“Bedenler Parlamentosu” işbaşında: Documenta- 1

Dünya sanatının nabzını tutan Documenta14 Atina'da başladı. Demokrasinin sembolik beşiği Atina’da, Avrupa demokrasisi kendine yeni bir sembolik diriliş hayal ediyor

24 Nisan 2017 15:30

Documenta14 başladı. Açılış haftasında Atina’daydım.

Bizler Türkiye’de aylar süren referandum kampanyasının ardından, parlamento sistemine kıl payı çoğunlukla veda ettik. Yunanistan’da ise Atina halkı altı ay boyunca Özgürlük Parkı’nda bir “Bedenler Parlamentosu” oluşturmaya çağrıldı.

Sanki, iflas eden modern yönetim sistemlerinin ayırmaya veya dışlamaya çalıştığı her şeyi, tersine, içermeyi ve birleştirmeyi öneren, hem gerçek hem hayali bir halk meclisi tasavvuru öneriliyordu. Dünyanın en büyük sanat şovu Documenta için bir hazırlık çalışmasıydı bu. İspanyol felsefeci Paul Preciado, etkinliğin “kamusal program” bölümüne bu cüretli temayı seçerek, 14'üncü Documenta’ya epey dikkat çekmeyi başarmışa benziyor.

Bir ütopya izi

Devletsiz bir özgür meclis kurmak, ayrı durduklarımızla bir araya gelmek, özgürlüğü yeniden icat etmek, farklı toplumsal bağlar kurmak, kamusal alanı tekrar tanımlamak, siyasî temsilden başka demokratik hareket imkânları yaratmak gibi sloganlar, hayli cazip. Demokrasinin sembolik beşiği Atina’da, Avrupa demokrasisi kendine yeni bir sembolik diriliş hayal ediyor sanki.

Sonuçta birkaç bin Atinalının katıldığı bir dizi sohbet, film gösterisi ve tartışmadan ibaret kalsa da, bu program zihinlerde iz bırakacağa benziyor. Avrupa’da ve birçok yerde demokratik kurumların büyük yaralar aldığı şu dönemde, her tür ütopya tasavvuru insana cesaret veriyor.

Documenta’daki sergilerden bazılarını gezerken, gerçekten de bir ütopya arzusunun izlerini takip ediyormuşum duygusuna kapıldım. Atina’daki Documenta’nın en iyi tarafı, galiba bu keşif duygusu.

Hele şimdi, referandum sonrası, Türkiye’de parlamenter sisteme veda etmek beni nasıl üzdüyse, Atina’da ekonomik ve politik krizin bütün ağırlığına rağmen, insanların sanatın enerjisiyle bir araya gelişini izlemek o kadar sevindiriciydi.

Atina’dan neler öğreneceğiz?

Almanya’nın Kassel şehrinde beş yılda bir toplanan muazzam sanat şöleni, bu sefer ilk defa başka bir şehri de kapsamına aldı. Sanat Direktörü Adam Szymczyk, Documenta’yı Atina’ya taşıyarak iddialı bir işe imza atıyor.

Avrupa’nın lideri Almanya, dünya sanatının nabzını tutan bir etkinliği, Avrupa’nın en zayıf halkası hâline gelen Yunanistan’a taşımakla ne mesaj veriyor? Yaşadığı krizin baş sorumlusu olarak Almanya’yı gören Yunanistan, bu etkinlikten ne pay alacak? Kriz nedeniyle popülizmin ve sağ politikaların yükseldiği dünyada şu anda yeni bir siyaset arayışı var. Sanat buluşmaları böyle bir farklı siyaset yaratılmasına ne katkıda bulunabilir? Yoksa buldozer gibi bir sanat ve para üstünlüğü, turistik gövde gösterisi yaptıktan sonra, her şey eski hâline mi dönecek?

Atina bu sorularla kaynıyor. Documenta’ya bu yıl “Atina’dan Öğreneceklerimiz” temasının seçilmesi, sadece bir halkla ilişkiler gösterisi mi? Muhalif Yunanlıların ileri sürdüğü gibi, Almanya sanatla bile olsa Atina’yı istila ederek, reklam amacıyla sömürüyor mu? Yoksa, Atina’dan ve krizden gerçekten öğreneceklerimiz mi var? Bu sayede dünyanın şu andaki acil sorunlarına odaklanma şansı mı yakalıyoruz?

Garip bir şekilde, yürüdüğüm sokaklarda, girdiğim sergilerde, oturduğum kafelerde, katıldığım sohbetlerde, benim için sanki ikinci şık geçerliydi, dünyanın şu anki nabzını tutuyormuşum gibi geldi. Baş döndürücü bir duyguydu.

Her şeyin, ama gerçekten her şeyin mümkün olduğuna bir an için inandığınızı düşünün. Âşık olmak gibi bir şey. İstanbul’da çoktandır artık hissedemediğim bir heyecan. Bende bu duyguları uyandırması Documenta’nın mı başarısı, yoksa ben mi fazla gaza geldim, emin değilim. Karmakarışık bir ortamda, cevapsız sorular, büyük bir arayış, eleştiriler ve beklentiler birbirine giriyordu.

İstanbul’un benzer bir heyecanı yaşamasını isterdim. Tanıştığım bir Alman gazeteci, fazla Batı odaklı olmaktan sıyrılmak ve dünyaya açılmak isteyen Documenta yönetiminin, önce İstanbul’u düşündüğünü ama güvenlik nedeniyle vazgeçtiğini söyledi. Türkiye’nin Avrupa’dan hızla uzaklaşması ve peşpeşe kaçırdığı fırsatlar elbette üzerinde durulacak konular. Ama ben gene de, iyi ki Atina seçilmiş diye düşünüyorum.

Büyük gösterinin açılışında, şehir performanslar ve partilerle çalkalandı. Almanya Cumhurbaşkanı açılış törenine katılırken, Omonia Meydanı’nda Komünist Parti’nin protesto mitingini izledim. Trafik kesildiği için merkez curcunaydı.

Yaklaşık 160 sanatçının, 47 ayrı mekânda iş sergilediği bu kadar büyük bir etkinliğin tamamını elbette göremeyecektim, ama tartışmaları ve bazı sanat eserlerini izlemek zihin açıcıydı.

Zeytinle borç ödemek ve yasak kitaplar

Dört ana sergi mekânından biri olan EMST- Ulusal Çağdaş Sanat Müzesi, gezebildiğim tek büyük binaydı. Girişte Arjantinli sanatçı Marta Minujin, zemine dev bir zeytin havuzu yerleştirmiş. Yunanistan Zeytinle ve Sanatla Almanya’ya Borcunu Ödüyor başlığı, çalışmayı yeterince açıklıyor. Zeytinleri iki ay boyunca nasıl tazeleyecekler diye hayıflansam da, insan bu çalışmayı görünce gülümsemeden edemiyor.

Marta Minujin, Haziran ayında Documenta’nın Kassel ayağı açıldığı zaman, Friedrichsplatz’da yüz bin yasaklanmış kitap kullanarak Parthenon tapınağının gerçek boyutlu bir kopyasını inşa edecek. Bilginin bastırılmasına karşı bu sanatsal direniş, Atina’ya önemli bir selam bence.

Minujin 1983’te Buenos Aires’te 30 bin kitapla benzer bir inşaat gerçekleştirmişti. Parthenon kopyası, bütün toplumun yasaklanmış kitap bağışlarıyla gerçekleştiriliyor. Documenta Eylül ayında sona erince, herkes kitaplarını geri alacak.

Yasaklanmış kitaplardan söz etmişken, Türkiye’de yasaklanan bir kitap, Documenta için Atina’da, baskıya hazır litograf/ taş baskı ciltleri hâlinde sergileniyor. Kütüphane rafları formatında ve tam metin hâlinde sunulan bu eser Banu Cennetoğlu’nun çalışması. Kalker taşından dev ciltleri bir buçuk senede yontmuş. Berlin’de yaşayan Türk sanatçı için, 90’lı yıllarda gerilla olarak savaşırken ölen gazeteci Gurbetelli Ersöz’ün günlüklerini ve anısını yaşatmak neredeyse kişisel bir önem kazanmış.

Rodeo Galerisi tarafından ünlü Gennadios Kütüphanesi’nin bahçesinde sergilenen bu heykel- yerleştirme, bana Marta Minujin’in Parthenon çalışmasıyla çok akraba göründü. Banu Cennetoğlu ile kısa sohbetimizde, anıtsal sanat peşinde olmadığını, imkânsızlıkların onu farklı tarzlara ittiğini söyledi. Kitabı günlük bir gazetede yayımlamak istemiş, başaramayınca litografa yönelmiş. Yazılmayan tarihle çok ilgilenen bir sanatçı. Hayata katılmanın sanatçılığı için önemli olduğunu söylüyor.

Bir araya gelme sanatı

Rasheed Araeen'in Kotzi Meydanı'ndaki Büyük binalardan ve müzelerden çok, Documenta’nın asıl ruhu sokaklarda, bahçelerde, Atina’nın kentsel dokusunda yaşıyordu gibi geldi bana. Sanat direktörü Szymczyk “öğrendiğiniz her şeyi unutun” ve “ana mekânlara göre karar vermeyin” mesajıyla gösteriyi açarken belki de bunu kastediyordu.

İşte en renkli örneklerden birisi: Pakistanlı sanatçı Rasheed Araeen, Atina’nın Kotzia Meydanı’nda rengârenk düğün tenteleri kurmuş, her gün iki defa bu tentelerin altında yemekler pişiyor ve halka bedava ikram ediliyor. Sanatçının bu etkinliğe Ruhun Gıdası/ Değişimin Ruhu adını vermesi bana özellikle anlamlı geldi. “Bedenler parlamentosu” için bir ilk deneme diyebiliriz. Yemek yerken, yabancılarla tanışıp sohbet ediyoruz. Değişimin ruhunu adeta tadıyoruz.

Bir başka örnek: Amerikalı Rick Lowe, dünya çapında ün kazandığı “toplum heykeltraşlığı” pratiğini Documenta için Atina’da gerçekleştiriyor. Victoria Meydanı Projesi, adı geçen mahallede yaşayan herkesi bir araya getirip, ilişki kurmalarını amaçlıyor. Yeni eylem ve dayanışma imkânları kazanmak için, bir başka “bedenler parlamentosu” denemesi.

Victoria Meydanı’nda düzenlenen partiye katılıp, Rick Lowe ile tanışma imkânım oldu. Mahallede esnaflık yapan manav- şair Giannis Poulos’un nefis ipek kâğıt baskıyla yayımlanmış iki küçük şiir kitabını keşfetmek, benim için o akşamın en hoş sürpriziydi. Laki’nin Meyhanesi’nde bulduğum kalite, ucuzluk ve insan sıcaklığı ise, en iyi sanat sergisinden daha hayat vericiydi.

Teksaslı Rick’le sohbet ediyoruz. İnsanlara birbirleri ve kendi hayatları hakkında daha çok farkındalık kazandırmak, onları hem sorunlarını çözmekte, hem hayat kalitelerini artırmakta “yapabilir kılmak” istediğini söylüyor. Aktivist, sosyal peygamber, sanatçı karışımı bu genç adam, Amerika’da özellikle zenci nüfus arasında harabe bölgeleri canlandırıp üretici topluluklar hâline getirmekle ün yapmış. O da sanatı hayatın içinde görüyor.

Victoria Meydanı’nda kurulan yeni sanat merkezi, mahalle sakinleri için buluşma ve etkileşim yeri olmuş, başka herkes için de dayanılmaz bir cazibe merkezi. Afgan ve Senegalli mülteciler, Nijeryalı kadınlar birliği, Yunanlı sanatçılar, öğrenciler, mahalle esnafı, iş sahipleri, sürekli proje üretiyorlar.

Çok beğendiğim iki kadın sanatçı projeye destek veriyor: Maro Michalakakos uzun süredir yönettiği atölye çalışmalarında mülteci çocuklara resim ve maske yapmayı öğretmiş, şimdi onlar bilgilerini yeni gelen mülteci çocuklara öğretecekler. Frini Mouzatikou ise, mağaza kepenklerini örnek aldığı ve tamamen ipekten ürettiği nefis ekranları şimdi bu mahallenin duvarlarına graffiti olarak uygulayacak.

Tıpkı İstanbul gibi Atina da, peşpeşe kepenk kapatan, iflas eden mağazalarla dolu. Sanat karın doyurmasa da, ruhları besleyerek umudu yaşatıyor. Herkes yeni iş ve yeni üretim imkânları peşinde, dayanışma büyük önem kazanıyor. Sanat bu dayanışmayı teşvik ederek hayatın içine giriyor ve insanları yapabilir kılıyor gerçekten. Belki de Atina’dan bunu öğreniyoruz.

Yeni parlamento

Rick Lowe'un Victoria Meydanı Projesi“Bedenler Parlamentosu” fikri benim için Victoria Meydanı’nda can buldu. Fransız sosyolog Bruno Latour’un “Nesneler Parlamentosu” fikrinden ödünç alınmış ve biraz daha ileriye götürülmüş bir fikir bu. Latour, biz modernlerin doğayı ve toplumu birbirinden ayırdığımızı, hâlbuki günümüz dünyasında doğanın, cansız varlıkların, bilimin, teknolojik ürünlerin, birlikte yaşadığımız herkesin ve her şeyin eşit “hakları” olduğunu öne sürüyor. “Hibrid” ya da melez dediği “nesneler” Latour’a göre demokrasinin artık asal ve vazgeçilmez parçaları.

Documenta, bu fikri bir adım daha ileriye götürüyor. Bedenler parlamentosu derken, sadece insan bedenlerinden söz etmiyoruz elbette. Sanatı da parlamentoya girecek bedenler arasına katıyor; sadece sanat da değil, bütün el sanatı ürünleri, teknoloji, hayvanlar, bitkiler, atmosfer, kurumlar, toplumsal girişimler, hepsi yeni demokrasi kafilesinin üyeleri. Sanki, bir sel felaketinden kaçacakmışız ve uygarlığın tamamını Nuh’un gemisine yerleştiriyormuşuz gibi, mitolojik bir duygu var işin içinde.

Eşcinselden mülteciye, dışlanan her kimlik, sömürgecilik karşıtlığından popülizm eleştirisine her tür söylem, yeni parlamento arayışının parçası, yeni kamusal alanın eşit ögeleri.

Türkiye’de artık terk ettiğimiz, geleneksel parlamento modelinin yerine, barışçı ama eleştirel yollarla, sivil toplumun içinde farklı bir parlamento oluşturmak sözkonusu adeta. Yeni ve daha kapsayıcı bir birliktelik kurmaya dair bu ütopik tasavvur, ütopik olsa da yer yer sokakta somutlaşmaya başlayan bu hayal, bana biraz iyimserlik aşıladı, itiraf etmeliyim. Hayal gücünün bir lüks değil, yaşamın peynir ekmek kadar önemli bir ihtiyacı olduğunu unutmuşum, hatırlamak iyi geldi.

Sanatın insan ruhunu beslemek ve zihinsel ufkunu açmak gibi önemli bir etkisi var, salt güzellik tatmanın yanı sıra. Çağdaş sanat, estetik güzellikten çok bu ufuk açma işine yüklenir oldu son yıllarda, bu da normal, yaşadığımız sarsıntıların büyüklüğü düşünülürse.

Atina’da görebildiğim kadarıyla, bu yılki Documenta bu ufuk açma işinde, en çok dile ağırlık vermiş; metinlere, anlatıya, iletişime, yani “naratif” dediğimiz hikâye etme boyutuna geniş yer ayırmış. Siyasî iktidar eleştirileri, hiciv, muhalif söylemler de elbette bunun önemli bir parçası.

Documenta sergileri, mültecilerin iç parçalayıcı hikâyelerini anlatan video çalışmalarıyla dolu, sömürgeciliğin acı tarihinden sayfalar görüyorsunuz; ırk, sınıf ve cinsiyet ayrımlarına dair hikâyeler var, ama aynı zamanda direnç ve direniş hikâyeleri, insanların daima beslendiği sembollerin gücü de unutulmamış. Sözden başka diller de ön planda, mesela müzik epey öne çıkmış.

Müzik kullanan yapıtlar arasında en büyük merakla beklenen ve en çok beğeni toplayan çalışma, gene Berlin’de yaşayan bir Türk sanatçının, Nevin Aladağ’ın Müzik Odası adlı yerleştirmesi.

Bedenler parlamentosunda, nesne- bedenler, müzik aletlerine dönüşüyor. Masa davul olmuş, tabure darbuka rolünde, iskemlede gitar telleri gerili, kanape kolçakları arasında gene teller titreşiyor. Sergi boyunca her hafta üç gün bu ilginç aletlerle müzik performansı düzenleniyor. Ben maalesef fırsat bulup dinleyemedim.

Beden bir müzik aleti olabiliyorsa, bedenler parlamentosu bir orkestraya dönüşebilir mi? Neden olmasın? Documenta’da müzik, anlatı, gösteri, radyo yayınları, her tür performans, her tür titreşim ve iletişim çoğunlukta, sanatla izleyici arasında alışveriş ve katılım gerçekten dikkat çekici. Benim gibi, sanat ve kültür karşısında sadece izleyici ve tüketici rolünde olmaktan sıkılanlar için sevindirici bir boyut.

Özgür bedenlerin daha neler yapabileceğini gösteren bir başka performansı ve diğer bazı sanat yapıtlarını, Documenta hakkındaki ikinci yazımda ele almak istiyorum.

Kuşlar Meclisi- Simurg

Bu ilk yazıyı bitirirken, gene Victoria Meydanı’nda geçirdiğim akşama döneyim. Laki’nin meyhanesinde, çok sevgili bir arkadaşımla keyifli bir yemek yedik.

Giti Nourbakhsch, Berlin’de açtığı sanat galerisini yıllarca başarıyla yönettikten sonra işi gücü bırakıp Atina’ya yerleşti; temsil ettiği birçok sanatçı Documenta’ya davet edilmiş, deneyimli bir sanat küratöründen, Documenta’nın ruhunu öğrenmeye çalışıyorum. Neden bu kadar önemli?

Giti gülümsüyor- sanat gösterilerinin Mercedes- Benz’i gibi düşün Documenta’yı, diye başlıyor söze. Bu gösteriye sanat direktörü olarak, ancak küratörlük mesleğinde süperstar olanlar davet edilir, diye devam ediyor. Almanya devletinin 30 milyon euro bütçe ayırdığı dev bir gösteriden söz ediyoruz!

Demokratik ülkelerden bazılarının, özellikle Almanya’nın, sanata ve kültüre verdiği destek, gerçekten baş döndürücü. 1955’te, bir grup öncünün Alman kamuoyunu çağdaş sanat konusunda eğitmek için başlattığı bir sergi, nasıl olup dünya çapında bir sanat şölenine dönüştü?

Çünkü, diyor Giti, bu organizasyonun herhangi bir dönemde dünyada neyin önemli olduğuna parmak basan, gündem yaratan bir pusula olma iddiası var; Documenta, zamanın ruhunu yakalamayı kendine hedef seçmiş. Yaşadığımız zamanların nabzını tutmakta ve bunu dile getirebilmekte büyük beceri sahibi insanlar yönetiyor bu gösteriyi ve buna göre sanatçı davet ediyorlar. Sanat piyasası da boş durmuyor elbet, burayı etkilemeye ve buradan yararlanmaya çabalıyor, ama piyasa baskısına direnebildiği ölçüde başarılı olabiliyor Documenta.

Sen nasıl bakıyorsun, diye sorduğumda, ben böyle büyük gösterileri topyekûn beğenmek gibi bir beklenti içine asla girmem, sadece heyecan verici, yeni sanatçılar keşfedebiliyorsam sevinirim, diye yanıtlıyor. Muzip bir pırıltı var gözlerinde. Binlerce kişinin aynı yönde koştuğunu tasavvur et, diyor bana. Gülüşüyoruz.

Ama bir yandan da, Feridüddin Attar’ın "Kuşlar Meclisi" geliyor aklımıza. Giti baba tarafından İranlı. Bizim “bedenler parlamentosu” şu ünlü Simurg gibi bir ütopya simgesi olmasın? Pekâlâ mümkün bence.

Kuşların nereye gittiğini ya da binlerce kişinin Atina’da ne yöne koştuğunu biraz daha ayrıntılı ele almayı, ikinci yazımda tekrar deneyeceğim.