Döngüsel bir zamanda, dönüşümün hikâyesi: Evlenilecek Kadın

Bir erkekle ilişki yürütebilmek için güdülmesi gereken taktikleri düşündüğümüzde, 60’ların dünyasından çok mu farklı bugünler?

03 Ekim 2019 11:30

Margaret Atwood’un distopik romanı Damızlık Kızın Öyküsü bir Hulu dizisi olduktan sonra onun -özellikle Türkiye’de- bilinirliğinin ne kadar arttığını, ne geniş kitlelere ulaştığını biliyoruz. Bense onun ilk çıkış yaptığı romanına, Evlenilecek Kadın’da (orijinal adı The Edible Woman) anlattığı köşeli, sert ve yine de umut dolu hikâyesine, Atwood’un metninde bugünden bakışla göze çarpan öngörü ve sezgi dolu noktalara değinmek istiyorum.

Kitaba geçmeden önce, kitabın yazılma ve yayımlanma hikâyesine göz atmakta fayda var. Fayda var, çünkü Atwood üstüne basa basa kitabının “feminist” değil “proto-feminist” bir kitap olduğunu, 70’lerin başında ses getiren bir kitap olmuş olsa da onu aslında 1965 yılında yazdığını belirtiyor. Bu hem önemli hem de işaret ettiği şey bakımından değerli, zira Atwood’un 68 Hareketi’yle yükselen feminist dalgayı öncelediğini gösteriyor bu tarih. Bir diğer içimizde hafif bir kıskançlık uyandırması muhtemel nokta, bu güçlü romanın “23 yaşındaki bir kadın tarafından düşünülmüş ve 24 yaşındaki bir kadın tarafından yazılmış” olması. Son olarak, her ne kadar kitap “Atwood’un ilk romanı” olarak lanse edilse de, Atwood yazdığı önsözde bunun doğru olmadığını, daha önce başka bir roman daha yazdığını, ancak Kanada’daki üç yayınevinin de kitabını fazla karamsar bularak reddettiğini, dolayısıyla Evlenilecek Kadın’ın yayımlanan ilk romanı olduğunu söylüyor. Ki bu kitabın da, muhtemelen orijinal dosyanın elyazmalarını kaybettiği için kendini mahçup ve borçlu hisseden bir yayıncı sayesinde, yazılmasından tam 4 yıl sonra, 1969’da okurla buluşabildiğini öğreniyoruz.

Evlenilecek Kadın, bir araştırma şirketinde çalışan kahramanımız Marian’ın, ev arkadaşı Ainsley, sevgilisi/nişanlısı Peter ve tesadüfen tanıştığı Duncan başta olmak üzere insanlarla olan ilişkilerini gözlemlediğimiz; evlilik, çocuk sahibi olmak, ilişkiler ve iş hayatı üzerine tecrübeleri ve düşünceleri ekseninde ilerleyen bir roman. Kitabın esas temasını tek kelimeyle özetlemek gerekirse, bence bu kelime dönüşüm. Adım adım Marian’ın dönüşümünü izliyoruz; kendisini bulma yolundaki macerasında toplumsal statüsündeki dönüşüme, fiziksel görüntüsündeki dönüşüme ve yeme alışkanlıkları konusunda geçirdiği dönüşümlere şahit oluyoruz.

Atwood’un belirttiğine göre, tıpkı romanımızın başkahramanı Marian’ın olduğu gibi, o yıllarda üniversite bitirmiş genç kadınların seçenekleri sınırlıdır: “Hiçbir yere gitmeyen bir kariyer veya iş yaşamından kurtulmak için kurtuluş yolu olarak görülen evlilik.” Roman, daha sonra evlilik konusuna ağırlık verecek ancak neden evliliğin “kurtuluş” olarak görüldüğünü ve hâliyle neden romanın da evlilik meselesine odaklandığını anlayabilmek için önce iş koşullarına, “hiçbir yere gitmeyen kariyer”e bakalım. Marian’ın ofisi, kadınlardan yüksek topuklu ayakkabılar giymelerinin beklendiği[1], üç katlı bir binada yer alan Seymour Araştırma Şirketi’nin orta katında yer alıyor. En alt katta işçiler, orta katta daktilolarının başında araştırma sonuçlarını işleyen kadınlar, en üst katta ise karar alıcı erkekler çalışıyor. Katlar, belirgin bir sınıfsal ve sosyal statü ayrışmasının yanı sıra, cinsiyete yönelik bir ayrışmayı da işaret ediyor: “Onlardan [yöneticiler ve psikologlar], üst kattaki adamlar diye söz ederiz, zira hepsi erkektir- bunlar müşteri ilişkilerini yönetirler.”

 

Atwood, “cam tavan” teriminin henüz icat edilmediği yıllarda, hem fiziksel hem statü anlamında kadının sıkıştı(rıldı)ğı katı işaret ediyor bize. Zira yapılacak anket formlarını hazırlayan, alınan cevapları işleyen, sonuçları raporlayan daktilo başındakilerin hepsi kadındır ve her biri de asla üst kata geçemeyeceğini bilir. Üstelik Atwood bu noktada yalnızca kadın ve erkek çalışanların iş tecrübesini ayrıştırmakla kalmıyor, farklı toplumsal statüdeki kadınların farklı kadınlık hâllerini tecrübe ettiğini de bize sezdiriyor. Örneğin Marian’ın çalıştığı departmanın yöneticisi olan Bayan Bouge evlenenlerin işi bırakmasını bekler, zira evli kadınlar “güvenilir değil”lerdir; hele hele hamile kalmak, “şirkete sadakatsizlik”tir. Nitekim bu sebeple, orta kata sıkışmış olsalar da, şirkette çalışan kadınlarla sahada çalışan anketçi kadınlar bir değildir, çünkü onların hepsi ev kadınıdır: “Piyasa araştırmacılığı, elişi çorap üretimi gibi, bir çeşit atölye işi olduğu için anketçilerimizin hepsi boş zamanlarında çalışan ve parça başı ücret alan ev kadınlarıdır. Fazla bir şey kazanmazlar ama zaten istedikleri evden biraz uzaklaşmaktır.” İşte sadece iki cümlede, evlilik kurumunun tükettiği, ama hiç olmazsa eve hapsolmamak, ev işlerinin bitmez tükenmez çarkına kendini kaptırmamak için alternatifler arayan ev kadınlarının varlığı ve onların bu ihtiyacını, emeği ucuza kapatmanın yolu olarak kullanan şirketlerin sömürüsü insanın üstüne çullanıveriyor.

Şirketinin muhasebecisi Bayan Grot’un Marian’a gelip emeklilik planı için maaşından kesinti yapılmaya başlanacağını haber verdiği gün, Marian yıllar sonraki hâlini gözünün önüne getirir: Emekli maaşıyla yaşayan, elektrikli sobayla ısınan kasvetli bir odada hayatını geçiren, kendi kendine konuşan, yalnız bir kadın… İnsanda yaşam enerjisi bırakmayan bu çalışma sisteminin posa hâline getirip attığı insanlardan biri olmanın, bu yalnız hayatın alternatifi nedir peki? Elbette evli-mutlu-çocuklu bir hayat!

Margaret Atwood, çocuğu Jess ve sevgilisi Graeme Gibson'la. Eylül 1982. (Fotoğraf: Ross Anthony Willis)

Her ne kadar romanın başlarında Marian ile Peter’ın ilişkisi sadece hoşça vakit geçirmeyi kapsıyormuş gibi gözükse de, durum kısa süre içinde değişir. Peter sürekli evlilikten nefret ediyormuş gibi konuşmalar yapsa da, son bekâr yakın arkadaşının da evleneceğini öğrenince -muhtemelen toplumdan ayrı düşme korkusuyla- birkaç gün içinde Marian’a evlenme teklif eder. Sonuçta genç ve geleceği parlak bir avukat adayı olarak “durulup evlenmesi” gerekiyordur, saygın aile babası imajı ona işinde de çok yardımcı olacaktır. Peter’ın dışarıdan bir gözle bakarak kendisini masaya yatırdığı bu analizler ne yazık ki fazlasıyla doğrudur ve Marian bu listede çek atılacak bir nesnedir âdeta. Marian da, evlilik yolunda gerçekten giderek nesneleşecektir; kararları gittikçe daha çok Peter’a bırakacak, hayatının kontrolünü daha az eline alacak, onun için belirlenen takvimlere daha çok uyacak, hatta kişiliğinden, davranışlarından, görünümünden tavizler vermeye başlayacaktır. Örneğin Peter Marian’ın daha girişken olmasını, daha çok içip sohbet eden bir kadına dönüşmesini, kısaca bir “salon kadını” olmasını arzular. Öyle ki Marian, alkolü yeterince kaldıramadığı için üzülür ve bu durumun “Peter’la olan ilişkisinde bir dezavantaj yarattığını” düşünür. Halbuki Peter’ın Marian’la olan ilişkisinde dezavantajlı olmak gibi dertleri yoktur. En yakın arkadaşının da evlenme teklif ederek “bekâr erkekler klübü”nü terk ettiğini öğrendiğinde takındığı oyuncağı elinden alınmış çocuk davranışlarından hiç gocunmaz mesela. Hatta bu durumda bile düşünceli olması gereken yine Marian’dır: “İlk aklıma gelen, yarın akşam Peter’e çok dikkatli ve incelikli davranmam gerektiği gerçeğiydi. … Peter, iki veya üç kadeh içtikten sonra, beni de Trigger’ı kapıp götüren düzenbaz denizkızlarından biri gibi görmeye başlayacaktı.” Marian bir kadın olarak hem sevgilisine karşı sürekli anlayışlı olmak, sıkıntısını hafifletmekle yükümlüdür hem de onu evlenmek için tongaya düşürmeye çalışanlardan biri olmadığını devamlı ispat etmelidir.

Bir erkekle ilişki yürütebilmek için güdülmesi gereken taktikleri düşündüğümüzde, 60’ların dünyasından çok mu farklı bugünler? Mesela Marian’ın üniversite mezunu ve bir diş fırçası firmasında kontrolör olarak çalışan ev arkadaşı Ainsley’nin, karşısındaki erkeğin anlattığı sıkıcı şeylere sabretme ve bir konuyla ilgili bilgi sahibi olduğunu belli etmeme ihtiyacını düşünelim “… Tabii ki [konuyu] değiştirmedim. Müthiş ilgileniyormuşum gibi yaptım. Ve tabii ki, işimin ne olduğunu söylemedim. Bu meslek sahibi adamlar, işleri hakkında bir şey bildiğini anlarlarsa çok bozulurlar. Peter gibi, mesela.”

Marian’ın Peter’la ilişkisi ilerlerken gerçekten de konuşmalarını, davranışlarını, kısaca kendini sürekli kontrol altında tutmaya çalıştığını görüyoruz. İçinden gelenleri yapabildiği nadir anlar da var, tıpkı sokakta dakikalar boyunca koştuğu sahneler gibi, ama böyle anlara Peter’ın iyi gözle bakmaması, ona kendini saçmalayan ve uygunsuz davranan biri gibi hissettirmesiyle Marian’ın doğal tepkileri, spontaneliği giderek törpüleniyor. Sürekli “dengeli beslenmeliyim, sinirlerim boşalmamalı, kötü hissediyorum ama toparlanmalı ve insanların yanına dönmeliyim” gibi, kendisine aslında dışarıdan direkt uyarı gelmeyen konularda bile, kendi kendisinin dışına çıkarak bir yabancı gibi kendisine emir verdiğini ve sürekli kendini gözlemlediğini görüyoruz Marian’ın. Artık kendi panoptikonunu içinde taşıyor Marian. Ve artık neredeyse sadece Duncan’la birlikteyken içinden geldiği gibi davranabilir hâlde –o da her zaman değil tabii…

Atwood’un, proto-feminist olarak nitelendirdiği romanında, feminizm ile vejetaryen/vegan yaşam arasında sonraki yıllarda kurulacak olan ekofeminist bağlantıya yaptığı gönderme özellikle dikkat çekici. Bilhassa av teması, kitapta belirginleşiyor. Av hikâyelerini anlatan, silahlarını ve bıçaklarını evinde sergileyen Peter üzerinden erkeklik-avlanma teması kurulurken, Marian’ın çalıştığı şirketin saha araştırmasını yaptığı Goose birasının tanıtımında da hayvan eti ve erkeklik arasında benzer bir ilişki kuruluyor: “Gerçek bir erkek, gerçek erkeklere yaraşır bir tatile çıktığı zaman –avlanırken, balık tutarken veya başka bir geleneksel dinlenme yöntemiyle rahatlarken, bira içmek ister-”  Etin Cinsel Politikası’nın yayımlanmasına daha tam 25 yıl var, ancak Atwood’un kaleminde Marian, hayatının kontrolünü Peter’ın eline verdikçe yeme alışkanlıkları değişmeye başlıyor. Önce Peter’ın onun adına da verdiği siparişle gelen etini yiyemez oluyor, sonra tavuk ve balık çıkıyor hayatından, derken yumurtayı da ağzına süremez oluyor… ve gittikçe panikliyor Marian! Sağlıklı beslenme söyleminin de etkisiyle, yeterince beslenemediğinden korkarak, vitamin haplarıyla kendini destekleyerek ve her gün “Acaba bugün neyi yiyemez olacağım?” korkusuyla yiyecekleri ağzına götürerek Marian’ın günleri bir bir akıyor. Ta ki, bir havucu soyarken kendi derisi soyuluyormuş gibi hissedene, lavaboda biriken bulaşıklar arasında üreyen küfleri temizlemesi gerektiğini düşünürken onların yaşama hakkının kendisinden neden daha az olduğu sorusuyla irkilene kadar…

Marian’ın kendine yabancılaşması süreciyle evinin dağınıklaşması, buzdolabının içinde yemek artıklarının birikip kokuşması, lavaboda bulaşıkların üst üste yığılması birbirine paralel ilerliyor. Ruhen dağılmasının fiziksel mekân üzerindeki etkisini adım adım görüyoruz, tıpkı ilerleyen sayfalarda yabancılaşma duygusunun kuaför sahnesiyle tasvir edileceği gibi… Duygu-mekân etkileşimleri romanda yer yer öne çıkıyor: Bir otelin çatısında yer alan o barda içtikleri gece, Marian her ne kadar sürekli kendisini kontrol altında tutmaya çalışsa da, sonunda kendini ağlarken buluyor. Şık ve düzenli gözüken o barda oturdukları saatler boyunca Peter ve Len’in birbiriyle muhabbeti boyunca, zaten ortama alışkın olmayan Marian, duruma da, ilişkisine de, kendisine de yabancılaşıyor. Bu yabancılaşma hissini tanımadığı, anlamlandıramadığı ve kontrol edemediği için daha da panikleyip kendini sinirleri boşalmış hâlde buluyor. Yine “kendisine ne olduğunu bilemediği” anlarda, Marian kendisine ait olmayan o evde, bir yatağın altına saklanma ihtiyacı duyuyor. Bunu tipik bir rahme dönüş sembolü olarak düşünmek elbette mümkün. Keza, evliliklerine ürküntüyle baktığı Clara ve Joe’nun evine gittiğinde içine basan sıkıntı da mekânın sadece bir fiziksellikten ibaret olmadığı, duygularla anlam kazandığına bir başka örnek sunuyor.

 

Peter’ın evinde vereceği parti için Marian’a yeni bir elbise alması, görünüşünü biraz canlandırması direktifinde bulunması ve Marian’ın onun isteğini yerine getirmek uğruna kendine hiç tarzı olmayacak kadar iddialı, kırmızı payetli bir elbise alması, kuaföre giderek saçlarını yaptırması, romanda onun aylar süren evlilik yolunda yaşadığı dönüşümün hem zirveye çıkarak artık fiziksel görünümünde de somutlaştığı hem de sonrasında gelecek büyük kırılmayı hazırlayan bir durum yaratıyor. Marian’ın Peter tarafından “terbiye edilme” süreci, bedenin terbiyesi üzerinden mükemmel biçimde kristalleşiyor. Günden güne içine gömüldüğü pasifleşme, özneliğini yitirme sürecini sembolize eden bu fiziksel dönüşüm, Marian’ı gece elbisesi alması için yönlendiren tezgâhtarın ona böyle elbiselerin korsesiz giyilemeyeceğini söyleyerek, Marian’ın hep reklamlarda gördüğü tarzda bir korse satmasıyla başlıyor. Geceye uygun bir elbise ve korse edinen Marian, ardından kuaförün yolunu tutuyor. Marian’ın kuaför salonunu tasvir edişi, orada hissettiği rahatsızlık ve yabancılık hissinin keskinliği muazzamdır. Neden orada olduğuna hiçbir anlam veremez, salonun pembe ve leylak rengi tonlardaki dekorasyonu içini sahtelik ve yapaylık hissiyle doldurur, ama yine de bir kadının, erkeğinin istediği gibi bir kadın olmak için çabalaması gerektiği fikrine duyulan o sorgulanmamış, neredeyse “doğal” olduğu iddia edilebilecek kadar içselleştirilmiş toplumsal kabulün verdiği şartlanmayla kuaför koltuğunda oturmaya ve saçının çekiştirilmesine katlanmaya devam eder.[2] Yapılan abartılı dalgalardan, yanağındaki 60’lar stili sivri tutamlardan hiç hoşlanmasa da saçını bozmaz, eve dönerek aldığı elbiseyi giyer. Ancak hâlâ tam “olamamıştır”, Ainsley onun takılarını eleştirir, bu “dramatik” etkiye uyması için Marian’ın ağır bir çift küpe takması gerektiğini söyleyerek kendi küpelerinden birini ona verir. Yetmez, tırnaklarına oje sürer ve makyajını onun yapmasına izin vermesi gerektiğini, aksi hâlde yine “yarım yamalak, uyduruk bir makyaj yapıp annesinin gardrobundaki elbiselerle oynayan bir çocuğa benzeyeceğini” söyler. Tam burada, iradesi bir kez Peter tarafından kırılmış olan ve çocuksulukta, iş bilmezlikle, yetersizlikle itham edilen Marian’ın artık ev arkadaşına da ses çıkaramadığını görüyoruz. İşte, sonunda dönüşüm tamamlanmıştır, her anlamda... Peter, onun bu hâlini çok beğenir, hep böyle gözükmesini istediğini hissettiren sözler söyler; oysa Marian artık kendini tamamen “pembe-beyaz lastikten, kemiksiz, sahte” hissetmektedir.

Kendine yabancılaşma hissinin en yoğun hâline ulaşması Marian için bir dürtükleyiciyken, o akşam arkadaşı Joe ile olan diyaloğu, benzer bir hissi okura taşıyor. Clara ile olan evliliğinde çocuklarla ilgilenişi, evi çekip çevirişi Joe’yu Marian’ın gözünde farklı bir noktaya taşısa da, Ainsley’nin iğneleyen tarzıyla belirttiği gibi, aslında Joe iyi niyetiyle cehenneme giden taşları döşer, her şeyle ilgilenmesi (veya ilgilenir gözükmesi) Clara’yı tamamen edilgenleştirir, fakat Marian bunu tam manasıyla sezemez. Joe, bir noktaya kadar hakikaten “iyi niyetli”dir, ama o da iyi niyetinden sızan zehrin farkında değildir. Joe, evlenmenin eşi Clara gibi üniversite mezunu kadınların özünü istila ettiğini düşünür, “kadın rolü ile özünün çatıştığını, kadınsı rolün ondan pasiflik talep ettiğini, zamanla içinin boşaldığını, özünün tahrip olduğunu” ileri sürer. Ancak bu durum karşısında toplumdaki kadınlık rollerinin, bu rollere yüklenen beklentilerin değiştirilmesi, dönüştürülmesi gerektiğini söylemek gibi bir yola gitmez Joe. Bunun yerine bulduğu öneri çok daha farklıdır: “Belki kadınların üniversiteye gitmelerine izin verilmemeli; böylece sonradan, düşünen kafalar olarak hayatta neler kaçırdıklarını hissetmezler.”

Tüm bu konuşmalardan yorulan, partide “iyi bir evsahibesi ve iyi bir eş” olmanın provasını yapıyormuş gibi hisseden Marian’ın neredeyse nefes alamayacak hâle geldiğini adım adım yükselen tempoyla okur olarak artık biz de hissediyoruz. Ve beklenen patlama geliyor, hislerinin bu derece çetrefilleşmesi sayesinde, Marian o gece kendinde Duncan’la birlikte partiden kaçacak gücü buluyor. Çünkü onunlayken en azından her şeyin rasyonel ve anlamlı olmasına gerek kalmıyor, birlikte çamaşır makinesinin içinde dönüp duran giysileri izleyebiliyor, Alice Harikalar Diyarı’ndaki yemek sahnesini andıran bir masada tüm tuhaflığıyla bir akşam yemeği yiyebiliyor, şehrin dışındaki karla kaplı vadide bata çıka yürüyebiliyor, sevişmek için gecenin bir yarısı döküntü otellerden birine fahişe gibi gözükmeyi artık umursamayarak girebiliyor Marian. Ancak Duncan kesinlikle bir “beyaz atlı prens” değil. Marian, bir ilişkisinde onu -kendi deyimiyle- “asimile etmeye” çalışan yanlış erkeğe denk gelmiş de, bunu doğru erkeği bularak düzeltecek değil. Açıkçası karakterlerin böyle kurgulanmadığını görmek de oldukça tatmin edici.  Atwood da bunu kendi sözlerinde açıkça ortaya koyuyor zaten: “Asla beyaz atlı prensi tarzı sonlar yazmam çünkü buna inanmıyorum. Ben insanların değişebileceğine inanırım. Belki tamamen değil ama kısmen değişebilirler.”[3] Ve Marian gerçekten de değişiyor. Ancak lineer bir değişim değil bu; yeme alışkanlıkları, görüntüsü, davranışları ile birlikte bir dönüşüm geçiren Marian bu dönüşümün sonunda kendi özüne, kendi başlangıcına dönüyor. Evlilik meselesini, Peter’ı, sevmediği işini bırakarak, Duncan’dan da hiçbir medet ummadan, yalnızca kendisiyle kalmanın tadını çıkarıyor.

Evlilik teması, romanda yalnızca evlilik yolunda ilerleyen Marian üzerinden tartışılmıyor. Örneğin üç çocuklu Clara-Joe çiftinin üstünden evliliğin tüketiciliği gösterilirken, toplumsal norm tartışması da Ainsley ve Len üzerinden veriliyor. Len, romanda evliliğe şiddetle karşı çıkan kişi olarak çapkın müzmin bekârı oynarken, Ainsley ise evliliği gereksiz gören, ancak “bilimsel gerçekler”le korkutulduğunda kolayca fikri değişen tarafı simgeliyor. Marian’ın üniversiteden arkadaşı olan Len, yirmili yaşlarının başında olan kadınları bile “fazla yaşlı” bulan, genç kızları “avlamaktan” hoşlanan, medya sektöründe çalışan bir erkek karakter ve ona göre “kadınlar peşine takılmaya başladı mı, dikkat etmek gerek. İlla evlenmek isterler. Vurup kaçacaksın, başka çare yok. Onlar seni kafeslemeden kaçıp kurtulmak gerek”ir. Ancak kendini çok kurnaz, muktedir ve tecrübeli zanneden Len’i Ainsley kendi silahıyla vurur; çok tecrübesiz, genç bir kız gibi davranarak, giyimini ve makyajını buna göre ayarlayarak ve Len’in bilgisine hayranmış gibi hep onu dinleyerek, susması gereken yerde susarak… Fakat Ainsley’nin istediği bir evlilik değil, bir bebektir. Bebek sahibi olmak için, zeki ve fiziksel anlamda düzgün görünüşlü olan Len’in spermlerine ihtiyacı vardır yalnızca. Ve buna ulaşmak için aslında hiçbir şey yapmasına gerek kalmaz, sadece Len’in kendisini baştan çıkarttığını düşünmesine ve Ainsley’i skor hanesine yazdığına inanmasına izin verir. Böylece Ainsley istediğine kavuşur, yani hamile kalır. Ancak Len, bu durumu öğrendiğinde tam manasıyla dağılır, evli ve üç çocuklu arkadaşları Clara ile Joe’nun evine, en büyük çocuklarının odasına sığınır. Bu açıdan bakıldığında, güçlü, çapkın, muktedir gözüken erkek imajının kofluğunu tamamiyle yansıtan bir karakterdir Len.

Ainsley ve Len hattı üstünden ilerleyen çekişme, aslında farklı açılardan da oldukça dikkat çekicidir. Ainsley’nin o yıllarda bile evliliğe ihtiyaç duymadan çocuk yapmak istediğini söyleyebilecek kadar cesur bir kadın olarak çizilmesine rağmen, bir yanıyla da son derece geleneksel, cinsiyetçi ve heteronormatif oluşudur. Giyim kuşamından makyajına, etrafı umursamayışından kadın-erkek ilişkileri hakkında rahatça konuşmasına dek, aslında Ainsley Marian’dan daha modern ve açık fikirli bir kadın olarak tasvir edilir başta. Ancak roman ilerledikçe anlarız ki, Ainsley’nin açık fikirliliği de bir yere kadardır. Bir psikiyatrın “evinde baba figürü olmayan oğlan çocuklarının homoseksüel olacağını” söylemesi üzerine (ki yanlış bir biçimde her zaman nötr olduğu varsayılan bilimin ahlakçılığı, yönlendiriciliği başlı başına bir tartışma konusudur), bir oğlan doğuracağından emin olan Ainsley panikler ve acilen Len’i evliliğe ikna etmeye çalışır. Len’in evlenmeyi reddetmesi üzerine aralarında dehşetli bir kavga patlak verir ve Ainsley, Len’i “oğlunun homoseksüel olmasını umursamamakla” itham eder. Atwood, belki o dönemdeki bilinçli olmayan ama sezgisi kuvvetli hâliyle görünüşten, ciladan ibaret bir modernlik illüzyonunun ne kadar tehlikeli olduğunu bize gösteriyor; Ainsley karakteri ve onun antropolojiye dair sayıklamaları sayesinde, “kadın-doğa benzerliği, kadının yaratma gücü, doğum kapasitesi” argümanları üzerinden geliştirilen bir tür “güçlü kadın” söyleminin ne kadar özcü -ve tam da bu yüzden ne kadar kırılgan- olduğunu okura sezdiriyor.[4] Sürekli doğurganlığa gönderme yapan, ancak doğurmakla tam bir kadın olunabileceğini söyleyen Ainsley’nin oğlan doğuracağını düşünmesi, ancak oğlunun eşcinsel olmasından da ölümüne korkması, feminizmden fersah fersah öteye düşen, cinsiyetçi, heteronormatif “güçlü kadın”ların varlığını bize hatırlatıyor.

Atwood’un daha 1965 yılında feminizmin temel meseleleri olan toplumsal cinsiyet rolleri, eğitim ve iş hayatında kadının yeri, evlilik kurumu, çocuk sahibi olma, aile ilişkileri, toplumsal beklentiler gibi konulardan görece yeni heteronormativite, türcülük, queer beden gibi konulara dek birçok meseleye değinmesiyle insanı şaşırtan romanı, sembolik bir yamyamlık sahnesiyle sona eriyor. Peter’la ayrılık konuşmasını yapmak üzere onu evine davet eden Marian, önce evini baştan aşağı temizliyor, fazlalıkları atıyor, her şeyi düzenliyor –tıpkı kafasının içi gibi, artık evi de düzenli. Sonra marketten alışveriş yapıyor ve kadın şeklinde bir kremalı kek hazırlıyor. Kaşına gözüne, saçına elbisesine dek kremayla çizdiği bu keki yemesi için Peter’ın önüne koyuyor. Bu durum Peter’ı korkutuyor, oysa Marian’a göre, biraz tuhaf da olsa, sonuçta bu sadece bir pasta! Nitekim kendisi tuhaf bir insan olan Duncan, bu pastayı yemekte bir beis görmüyor. Ve pastanın bitişiyle birlikte, bütün bu yumağa dönmüş ilişkiler de noktalanıyor. Romanın başladığı yerde, evinde otururken, yine kariyeri hiçbir yere gitmezken, yine bekâr ve çocuksuzken, hayatı aynı gibi gözükse de artık o sandalyede yepyeni bir Marian oturuyor. Şimdi gerekli son vuruşla roman tamamlanıyor: İlk bölümde Marian’ın sesiyle, birinci tekil kişiden okumaya başladığımız, ikinci bölümde ise üçüncü tekil şahsa geçen roman, üçüncü ve son bölümünde tanrı anlatıcıyı bırakarak yine Marian’ın sesine dönüyor. Marian, yeme alışkanlıklarını geri kazanırken –Duncan’ın kinayesine göre “tüketici hâline” geri dönerken- sesini de yeniden buluyor.

“Feminizm-sonrası devirde yaşadığımızı iddia edenler ya acıklı bir şekilde yanılıyorlar ya da bu konuları düşünmeye üşeniyorlar.”

 


[1] Cannes Film Festivali’nde kadınlara yönelik topuklu ayakkabı giyme zorunluluğunun daha geçen yıl protesto edilmiş olmasını düşünelim. https://www.evrensel.net/haber/352653/kristen-stewart-cannesdaki-topuklu-zorunlulugunu-protesto-etti

[2] Kuaför salonlarına giden kadınların bazıları için oldukça aşina olan “iradesinin elinden alındığını hissetme” ve kadınlık-güzellik ilişkisinin toplumsal inşasına yönelik olarak Ezgi Sarıtaş’ın “Kuaförle İmtihanım” ve Funda Şenol Cantek’in “Mizampli Makinesinin İçinden” yazılarına bakılabilir. (Aynanın Önünde Cımbızın Ucunda, İletişim Yayınları, 2017)[3] Alan Twigg, “What to Write; Margaret Atwood,” For Openers: Conversations with Canadian Writers, [Madeira Park: Harbour, 1981]. s. 25, akt. Leena Pundir, “Marian’s Search for Self in Margaret Atwood’s The Edible Woman”, The Criterion, cilt 3 sayı 4, Aralık 2012.

[4] Bu konuda detaylı bir inceleme için Ezgi Hamzaçebi’nin “Netameli Bir Yakınlık: Feminizm ve Türcülük”, (Gaflet, Metis Yayınları, 2019) adlı makalesini öneririm.