Din, Kimlik ve Güç: 21. Yüzyılda Türkiye ve Balkanlar

"Öztürk’ün çalışması her şeyin ötesinde dinin, devlet kimliği ve de güç ile nasıl çok boyutlu bir ilişki kurduğunu açıklıyor ve dinin iç politikadan başlayarak dış politikaya doğru evrilen, hem edilgen hem de etken olan macerasını inceliyor. Bu bağlamda dinin uluslararası siyasetteki rolünün herhangi bir kalıba sığdırılamayacağını belirten çalışma, dinin kendisinden çok onu kullanan aktörün önemli olduğunu vurguluyor."

18 Şubat 2021 20:00

Geçtiğimiz günlerde Londra Metropolitan Universite’sinde görev yapan Doçent Doktor Ahmet Erdi Öztürk, uzun yıllar süren doktora çalışmasını kitaplaştırdı. Edinburgh Üniversitesi Yayınları’ndan Religion, Identity and Power: Turkey and the Balkans in the Twenty-First Century (Din, Kimlik ve Güç: Yirmi Birinci Yüzyılda Türkiye ve Balkanlar) başlığı ile yayınlanan bu çalışma dinin Türkiye iç siyasetindeki sınırlarını nasıl aşarak dış siyasette de bir güç unsuru olduğunu anlatıyor. Diğer bir deyişle dinin sınır tanımayan etkisini Türkiye ve Balkanlar özelinde tartışıyor. Bunun da ötesinde Türkiye’nin Balkanlar’da din üzerinden yürüttüğü politikaların nasıl ve ne şekilde zaman içerisinde ülkenin algısında bir değişim yarattığı kitabın esas sorularından sadece birisi. Öztürk bu soruya cevap ararken, Siyaset Bilimi ve de Uluslararası ilişkiler disiplininde çok tartışılan soft power (yumuşak güç) kavramının din ile birleştiği zaman, dinin doğası itibariyle kavrama ambivalent (değişken) bir yön katacağını iddia ediyor. Bu bağlamda, her aşamasına yakından tanıklık ettiğim bu eser sadece Türkiye ve de Balkanlar konuları ile ilgilenenlerin değil, dinin siyaset ve de uluslararası ilişkiler içerisinde farklı rollerini merak edenlerin de okuması gereken bir çalışma.

Dinin kişiler, toplumlar ve de devletler üzerindeki rolünün incelenmesi, yeni yeni üzerine kafa yorduğumuz bir mesele değil. Arkasında derin, tarihi ve de karmaşık tartışmalar barındırıyor. Kuşkusuz bu tartışmalar yapıldıkları dönemlere göre farklılıklar gösterseler de dinin bir şekilde bireyler ve de devletler üzerinde etkili olduğu, üzerinde mutabık kalınan bir konu. Her ne kadar Yirminci yüzyılın ortalarında Peter Berger gibi kimi düşünürler dinin bir şekilde modernleşme ile birlikte sadece özel alana hapsolacağını iddia etseler de, İran İslam Devrimi, Batı dünyasında ortaya çıkan Hıristiyanlık kökenli siyasi partiler, dünyanın farklı yerlerinde dini grupların sivil toplum araçları ile siyasete dahil olmaları ve de Orta Doğu ülkelerinde dinin farklı şekillerde siyaseti ve de toplum yapısını etkilemesi dinin özel alana hapsedilemeyeceğini yine ve yeniden kanıtladı. Bu bağlamda din, bireylerin, toplumların ve de devletlerin kimliklerini etkileyen ve de farklı şekillerde bir güç unsuru olarak kullanılabilen bir normatif yapı olarak da tanımlanmaya başladı. Elbette bu bağlamda dinin kimlik ve de güç ile ilişkisi sosyal bilimlerin temel araştırma alanlarından oldu.

Dinin bireyler ve de devlet üzerindeki etkisi ise Türkiye’de hem dünya tartışmaları ile paralel olarak hem de Türkiye’nin kendine özgü laiklik anlayışı nedeni ile farklı şekillerde ele alındı ve de alınmaya devam ediyor. Doğu Roma ve Osmanlı geleneklerini reddettiğini iddia etmesine karşın, devletin dini kontrol etme alışkanlığını devam ettiren Cumhuriyet Türkiye’sinin tarihi pek tabi din ve dinin devlet içerisinde değişen ve de dönüşen konumu üzerinden de okunabilir. Kuşkusuz böyle bir okuma bize Türkiye’nin yaklaşık bir asırdır yaşadığını değişmeleri ve de dönüşümleri de anlatacaktır. Bu noktada bu bu değişimler ve dönüşümler sadece sünni İslam, dini cemaatler ya da Diyanet İşleri Başkanlığı ile alakalı değil. Yaşananlar aynı zamanda devlet içerisinde farklı odakların güç mücadelesiyle ve de devlet kimliğinde yapmaya çalıştıkları değişiklikler ile de alakalı. Bu değişiklikler elbette sadece iç politika ile sınırlı kalmayan, onun da ötesinde dış politika tercihlerinde ve de davranışlarında kendisini gösteren özelliklere de sahip. Kısacası, Türkiye özelinde dinin devlet içerisindeki rolünü inceliyorsak günümüz dünyasında bunun dış politikaya etkilerine de bakmak durumundayız. Bu bağlamda Öztürk’ün kapsamlı çalışması bize bir yandan Türkiye siyasal hayatını hem iç politika hem de dış politika kapsamında din üzerinden nasıl okuyacağımızı anlatırken, diğer yandan da Balkanlar özelinde bunun dışarıdan nasıl gözlediğini ortaya koymakta.

Kitap Diyanet’in 1990’lı yıllarda o ülkelerde dini hizmet vermek amacıyla davet edildiği Bulgaristan, Kuzey Makedonya ve de Arnavutluk’ta Türkiye’nin yirmi birinci yüzyılın ilk çeyreği itibariyle nasıl bir aktör olarak algılandığı konusu ile ilgilense de, Balkanların farklı köşelerinde yapılmış etnografik bir alan araştırmasına dayanıyor. Bu nedenle kapsamı ve sunduğu gözlemler bu üç ülkenin ötesinde bütün Balkanları kapsıyor diyebiliriz. Her ne kadar Slav Müslümanları konusuna bir nebze daha değinmesi mümkün olsa da, kitabın günümüz Balkan coğrafyasında Türkiye’nin kendine özgü konumunu farklı aktörler ile yapılan mülakatlar ile gösterdiği çok açık. Bunun da ötesinde çalışma, oralarda yaşamış, zaman geçirmiş, farklı aktörlerle sosyalleşme ve de onları gözlemleme imkânı olan birisi tarafından yazıldığı için klasik indirgemelerin dışında Türkiye’nin dönüşümünün Kapıkule Sınır kapısının batısında nasıl algılandığını ve de bu algılamanın çok çeşitli olduğunu ortaya koyuyor.

Yukarıda da belirttiğim gibi, Öztürk’ün çalışması her şeyin ötesinde dinin, devlet kimliği ve de güç ile nasıl çok boyutlu bir ilişki kurduğunu açıklıyor. Bu noktada Jeffrey Haynes, Jonathan Fox, Jocelyne Cesari ve de Daniel Philpott gibi akademisyenlerin izinden gidiyor ve dinin iç politikadan başlayarak dış politikaya doğru evrilen, hem edilgen hem de etken olan macerasını inceliyor. Bu bağlamda dinin uluslararası siyasetteki rolünün herhangi bir kalıba sığdırılamayacağını belirten çalışma, dinin kendisinden çok onu kullanan aktörün önemli olduğunu vurguluyor. Kısacası Öztürk’e göre dinin dış politikada nasıl kullanıldığı ve de bunun nasıl algılandığı temel olarak üç ayrı nokta ile alakalı; onu kullanan aktör ve onun özellikleri, kullanıldığı yer, ve son olarak kullanıldığı dönem. Bu noktada Öztürk bütün bu ayrı noktaların birbiriyle iç içe girmesinin birbirinden çok farklı ve çeşitli sonuçlar doğuracağının altını çizerken, bu sonuçların farklı güç ilişkilerine ve de kimlik çatışmalarına dayandığını da iddia etmekte.

Teori bölümündeki bu iddiayı ispatlamak için Öztürk kitabın geri kalan bölümlerinde öncelikle geç Osmanlıdan 2002 yılına kadar Türkiye siyasal hayatını hem iç politika ile dış politikayı bir arada tutarak hem de buralardaki gelişmelerin Balkanlara yansımalarını irdeleyerek yola çıkıyor. Bu iç içe geçmiş ve alışılmışın dışındaki Türkiye siyasi tarihi okumasında Öztürk klasik merkez-çevre çatışmasına dayanan okumaları kullanmak yerine Türkiye siyasetine ülkedeki çok boyutlu güç odaklarının iktidar yarışının yön verdiğini iddia ediyor. Bu güç odaklarından iktidara gelenin değil devleti kontrol edebilenin devlet kimliğinde bir değişime neden olabildiğini iddia eden Öztürk, bu kontrolde de dinin her zaman ana aktörlerden birisi olduğunu bizlere açıklamaya çalışıyor. Bu yönü ile kitap Türkiye’nin geçmiş bir buçuk asırlık serüvenini incelemek isteyenlerin de ilgisini çekecek gibi duruyor.

Kitabın geri kalan kısımlarında ise Öztürk AKP iktidarını iki ana bölüme ve dört alt bölüme ayırarak onun hem siyasi rakipleri hem de devlet ile girdiği mücadeleyi konu alıyor – hem de kendisiyle. Bu noktada Öztürk AKP’nin esasında hiçbir zaman tek başına iktidar olmadığını iddia etmekte ve sürekli olarak farklı güç odakları ile çok farklı koalisyonlar yaptığını iddia etmektedir ki ona göre bu koalisyonlar onun dış politika tercihlerini ve de hareketlerini bir şekilde şekillendiren ana unsurdur. Bu unsurun içerisinde de din hem bir araç hem de bir amaç olarak yerini almakta ve koalisyonlar değiştikçe dinin rolü ve de konumu değişim göstermektedir. Buna göre de Türkiye’nin Balkanlar’daki imajı giderek farklılaşmakta ve dahası farklı aktörler onu çok değişik şekillerde tanımlamaktadırlar. Hal böyle olunca da Öztürk’e göre Balkanlar’da bir değil birden fazla Türkiye bulunmakta.

Sonuç olarak, yukarıda da belirttiğim gibi birçok aşamasına tanıklık ettiğim bu çalışma gerek teorik açıdan hem din ve uluslararası ilişkilere hem de dini yumuşak güç çalışmalarına yeni bir boyut getirmekte. Bununla beraber Türkiye siyasi tarih okumasının da alışılmışların dışında olduğunun bir kere daha altını çizebilirim. Bildiğim kadarıyla da daha önce Balkanlar’da bu denli uzun soluklu ve de kapsamlı bir çalışma yapılmamıştı. Dahası Türkiye’nin Asya, Afrika ve de diğer coğrafyalar ile kurduğu ilişkilere dair yazılanlar da ya kısa süreli alan çalışmalarına ya da ikinci el kaynaklara dayanmakta. Bu bağlamda Öztürk’ün çalışması hem metodolojik olarak hem de teorik olarak diğer alanlara eğilmek isteyenlerin kullanabileceği özelliklerde. Onun kullandığı ve test ederek vardığı sonuçlar diğer bölgeler için pekâlâ uygulanabilir ve bu sayede de içerisinden geçtiğimiz sürecin dış politika alanında daha kapsamlı bir fotoğrafı çekilebilir. Kısacası Öztürk’ün çalışması hem kendi alanına hem de benzer alanlara geniş bir perspektiften bakmak isteyen herkesin başvurması gerektiği türden bir kitap olarak karşımızda duruyor.