Çok okunan iki yazar: Kutlu ile Demirtaş

"Kurmacalarındaki toplumsal zeminleri ve anlatımlarıyla dikkat çeken, çok okunan iki yazara bakıyorum. İkisi arasındaki farklılıklar, benzerlikleri ölçüsünde çarpıcı geliyor. Daha doğrusu benzerlikler, farklılıkları ölçüsünde çarpıcı."

16 Nisan 2020 20:43

Kurmacalarındaki toplumsal zeminleri ve anlatımlarıyla dikkat çeken, çok okunan iki yazara bakıyorum. İkisi arasındaki farklılıklar, benzerlikleri ölçüsünde çarpıcı geliyor. Daha doğrusu benzerlikler, farklılıkları ölçüsünde çarpıcı. Biri İslami kesimden ve ustalık denilen aşamalara çoktan ulaşmış, hayatı yazıyla ve yayımcılıkla geçen bir yazar, diğeri ise Kürt özgürlük hareketinden gelen, yepyeni bir kurmaca yazarı: Mustafa Kutlu ile Selahattin Demirtaş.

Demirtaş’ı yakın zamanlara kadar, sırasıyla, yılların insan hakları savunucusu, Diyarbakır İHD yöneticisi, HDP Milletvekili, aynı partinin eşbaşkanı, cumhurbaşkanı adayı sıfatlarıyla biliyorduk; bunlara son olarak –üç buçuk yıldır– siyasi mahpus sıfatı eklendi... Yazarlığı şu son üç yılla, yani mahpusluk yıllarıyla sınırlı. Kabul etmek gerekir ki edebiyat söz konusu olmasa bu iki yazarı karşılaştırmak pek akla gelecek şey değil.

Edebiyat dendiğinde ise ortak noktaları hemen göze çarpıyor: İkisi de “alt” ve “alt-orta” sınıfların gerçekliğini temel alan, diyalojik, son derece okunaklı, dışa dönük yazarlar. Bu konumlanmaları ve anlatımlarındaki ince mizah özellikleriyle bazen Yaşar Kemal’i, ama en çok Orhan Kemal geleneğini çağrıştırıyorlar. Ancak, zamanla Orhan Kemal’den farklılaşıyorlar. Alegori ve değişmece gibi teknikler ile giderek ön plana geçen bir ütopizm ve onunla gelen zorlanma her ikisinde de görülüyor. Diyalojizm de öyle. Ancak, Kutlu’da mikro düzeyde karşımıza çıkan çokseslilik Demirtaş’ta makro düzeyde gerçekleşiyor ve onun güçlü, çeşitli “ben” anlatıcılarıyla bir arada yer alıyor.

Onyılların yazarına biraz daha yakından bakalım.

Mustafa Kutlu, dünya görüşünün kendi edebiyatına olan etkisini dizginlemeyi başararak Uzun Hikâye ve Mavi Kuş başta olmak üzere tek kelimeyle şahane öykü ve novellalar ortaya koymuş bir kurmaca yazarı. Kanımca bu başarının başlıca dayanağı, ‘seküler olanı içererek aşmak’ diye özetleyebileceğim bir iddiayı edebiyatına içkin kılabilmiş olmasıdır. İslami kesimin de genel planda belki en gözde iddiasıdır bu. Gerçekten de Kutlu için Tanzimattan kalma ‘öğreten edebiyat’ geleneğine hiç yaslanmıyor denemese de ağır basan, modern teknikleri dışlamayan bir ufuktur. Anlatımındaki, özellikle ünlü Uzun Hikâye’sinde zirveye çıkardığı diyaloji ve bunu gerçekleştirirken diyaloglarını konuşma çizgisi ya da tırnak işareti gibi alışılmış yollarla değil de Vedat Türkali’nin tarzını çağrıştırır biçimde monologdaki gibi art arda gelen cümlelerle yazması belirli bir dinamizm sağlamaktadır; cümleler burada sorgulama dizilerine dönüşmekte, birbirine itaatsiz görünmektedir.

Aynı “itaatsizlik”, anlatımdan öte içerikten de yol alıyor. Örneğin, gönül ilişkilerinde cinsimizin alışılmış geleneksel edilgenliğiyle ilgisi olmayan genç kadınlar okuyabiliyoruz Kutlu’da. Sanayi toplumuna soldan yöneltilen eleştirileri, özellikle bugünkü ekolojik yönleri de özümseyip bundan çıkışa yönelik ustaca müdahaleler görebiliyoruz, bazen İslami yön işaretleriyle. Uzun Hikâye’sinde böyle işaretler bile yok, orada yazarın adını kapatıp, yazar kim, hangi kesime mensup diye sorsalar, hepsi olabilir yanıtını verebileceğimiz ölçüde “seküler” bir bakış açısı egemen.

Yukarıda her iki yazarın da kurmacalarında belirli bir ütopik dozu barındırabildiğini söylemiştim. Eklemek gerekir: Ütopizm ikisinde de, deyim yerindeyse biri yaygın diğeri örgün olmak üzere iki düzeyde ortaya çıkıyor. Yaygın olan, Kutlu’nun “Hikâye” etiketiyle yayımlanmış olan yapıtlarının çoğunda, gerçeklik tablolarına sinmiş bir esinti düzeyinde. Bu düzeydeki ütopik doz, toplumun varolan bazı geleneksel verileri bir ya da birkaç tık güzellenerek yaratılmaktadır. Buna örtük ütopya da diyebiliriz: Örtük, çünkü ilk eldeki izlenim, ütopik değil, gündelik gerçekliğe sadık, ‘gerçekçi’ bir metin okumakta olduğumuz biçimindedir. Bu izlenimin kaynağında, anlatılanın bizim toplum için hem son derece tanıdık, buralı ve tarihsel, hem de bunun geleneksel düzlemde arzu edilebilir bir çeşitlemesi olması yatıyor. Başka bir deyişle, okuduğumuz, fazlasıyla aşina olunanın bir miktar idealize edilmiş halidir. İdeal ahlâklı, ideal tecrübeli, dolayısıyla ideal tavırlı erkekler ve kadınlar. Anlatımdaki tereddütler, tepki ünlemleri, tersini de düşünmeler ve itirazlar da inandırıcılığa en az aşinalık kadar katkıda bulunmaktadır. Bunlar zaten geçici türden, daha çok cümleler düzeyinde ortaya konan geçici pürüzlerdir; belirli bir sürenin sonunda bilgelik ve inanç yoluyla ya da düpedüz insani sezgilerle giderilebilen türden. Dil, içeriğe en uygun tonlardadır, bütünüyle şiddet dışı, hem itirazlı, hem sevecendir, çoğu okurun susadığı. Metnin vaazı genç okuru kaçırmayacak, ancak inançlı olanı da doyuracak ölçülerdedir. Hiç istisnai olmayan bir örnek için Mavi Kuş’a bakalım. İyi insanlar arasında yabana atılmayacak bir kesimin rakı içenlerden oluşması, çoluk çocuğu olmayan Tütüncü Zekeriyya ile eşi için ‘karı-koca’ gibi katır kutur bir anlatım yerine “bir Köroğlu bir Ayvaz” gibi sıcak bir halk deyimini, ‘içki’ sözcüğünün halk dilindeki adı olan “işret”i kullanması vb. (s. 7), okunurluğa katkıda bulunuyor. Burada kişiler ve öyküler öfke, kavga, hatta sinirlenmek gibi bizim toplumun gündelik demirbaşları olan gergin durumlardan arın(dırıl)mıştır. Barışçıl metinlerdir bunlar, “edep, adap” ve “insanilik” doludur. “İnsanilik” özelliğinde, düz vaazın acar okurda oluşturabileceği “yav he he” duygusuna supap diyalojizmin payı büyük. Metnin ufku ‘yukarıda’ bir yerlerde konuşlanmış ve toplumsal kültürün farklı kesimlerini içerebilecek kadar geniş tutulmuştur, dolayısıyla algımızda bir ferahlık oluşur. “Hikâye”lerin çoğu birer ütopik zarf bile sayılabilir.

Her ütopizmin kendi kendisini verili olana yönelik bir eleştiri, itiraz ya da reddiyeyle doğruladığı ilkesini düşündüğümüzde, Kutlu kurmacasının neyi ne kadar eleştirdiği ya da reddettiği sorusu uyanıyor. Bu sempatik metinlerde, kişinin derinlikleriyle, yüksekliklerle ya da karmaşalarıyla uzun uzadıya uğraşan bir edebiyat bulamıyoruz pek. İnsan gerçekliğinin iyi ve hoş yanlarını seçip alması, karabasanlarını atlaması, kadınların güzellik ideolojisiyle sarıp sarmalanması, kabul edilebilir olandan ayrılmaması, eleştirisinin ve ütopyasının yıllanmış sınırları kadar, popülerliğini de besleyen yönler.

Daha köklü bir öneriyi, Kutlu’nun son kurmaca yapıtı olan Nur adlı romanında okuduk. Bu roman, adındaki şaşırtmaca dahil, öykü ve novellalarındaki bütün özellikleri taşımaktadır, ancak, yazarının iddiasında çıtayı sıçrama düzeyinde yükselterek. Burada ütopya öğesinin ikinci biçimiyle karşılaşmaktayız, alışılmış ütopya türüne hayli yakın olanıyla.

‘Zamanın ruhu’ gibi, ‘zamanın ütopyası’ndan da söz edilebilir. Bu anlamda, İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki evrensel ütopyalar sırasıyla 68, Küreselleşmecilik Karşıtlığı (Seattle vb.), Sınır Tanımayanlar (doktorlar, gazeteciler vb.), #occupy hareketleri ve bizde Gezi gibi örneklerde somutlaştı. Bunlar toplumsal kültürlerde eşitlikçi ve dayanışmacı ne varsa oralardan süzülüp gelmiş hareketlenmelerdi. Tümü de, siyasal bir devrim değil, devrimsel etkiler yarattı. Gezi döneminde Antikapitalist Müslümanlar yepyeni bir Yeryüzü ütopyasıyla kolektif ruha dahil oldular. Mustafa Kutlu’nun Gezi’den sonraki ilk yapıtı olan Nur da (2014) bir tür İslami ütopya girişimiydi. Ancak, “Gezi ruhu”nu çağrıştıran bir metin olmaktan çok, bireysel bir arayış romanıdır Nur. Tuttuğu yol onu bir tür İslami falanstere götürmüştür. Mimariyle iç içe geçen içerikte medrese ya da dergâh geleneklerinin yanı sıra Fourier ve Saint-Simon’un ütopyalarını da çağrıştıran bir yan var. Kutlu onlardan farklı olarak ütopyasını bir toplumsal birim temelinde geliştirmek yerine, önceki yapıtlarından bildiğimiz seküler olanı içererek aşma iddiasına, inancın zirvesine çıkma idealini ekliyor, üstelik bir kadın başkişi kanalıyla. İddia büyük, ancak uygulama zayıf, özellikle yazarının deneyimine oranla. Yapıta monte edilmiş şehir mimarisi konulu uzunca kitabi yazı da genel düzeyi yükseltmek yerine salt öğreticiliğiyle romanın öğreticiliğini büsbütün sırıtır hâle getiriyor. Diyebilirim ki Kutlu, Nur’da ütopyasını zorlamış ve edebiyatına zarar vermiştir. Büyük zikzak.

Demirtaş, salt o güne kadar tanıdığımız kişiliğiyle bile edebiyatını şaşırtıcı bulmamıza yetecek bir kurmaca yazarı olarak ortaya çıktı. Çok okunurluğunda, en az hayatı kadar yazarlık düzeyinin de rol oynadığında kuşku yok. Gerçi öykülerinde 19. yüzyılın naif kurmacasını andırır bir yan var, çiçeği burnunda bir yazar olduğunu da hissettirmiyor değil. Ancak, öyle görünüyor ki gerek nesnel ve öznel birikimi, gerekse dil ve kültür zenginliği ile mizah gücü onu yaratıcı yazarlık için yetkin kılmıştır. Daha önemlisi ise elbette, ütopyasının Kutlu’dakinden çok daha köklü ve köktenci bir toplumsal eleştiriye dayanmasıdır. İlk öykülerinden itibaren kendisine kadın anlatıcılar seçebilen başka bir erkek yazar bulmak, özellikle bizim toplumda, herhalde kolay değil. Seher’deki öykülerden üçünün anlatıcısı kadın. Ve etik tavrın bileşenleri içinde birinci sırayı şaşmaz bir biçimde cinsiyetçilik karşıtlığı alıyor. Bu karşıtlık birkaç düzlemde karşımıza çıkıyor. Birincisi, yukarıda belirttiğim gibi, anlatıcılar düzleminde. İkincisi, bir yandan törelerde, diğer yandan erkek başkişilerin zihniyetinde kökleşmiş olan cinsiyetçilik öğelerinin teşhiri biçiminde. Törelerdeki yerleşik cinsiyetçiliğin en caniyane örneklerinin başında “Seher”de anlatılan geliyor. Biraz daha “yumuşak” bir zihniyet örneği ise, Leylan’ın ilk bölümünde, Doğan Güzel’in Qırıx’ını çağrıştıran sempatik kahramanımızın dedikleri: “Serap’ın ne düşündüğü umurumda değildi, çünkü onun için en iyisi buydu” (s. 33).Demirtaş’taki ince mizahı belki de Orhan Kemal’den öte, içselleştirilmiş Gezi ruhuyla ilişkilendirmek gerekiyor. Gezi, hem bir ince mizah hem de ütopik ruh olarak Demirtaş’ın edebiyatına ince ince işlemiştir. Bir siyasetçinin kolay kolay girişmeyeceği türden bir mizahi atmosfere ve örneğin “Kobay” adlı öyküdeki gibi grotesk bir humora da rastlanabilmektedir onda.[1] Üstelik tam da artık mizah dergilerinin dışında mizah yazılmıyor dediğimiz sırada: “Bildiğiniz Gibi Değil”!.

İdealizasyonu ise daha çok devrimci kişilikler[2] ile aile çerçevelerinde görüyoruz. Mahpusluk koşullarındaki özlemleri düşündürür biçimde her üç kitabında da sevecen ayrıntılarla kurgulanmış ev sahneleri okunuyor. Ancak, bu açıdan dikkat gerektiren nokta, aile idealizasyonunun topyekûn ya da mutlak olmadığıdır. Behçet Çelik’in de dikkat çektiği üzere[3] bu bapta kurulu olanı dramatik bir biçimde aniden kıran uğraklar çıkmaktadır karşımıza. “Seher” adlı öyküdeki kırılma bu uğrakların en “gerçek” ve en sert olanlarından biridir ve geleneğin bir parçasını en çıplak biçimiyle gözler önüne sermektedir. Öyle ki, öyküde o âna kadar ailenin idealize edilmiş olması biraz da o gerçeğin daha derinlemesine kavranması amacına işaret diye düşünülebilir.

Seher’deki “Sonu Muhteşem Olacak” adlı öykü, Demirtaş’ın düpedüz ütopya diyebileceğimiz ilk çalışmasıdır: Üç buçuk sayfalık, çok amatörce, çok da sempatik bir mini ütopya. İkinci ütopyası ise Leylan’la birlikte bir bilimkurgu boyutuyla geldi.

Leylan roman olarak sunuldu ama, metin birbirine biraz pamuk ipliğiyle bağlı iki eşitsiz parçadan oluşuyor ve bu açıdan, bilinen anlamıyla roman bütünlüğünü taşıdığı söylenemez. Behçet Çelik, yukarıda andığım yazısında, Leylan yazarının attığı pası yakalayıp “serap roman” kavramı çerçevesinde sempatik bir bütünleştirme girişiminde bulunuyor. Gerçi iç içe geçmiş yapıtlara Bin Bir Gece’den beri alışkınızdır, ayrıca bu roman postmodern deyip kabul de edebiliriz. Her durumda, bana kalırsa burada bileşen halinde olan iki metnin birbirine gölge etmediğini söylemek pek mümkün görünmüyor.

İlk metin her yönden olağanüstü güzellikte. Yürürlükteki inkârcı eğitim politikalarının Kürt çocuklarıyla gençleri katında nasıl yaşandığını eşsiz bir espri gücüyle anlatan bu çekici aşk öyküsünü ayrı bir novella olarak okumaktan yanayım. Elbette yapıtın adı da ona aittir. “Hayat Hep Yarımdır” adını taşıyan ikinci ve uzun metin ise zaten ayrı bir bütünlük olarak kendine özgü, kurgusunun özellikle başlangıç bölümleriyle çok güçlü ve ustaca, sonraki bölümleriyle ise sık ve uzun pasajlar halindeki okkalı kitabilik hayli zayıflatsa da hayat felsefesi konusunda önemli tartışmalar barındıran, başlı başına bir bilimkurgu-ütopya olarak kendine ayrı bir yer buluyor. Kitabi anlatımdaki iticiliği görmezden geldiğimizde, metnin hakiki bir diyaloji örneği içerdiğini söyleyebiliriz. Gerçekte, kolektif bilinç, dışarıdan bilinç taşıma, düşünce birliği vb. pek çok konuda atlanmaması gereken argümanlara alegorik bir dolayım sağlamış Demirtaş. İyi bilimkurgu-ütopyaların yaptığı da bu değil midir? Belki buradaki kadar fazla uğraşılmış, ısıtılıp soğutulmuş olmaksızın?

 “Hayat Hep Yarımdır” ayrıca hapishaneden yazılmış en güzel, en alışılmamış aşk mektuplarından biri olarak da okunmayı hak ediyor.


[1] Devran, s. 83 vd.

[2] Örn. “Yeni Hayat” adlı öykü, Devran, s. 123 vd.

[3] Behçet Çelik, Demirtaş’ın edebiyatını farklı bir kavramlaştırmayla ele aldığı yazısında bu özelliği “’keşke-böyle-olsa’nın ‘aslında-pek-de-öyle-değil’le yer değiştirivermesi” diyerek anlatıyor. Bkz. “Leylan: Bir serap-roman", K24