Deneme sanatı üzerine

Deneme, bize, tek doğrunun ne olduğunu dayatanlara, hakikat yolunu emredenlere direniş kapısını açan, hayatın sandığımızdan daha karmaşık olduğunu söyleme hakkını veren bir tür...

04 Şubat 2016 13:40

Edebiyat türleri arasında deneme türünün gerilediğini, deneme (ve şiir) kitaplarının eskiye göre daha az yazıldığını, satıldığını ve okunduğunu sık sık duyuyoruz. Şiirdeki gerileme daha bariz; bizden önceki kuşaklarda şiir okumanın, yazmanın, şiir dergilerinin çok daha yaygın olduğunu eski dergilerden, kitap satışlarından açıkça görebiliyoruz. Deneme türüne gelince, istatistikleri görmüş değilim, ama anekdot olarak bakınca, bu türün ağırlığının azalması da sahiden doğru olsa gerek. Çok basit bir örnek verebilirim: 1980’lerde, 90’larda Cumhuriyet gazetesinin ikinci sayfasının üst kısmı, köşeyazısı formatından daha uzun makalelere ayrılmıştı; cuma günleri bu köşede Melih Cevdet Anday’ın yeni denemelerini okurduk. Türkçe deneme edebiyatının dorukları arasında sayılması gereken bu metinleri her hafta heyecanla beklemeyi, Anday’ın o hafta hangi edebiyat meselesini, hangi felsefi çıkmazı, hangi anısını ele alacağını merak etmenin lüksünü yaşadım zamanında. Bugünse hiçbir günlük gazeteden böyle bir hizmet beklemiyoruz; deneme yayımlamak bir yana, paragraf kullanarak yazılmış gazete yazıları azalıyor.

Deneme türünü yıllardır izliyorum; edebiyata ve deneme türüne merak sarmam neredeyse içiçe oldu. (Bu türle, çok genç yaşta defalarca okuduğum Azra Erhat’ın Ecce Homo’su ile tanışmıştım; Beethoven’in 9. senfonisini, dört bölümünün müziği ve sözleriyle bana çok erken yaşta öğreten kitap budur.) Benim gözümde pek çok iyi yazarın yapıtının ana direklerinden biridir deneme: Aldous Huxley gibi yazarların deneme, gezi ve romanları içiçe bir bütünlük kurarlar; Huxley denemelerinde ortaya attığı görüşleri bazen romanlarında kahramanlarına söyletir, romanın dünyası içinde kendi görüşünü eleştirir. Moby Dick bile aslında içiçe üç kitaptır: birinci kitap bir macera romanı, ikincisi balina ve balinacılık üzerine ansiklopedik bilgiler, üçüncüsü ise balina avı teması etrafında kurulmuş, ama aslında tüm hayattan bahseden, kıssadan hisseli edebi denemelerdir.

Bugün de, deneme türünün iyi örnekleri yazılmaya devam ediyor, birçok deneme yazarının işlerini takip edebiliyorum (Yabancı dillerde takip ettiklerimden ilk aklıma gelenler: John Gray, Will Self, Mary Beard, Cees Nooteboom, Alberto Manguel). London Review of Books gibi dergiler, çoğu kitap eleştirisi formatında da olsa, büyük ölçüde deneme türünün çok iyi örneklerinden oluşuyor. Londra’da Notting Hill Editions adlı bağımsız bir yayınevi yalnızca denemeler basıyor; küçük boy, ciltli, özenli basımlarla deneme türünün tarihi boyunca örneklerini savunmaya devam ediyor. Bu nedenlerle, bana sorarsanız deneme türü, geri çekilmek bir yana, meraklısı için hem de büyük bir canlılıkla sürüyor.

Günümüzde deneme türünün roman ve öyküler arasında boğulduğunu düşünüyor olabiliriz; ama, belki, 16. ve 17. yüzyıllarda Montaigne, Burton, Browne, Bacon gibi yazarlar bu türü icat ederken, onlar da istatistik olarak devrin romanları, tiyatroları, öyküleri arasında boğuluyorlardı. Kalıcılık sınavında binlerce rakiplerini geride bırakıp bugüne kaldılar; deneme türünün, iyi örneklerini uzun süre okunur kılan bir yönü de var demek ki.

Türün pîri Montaigne’den başlayarak, günümüze kadar edebi deneme türünün ayırıcı özelliğini üç unsurun birleşiminde görüyorum:

(1) Deneme, büyük bir kütüphanenin içinden, başka kitaplarla söyleşerek yazılıyor. Denemeciler sık sık başka yazarların söylediklerini alıntılıyor, argümanlarını kendilerinden önce söylenmiş sözlerin etrafında kuruyorlar. Bu, rönesans yazarlarına, Erasmus’ların kuşağına dek geri giden ve günümüze kadar aralıksız süren bir gelenek.

(2) Deneme, hayatın içinden, yazarın kendi hayatıyla, yaşadıklarıyla, görüşleriyle yüzleşmesiyle yazılıyor. Yazar yalnızca kütüphanesinde kalmıyor, hayatını da metne katıyor; belki Montaigne gibi “dükkânın vitrinini” (belediye başkanı hayatını) terkedip “dükkânın arka odası”na (kendi iç dünyasına) çekilerek yapıyor bunu; belki de Cees Nooteboom gibi dünyanın dört bucağını gezip, gördüğü yerlerin tarihleri ve edebiyatları arasındaki ilişkileri kendi hayatıyla yüzleştirerek yapıyor.

(3) Deneme, yazarın araştırma, yanılma, bilememe, öğrenme, konudan konuya atlama haklarını kullanabildiği bir biçim. Bu formda, yazarın kelimenin sözlük anlamıyla “deneme,” yoldan çıkma, kaybolma izni var; böylelikle deneme, başka amaçlar için yazılan metinlerin uyması beklenen sınırlamaların dışına çıkabiliyor.

Bilimsel ya da akademik bir makalede ya da bir eleştiri yazısında bu türden hakların kullanılmasını kolay kolay hoşgörmeyiz; edebi deneme ile ona çok yakın türler arasındaki ayrımın püf noktası, işte tam tamına bu “yanılma hakkı” olabilir. Deneme, bize, tek doğrunun ne olduğunu dayatanlara, hakikat yolunu emredenlere direniş kapısını açan, hayatın sandığımızdan daha karmaşık olduğunu söyleme hakkını veren bir tür.

Bu sayede denemede, insan zihninin gerçek akışını takip edebiliyoruz; tüm çelişkileri ve çözümsüzlükleriyle insan halini kâğıda dökmeye kalkışabiliyoruz. Deneme, tüm soruları cevaplamıyor, cevapladığından çok soru soruyor belki; ama bunu yaparak, hayatın gerçekliğini, karmaşasını kucaklamamıza yardımcı oluyor, hayatı karşılarken bize canyoldaşı olabiliyor.

“Deneme” sözcüğünü “essai” kelimesinin çevirisine, “essai”yi ise Montaigne’in kitabının adına borçluyuz. Montaigne’in zamanındaki kelimenin denektaşına vurmak, yoklamak, tadına bakmak gibi anlamları da vardı. Deneme de, işte, hâlâ, kendimizi ve konumuzu yoklamak, denektaşına vurmak için kullanabileceğimiz bir araç.

Montaigne’in denemelerinin zamanında Florio eliyle yapılan İngilizce çevirisi, Shakespeare’i beslemiş; Montaigne, Shakespeare’in eserinde insanlık halinin en önemli tasvircilerinden birini doğurmuş. Örneğin, Shakespeare’in son başyapıtı Fırtına, doğrudan doğruya Montaigne’in “Yamyamlar üzerine” denemesiyle ilintili. Montaigne-Shakespeare hattı, sonradan, “tüm hayatı” yazan başka bir yazara, Herman Melville’e de yol göstermiş.

Bu tür, kitaplarla ve hayatla bir söyleşi olma özellikleri sayesinde, bize, yüzyıllardır, kendimizden öncekilerle ve sonrakilerle söyleşme yolunu açmış. Böyle bakınca, deneme, bir yazarın, hayatın ve kitapların içinde gördüklerini konu ederek, hayalî, ideal bir sohbet ortağıyla yaptığı bir söyleşiyi, yazı tekniklerini kullanarak sabitlemesi gibi görünüyor. John Gray’in, Will Self’in, Alberto Manguel’in yazılı/sözlü denemeleri hâlâ birebir bu tanıma uyuyorlar; hayatı boyunca denemelerine derkenarlar yazmaya, fikir değişikliklerini not ederek metni genişletmeye devam eden Montaigne ise “yazıyla sabitleme” yönünün bile altını oymayı da başarmış.

Denemeye ideal bir okurla sohbet olarak bakarsak, Montaigne’in kitabındaki en ünlü denemenin “sohbet sanatı üzerine” olması önemli. Montaigne bu metinde, “kanaat” denilen şeyin kendisinde kök salmaya müsait bir toprak bulamadığını, bu yüzden kendi görüşlerine ne kadar aykırı olursa olsun, hiçbir inancın onun canını yakmadığını, hiçbir varsayımın onu şaşırtmadığını; söylediğimizin tersini duyduğumuzda tırnaklarımızı çıkarmak yerine kollarımızı açmamız gerektiğini söyler. “Söylediğimin tersi söylendiğinde bu benim dikkatimi uyandırır, kızgınlığımı değil” der; “söylediğimin tersini söyleyen, bana bir ders veren insana yaklaşırım. Hakikati arama amacı iki kişinin arasında ortak olsa gerektir: Acaba nasıl cevap verecek?”

***

Türkçenin güçlü bir deneme edebiyatı var. Ataç’ın Prospero ve Caliban’ına, Yahya Kemal’in Aziz İstanbul’una, Ahmet Hâşim’in düzyazılarına, Tanpınar’ın Beş Şehir’ine, Necatigil’in Bile/Yazdı’sına, Enis Batur’un bugünlerde dört ciltte toplanan edebi denemelerine, Mekik ve Rakım Sıfır gibi metinlerine evsahipliği yapan bir dil, deneme edebiyatı açısından çok talihli demektir.