[2] göçebeliğini ilan eder. Yaşamındaki sorunlar, yazarı evden kaçmaya zorlar ve nihayetinde 16 yaşında bulunduğu yeri terk etmek durumunda kalır. Yetimhaneden evlatlık alınmasıyla birlikte başlayan baskı, yoksulluk, aldığı dinî eğitimin boğuculuğu Winterson’ı gitmeye zorlar. Böylesine çetin yolculuk, yazarın elinde melodramdan çok, yeni bir öyküye dönüşür. Yani yersiz yurtsuzlaşma bedbaht bir duygu olarak işlenmeyip özgürlüğe açılan durum hâline gelir. Otobiyografik denemeyle kesişen Atlas’ın Yükü ise kolaj olma özelliği taşıyor. Mitolojik karakter olan Atlas’ın mücadelesi Winterson’ın hayatından izlerle birlikte işleniyor.

Atlas, Antik Yunan mitolojisinde Lapetos ile Klyme’nin 13 çocuğunun en güçlüsü ve Prometheus’un kardeşidir. Olimpos tanrıları ile çıkan savaşta, titanlara önderlik eder. Fakat mağlubiyete uğrayınca, Zeus tarafından sürgüne gönderilir. Dünyanın en batı ucuna dikilip gök kubbeyi taşımanın yanında, onu bir an olsun sırtından indirmeme cezası alır. Gök-yer buluşması, Atlas’ın omzundaki dev cisimle engellenmiş olur. Gök kubbe denilen yuvarlak da dünyanın kendisidir.

Winterson, bu mitolojik anlatıyı kitapta kendi hikâyesiyle beraber okuyor. Böylelikle, sabitleşmiş Atlas mitini bozuyor ve yükü kaldırmanın güçle ilişkisini vurguluyor. Her beden biricik olma özelliği taşır. Lâkin, bu tekillik hâli, sabit ve kökleşmiş olduğumuzun göstergesi değildir. Neyi, nasıl yapacağımızı düşünmek, konumlarımızı gözden geçirmek, kendimize dair sorular sormak, kısmî oluşumuzdan kaynaklanır. Binaenaleyh, arkadaşlıklar kurar, âşık olur veya hikâyeler yazmaya girişiriz. 

Atlas’ın Yükü kitabında, kısmîliğimiz şu soruyla işaret ediliyor: “Ben dünyanın neresindeyim?”[3] Gördükçe yol alan, bakış açısını, bağlantıyı değişim çerçevesinde tutan yazar, yanıtı kendi verir: “Küreyi döndür.”[4]

Göç etmeyi etik duruş olarak kavrayan Winterson, ara sayfalarda Big Bang patlamasından söz etmeye başlıyor. Kişisel tarihlerimiz, dinî yaratılış ya da millî anlatılarla sarılmış olabilir. Âdem’den gelişimiz, Orta Asya’daki köklerimiz gibi ifadeler, benliğimize yapışır ve bizleri sınırlayan biçime bürünür. Oysa, beş milyar yıl kadar önceye giderek güneşi ve gezegenleri oluşturan maddeyi incelemek ve bunun hidrojen, helyum gibi elementlerle karışımına göz gezdirirken bir şok dalgası ya da yıldız patlamasını okumak, ufkumuzu genişletebilir. Nitekim, kendi benliklerimizin oluştuğu yeryüzünün tarihi de oldukça önemlidir. İşte, yazar, her sayfada kendiyle ilişkili olarak verili olan ne varsa reddedip ışık hızını, atomlardan oluşan bedenini analiz etmeye koyulup kendi dünyasının izlerini aktarıyor. Başka bir bölümde, yükünün ağırlığını kutlayarak kitaplarına, sevgililerine atıfta bulunuyor. Bölümlerin sonlarında da yazar hep aynı cümlelerle fısıldıyor: “Öyküyü yeniden anlatmak istiyorum” veya “Öyküyü bir daha anlatmak istiyorum.”

Anlıyoruz ki; Jeanette Winterson sırtındaki dünyayı daha sarih gözlerle görebilmek ve hissedilmek için bilime, tarihe, sanata başvuruyor. Çünkü birbirinden çok farklı düzenlemelere sahip olan bu disiplinlerin ortak yanı, öyküler anlatıyor oluşudur. On altı yaşında evi terk edip dünyayla ilişkisinde yarıklar açan yazar, yaptığı göç boyunca kendi sınırlarını aşındırarak yaşamını bir sanat eserine dönüştürüyor.

Şimdi, nefes alıp Atlas’ın Yükü ışığında içimize dönerek şu soruyu sorabiliriz: Yolun sonu var mı?  

II. Epilog: Sıçrayış

Nefes almanın derin bir krize dönüştüğü şu dönemde, nereye gidebilirim, ne yapabilirim gibi sorular kafamızı karıştırabilir. Zira, bedenlerimize el konulma işlemi devam ediyor. Yerinde duramayanlar için ortaya çıkan mahkeme veya tutukluluk süreçleriyle karşılaşıyoruz. Sosyal ölüme yani borç, militarizm, gıdasızlık, cinsel saldırı, terk edilmişlik gibi değersizlik kiplerine de maruz bırakılmış olabiliriz.

Ama basit bir imge bizleri hareketlendirmeye yetebilir. İlk fragmanda Woolf’un Jacob’ın Odası romanının başlangıcındaki ifadeye atıfta bulunmuştum. Nitekim, “Gitmekten başka çaresi yoktu” cümlesindeki saklı ışık tam da yaşadığımız krizin eşiğinde duruyor. Yola çıkmanın, göç etmenin gücü dünyanın yükünü nasıl kaldırdığımızla ilişkili olarak kıpırdıyor. Sınırlar diyoruz ama öyküler kıvrılır. Düz bir çizgide gitmez. Eğilir, bükülür ve her defasında yeniden inşa edilme potansiyeli taşır.

Sonuç olarak; kendi mücadelemizi aktarırken, Jeanette Winterson’ın romanda fısıldadığı cümleyi tekrardan düşünebiliriz: “Öyküyü yeniden anlatmak istiyorum.”

 


[1] Jacob’ın Odası, Virginia Woolf, Çeviri: Nazan Arıbaş Erbil, İthaki Yayınları, s.1

[2] Normal Olmak Varken Neden Mutlu Olasın, Jeanette Winterson, Çeviri: Püren Özgören, Sel Yayınları

[3] Atlas’ın Yükü, Jeanette Winterson, Çeviri: Dilek Şendil, Sel Yayınları, s.127

[4] A.g.y., s.127