Devlet dersi: yası tutulamayanlar

"Devlet dersinde öldürülenler için yas mekanizmaları da feshedilir. Yani ölüm, felsefi ve ontolojik bir mesele olduğu kadar, siyasi ve ideolojik bir meseledir de. Yaşam politikası gibi, devletlerin bir de ölüm-politikası vardır ki bazılarının ölümü ‘ölüm’ bile sayılmaz. Antigone’de Kreon’un yaptığı gibi, bazılarının ‘yasının’ tutulmasına da izin verilmez."

03 Eylül 2020 08:30

“Buraya bakın, burada, bu kara mermerin altında
Bir teneffüs daha yaşasaydı
Tabiattan tahtaya kalkacak bir çocuk gömülüdür
Devlet dersinde öldürülmüştür”

Ece Ayhan, Meçhul Öğrenci Anıtı

Türkiye’nin siyasi takviminde suç unsuru ‘kara sayfalar’ çoktur: kendi evlatlarını yiyen bir kötü babaya benzeyen bu ülkenin tarihi irili ufaklı siyasi ihlaller, şiddetler ve hatta felaketlerle doludur. Bu siyasi şiddetler o kadar yaygındır ki takvimdeki her ay için bir şiddet vakası bulabilirsiniz. Eylül ayı geldi mesela, iki büyük siyasi şiddetin ayı: 6-7 Eylül (1955) ve 12 Eylül (1980). Ama her ikisi için de devlet resmî bir özür dilemediği, pogrom ve darbeye dair bir ‘utanç anıtı’ mesela yapılmadığı için, bu şiddetlerin yeni şiddetleri ‘azmettiren’ tortuları toplum bünyesinde dolaşmaya devam edebiliyor. Buradaki kötü döngü şu: “Devlet dersinde öldürülenler” adına bir özür-anıtı dikilmediği için ölenler ya da şiddete uğrayanlar bir isimsizleşmeye, bir yoksayışa mahkûm ediliyor, bu yok sayma da yeni şiddet türleri için cezadan muaf bir zemin hazırlıyor… ad infinitum, hatta ad naeusum.

Bu kötü döngü ‘yas’ ile de yakından alakalı. Devlet dersinde öldürülenler için yas mekanizmaları da feshedilir. Yani ölüm, felsefi ve ontolojik bir mesele olduğu kadar, siyasi ve ideolojik bir meseledir de. Yaşam politikası gibi, devletlerin bir de ölüm-politikası vardır[i] ki bazılarının ölümü ‘ölüm’ bile sayılmaz. Antigone’de Kreon’un yaptığı gibi, bazılarının ‘yasının’ tutulmasına da izin verilmez. Buna Kreon-yasağı dersek, Türkiye tarihindeki en temel yasaklardan biri de Kreon-yasağıdır: yas yasağı.[ii] 12 Eylül’e dair bir konuşmanın başlığının “Yası Tutulamayan Bir Travma: 12 Eylül” olması rastlantı değil.[iii]

Bu tutulamayan yas mevzusuna dair Butler’ın çokça referans verilen bir metni var: Kırılgan Hayat: Yasın ve Şiddetin Gücü. Ben bu yazıda temelde bu metin üzerinden Türkiye’de tutulamayan yasların nasıl bir devlet politikasına dönüştüğünü ve nasıl bir travmalar-tortusu bıraktığını anlatmaya çalışacağım.

1. Prekarya ve yas

Butler’ın kitabının adıyla başlayalım: başlıkta geçen ‘kırılgan’ın İngilizce orijinali ‘precarious’. Yani son zamanlarda çok kullanılan, siyasi, kültürel veyahut ekonomik anlamda ‘sallantıda’ olan ‘prekarya’nın kökünde yatan kelime. ‘Precarious’un Türkçede tek bir kelimeyle karşılanamayan birçok anlamı var: güvencesiz, saldırıya açık, belirsiz, sallantıda, tehlikede, kırılgan, hassas, vs… Bu anlamları karşılamak için kullanılan ‘prekarya’ ya da ‘prekar’ toplumsal açıdan ‘güvence altında’ olmayan, fiziksel ve söylemsel şiddete açık olan, ‘tehlike altındaki’ kesimleri de kapsayacak şekilde kullanılmaya başlandı. Yani prekarya, devletin ve resmî söylemin ‘koruması’ altında olmayan herkes için kullanılabilir.

Son zamanlarda Selahattin Demirtaş (Seher ve Devran) ve Latife Tekin’in (Manves City ve Sürüklenme) ‘prekarya’yı anlattığını söyleyen iki yazı yazmıştım. Hem Demirtaş hem de Tekin siyasi angajmanı yüksek yazarlardır ve bakışlarını her anlamda ‘sallantıda’ olanlara çevirmekten alıkoyamazlar kendilerini: yoksullar, ‘azınlıklar,’ işçiler, ötekiler, cinsel ‘azınlıklar’, vs… Edebiyat ve yazı, bir anlamda imtiyazsızları ya da ‘prekarları’ savunma ve onlara söz verme girişimidir burada. Başkasının iradesine ya da insafına kalmış anlamı da taşır prekarya. ‘Tehlikede’ bir hayatı ifade eder. Bu bakımdan Agamben’in ‘çıplak hayat’ına yakın durur. Çıplak hayat, yasanın koruması altında olmayıp yine de yasanın dayatması altında olanı ifade eder. Kötü-Baba olarak Yasa’nın karşısında çıplak ve korumasız olan, şiddete uğramaya açık hayat.[iv] Butler işte böyle bir ‘hayat’ için sorular soruyor kitapta.

Mesela yas-hakkı konusunda çokça alıntılanan şu soru: “Kimin yaşamı yaşam sayılır? Bir yaşamı yası tutulabilir kılan nedir?” (s. 35)  Şöyle ve özetle: ancak yaşamı sembolik ya da ideolojik düzen içinde değerli görülen (‘yaşam sayılan’) birinin (kamusal olarak) yası tutulabilir. Devletler bir yaşam-hiyerarşisi üzerinden bir yas-hiyerarşisi de dayatırlar. Ama bir devlet ya da topluluk tuttuğu yaslarla olduğu kadar tutmadığı yaslarla da kurulur, bir yokluk olarak yas da kurucu bir öğedir. Butler bunu açıkça söylüyor: “Yasını tuttuklarım kadar ölümünü görmezden geldiklerim tarafından da kurulurum.” (s. 60)

Tutulmayan yasın kurucu gücü Türkiye’de maalesef çok önemlidir: Sivas katliamından Suruç katliamına kadar hiçbir siyasi felakette kamusal yasa vesile olacak bir anıt ya da hafıza mekânı inşa edilmesine izin verilmez.[v] Çünkü iktidarlar farkındadır: Mekânın böyle bir hafıza mekânına dönüştürülmesi ‘o istenmeyen kişilerin’ (‘persona-non-grata’ların) yasının tutulabileceği ve hatta tutulması anlamına gelir.[vi]

2. Ütopik Bir Öneri?

Butler bahsettiğim yazısında etik bir toplum inşası için hem çok ütopik hem de çok basit bir temel öneriyor: Herkesi kuşatan ortak payda olarak insani ‘yaralanabilirlik’. Yaralanabilirlik lafı bizde çok yaygın değil ama İngilizcedeki kelime gündelik hayatın bir parçası: ‘vulnerability’. Biri savunmasız ve güçsüzse onun için ‘vulnerable’ diyebilirsiniz. Bu yüzden belki de bu kelimeyi Türkçede ‘savunmasız’ diye karşılamakta fayda var. Buradaki her ‘yaralanabilirlik’ lafını ‘savunmasızlık’ diye de okuyabilirsiniz.

Butler mevzuyu doğum anından alıp insanın dünyaya gelişinin bir ‘yaralanabilirlik’ durumu olduğunu söylüyor: “İlksel yaralanabilirlik koşulu… ilksel bir çaresizliğe işaret eder.” (s. 46) Yani dünyaya ‘düşen’ ya da fırlatılan herkes bir ilksel ‘yaralanabilirlik’ten, bir ‘kırılganlık’tan, bir ‘savunmasızlıktan’ mustariptir. Burada mesele şu: Bu ‘yaralanabilirlik’ karşısında bazıları ‘korunma’ imtiyazına sahiptir, en azından yasalar bunu garanti altına alır. Ama bazıları için yasa değil, Agamben’in bahsettiği istisna hali geçerlidir. Yasa askıya alınır. Böylece de ‘homo sapiens’, ‘homo sacer’e dönüşür. Homo sacer savunmasız insanın nihai halidir.

Butler bu yaralanabilirlik ya da savunmasızlık durumu üzerinden şiddeti şöyle tanımlıyor:

“Şiddet kesinlikle en kötüsünden bir temas, bir dokunmadır: İnsanın öteki karşısındaki ilksel yaralanabilirliğinin en korkunç şekilde açığa çıkması… bir başkasının iradesine teslim edilmemizdir.” (s. 43) Ve hassas bir parantez daha açıyor: Sembolik düzene ya da ‘normatif’ insan kurgusuna bedensel ya da düşünsel anlamda sığmayanlar, “şiddetin kendisine değilse bile olasılığına maruz bırakılırlar.” (s. 35) Bu olasılık lafı önemli, zira kara bir gölge ve havada asılı bir tehdit olarak toplumsal normun üzerinde yükselir bu şiddet olasılığı ve bazıları için hayatı bir korku senaryosuna dönüştürmeye yeter.

Peki bu olasılık ne zaman ortadan kalkar? Cevap açık: daha önce yaşanan şiddetlerin kabul edilmesinden ve mağdurların yas tutmalarına imkân tanındıktan sonra. Mesela 6-7 Eylül için bir anıt, bir hafıza mekânı, bir yas tutma mekânı kurulana kadar 6-7 Eylül şiddeti bir olasılık olarak kalmaya devam edecektir; neden devam etmesin?[vii]

3. Öteki’nin Yüzü

Butler kitaba adını veren ‘Kırılgan Hayat’ adlı yazısında Levinas’ın etik felsefesinden ve ‘ötekinin yüzü’ ile kurduğu yakın bağlantıdan bahsediyor. Dünyada insan varoluşunu ‘benlik’ sorgusu üzerinden, ontolojik olarak değil, Öteki’yle kurduğu ilişki üzerinden, ‘etik’ olarak okuyan Levinas’a göre “Ötekiyle yüz yüze bir ilişkide olmak, öldürememektir”. (s. 141) Ama Levinas şunu da teslim ediyor: “Kırılganlığı ve savunmasızlığıyla ötekinin yüzü benim için hem öldürmeye teşvik hem de barışa, ‘öldürmeyeceksin’e çağrıdır.” (s. 137)

Öteki diye adlandırdığınız her kimse onu ‘öldürülebilir’ ve ardından da ‘yası tutulmayabilir’ kılmak için onu bir bakıma anonimleştirmeniz, yüzünü silmeniz gerekir. Bu anonimleştirme, ‘yüz’ü yok etme hamlesine karşı bazı karşı-hamleler de geliştiriliyor. Öldürülenlerin ya da zorla kaybettirilenlerin ‘yüz’lerini karşımıza çıkaran birçok sanat işi, anlatı ya da eylemde bu karşı hamle var. Yıllar önce Halil Altındere ‘Kayıplar Ülkesine Hoşgeldiniz’ adlı işinde faili meçhullerin yüzlerini pula basmış, onları tekrar görünür kılmıştı. ‘Yüz’leşmeye çağrı. Nalan Yırtmaç da benzer bir şeyi 1915’te ‘ani bir baskınla’ sürgüne gönderilen Ermeni aydınlar için yapmış ve ‘bir gece ansızın’ meçhule havale edilenlerin ‘yüzlerini’ birer stencil olarak duvarda sergilemişti. Cumartesi Anneleri’nin faili meçhuller için yaptıkları eylemlerde ısrarla oğullarının ‘yüzlerini’ bir pankart gibi taşımaları da benzer bir şeye işaret ediyor: Yüzü olmayan, izi silinenlerin yüzlerini görünür kılmak.

Ötekinin yüzünü silmek bütün şiddetleri mümkün kılabiliyor. Belki de bu yüzden savaş tutsaklarının kafasına bir çuval geçirilir ya da siyasi tutuklulara tek-tip kıyafet giydirilip saçları kazınır. Böylece onları ‘benzersiz’ yapan özellikler silinir ve nullus nomen kılınırlar. Butler isimsizleştirilerek bir bakıma hayalete dönüştürülenlerin bir ‘ontolojik isyan’a kalkışıp bir varlık mücadelesine giriştiklerini söylüyor. Yazı ve görsel sanatlar da en politik ânına bu ontolojik iade-i itibarı gerçekleştirdikleri anda ulaşıyor sanırım; isimsizlerin ‘ontolojik isyanı’na alan tanıdıkları anda. Ve bir de belki, tutulamayan bir yası tutmaya giriştikleri anda.[viii] Politik olarak tutulamasa da hontolojik olarak tutulabilecek bir yas.

Şu soruyu bir daha soralım: Bazılarının ölümü nasıl (ya da ne hadle?) ‘ölüm’ kabul edilmez ve devlet dersinde öldürülenlerin tutulamayan yası dünyayı nereye götürür?


[i] Bu konuda ‘nekropolitika’ kavramını ilk geliştiren kişi olan Achille Mbembe’nin söyledikleri önemli: “Egemenliğin nihai ifadesi… kimin öldürülüp kim yaşayacağına karar verme gücünde yatar.” Bkz. Achille Mbembe, Düşmanlık Politikaları, İletişim Yayınları.

[ii] Zeynep Sayın’ın Türkiye’deki ‘nekropolitikayı’ gömülme ve yas hakkı üzerinden inceleyen Ölüm Terbiyesi’nde gömülemeyen ve yası tutulamayanlara dair birçok acı örnek var.

[iii] Yıllar önce (2007) yapılan bu konuşmanın katılımcılarından biri olan Cem Kaptanoğlu’nun yakın zamanda “Öteki’nin Ölümü” başlığı altında verdiği bir röportaj var. 

[iv] Bkz. Giorgio Agamben, Kutsal İnsan: Egemen İktidar ve Çıplak Hayat, Ayrıntı Yayınları.

[v] Sivas katliamı konusunda yeni yayınlanan Sivas Katliamı: Yas ve Bellek adlı kitapta Ozan Çavdar şunu açıkça söylüyor: “Kolektif bellek söz konusu olduğunda, mekân ve ritüel kavramları da oldukça önemlidir. Bellek, anlatıların yanı sıra mekân ve hatırlama eylemleriyle de somut olarak inşa edilir.” (s. 16) Yakın tarihe dair iyi bir tanıklık çalışması sunuyor Ozan Çavdar.

[vi] Burada iyi bir istisnayı anmak lazım: Nisan 2019’da kurulan Hrant Dink 23,5 Hafıza Mekânı.

[vii] 6-7 Eylül pogromunu gündelik bir hal üzerinden, ‘isim vermeden’ anlatan bir Yusuf Atılgan hikâyesi var: “Çıkılmayan.” Bu hikâye böyle bir şiddetin olağan bir şiddete nasıl dönüştüğünü, Yasa’nın ortadan kalkıp ‘ilksel yaralanabilirlik’ durumuna geçildiğinde mikro-şiddetlerin nasıl kolayca açığa çıktığını göstermesi açısından önemli. Bkz. Yusuf Atılgan, Bütün Öyküleri, Yapı Kredi Yayınları.

[viii] Yazıda yas için Birgül Oğuz’un anlatısı Hah’ına, filmde yas için Orhan Eskisoy ve Zeynel Doğan’ın “Babamın Sesi”ne ve çağdaş sanat/video’da yas için Senem Gökçe Oğultekin’in “Dun/Ev” ve Gülçin Aksoy’un “Ağlama Korosu” adlı işlerine bakabilirsiniz. Barış Portreleri, 10 Ekim 2015’te Kaybettiğimiz Hayatlara bir Bakış adlı kolektif kitabı da not etmek isterim buraya. Bu kitap Ankara’daki patlamada ölenlerin hayat hikâyelerini anlatarak, kamusal anlamda tutulmayan yaslarını bir anlamda yazınsal olarak tutuyor.

 

GİRİŞ RESMİ:

Doris Salcedo, yerleştirme.