Cem İleri: “Sarkis’in yapıtı çoklu, eşzamanlı, eşmekânlı başlangıçlara ev sahipliği yapıyor”

Hande Özdilim, Başlangıçta, İstanbul 19380-20200 kitabı dolayısıyla Cem İleri'yle konuştu: “Sanatçının araç gereçleriyle yazarı okumak... sonra bu deneyimden elde edilen birikimle yeniden sanatçının yapıtına bakmak”.

04 Şubat 2021 20:30

Sarkis’in işleriyle her karşılaştığımda (ne yazık ki yalnızca birkaç sergisini görme şansım oldu) ortasından, kıyısından-köşesinden ama kesinlikle başlangıç noktasında olmayan bir sohbete, diyaloğa dahil olduğumu hissederim. Tanıdık bir nesne, imge, belki bir ses, duygu ya da düşünce yakalayana kadar anlamak için dinlerim. Başlangıçta, İstanbul 19380-20200 kitabında sizin metninizi okumaya başladığım zaman, benzer bir duygu-durum içinde buldum kendimi: Sarkis’in üretimlerini merkeze alan, zamanın bir noktasında başlamış, sıradışı ve ufuk açıcı bir diyaloğa dahil oldum. Sarkis’le ve işleriyle (kitapta Sarkis’le 1999 yılında tanıştığınızı yazmışsınız) karşılaşma ânınızdan bahseder misiniz? Diyalog nasıl başladı?

Çok teşekkür ederim. Daha adından başlayarak, kitabın ana izleği de bu “başlangıç” kavramı oldu zaten. Metin boyunca başlangıç düşüncesi üzerine, başlangıçlar üzerine, Sarkis’in yapıtındaki yeri üzerine düşünmeye çalıştım. Kendisiyle tanıştığımdan beri de bu imge peşimi bırakmadı, bir tür zamansızlık ya da eşzamanlılık hâli, çok başlangıçlı bir uzam sözünü ettiğim. Sarkis’in yapıtı çoklu, eşzamanlı, eşmekânlı başlangıçlara ev sahipliği yapıyor, asla tek, kesin bir başlangıç yok, aynı anda birçok başlangıcın başladığı, her birinin kendine özgü birer güzergâh tarif ettiği, başlama düşüncesini kendi gereksinimleri doğrultusunda tanımladığı, başladığı noktaya, yeniden başlamak ya da başlangıç çizgisinin yerini değiştirmek için geri döndüğü, ileriye sıçramalar ve geri dönüşlerden oluşan bir yapıt karşımızdaki. Pek çok iş bu sözcükle başlıyor: Başlangıçta, söz; Başlangıçta, Munch; Başlangıçta... 19380; Başlangıçta ışığın sesi, varışta... Daha da önemlisi, Sarkis bu kavrama çok fazla anlam yüklüyor, onu yapıtının anahtarlarından biri kılıyor. Yaşamöyküsünün yapıtöyküsüyle buluştuğu bir noktada yer alıyor, hem ipucu hem perde, hem başlangıç hem son. Sarkis’le kurmaya çalıştığım diyalog da bu başlangıç(sızlık) duygusundan, sizin de bahsettiğiniz “kıyısından-köşesinden” dahil olma hissinden, bir ses duyana kadar dinlemeyi sürdürme gereksiniminden kaynaklandı aslında. Metnin başında atıfta bulunduğum, Tanpınar’ın Beş Şehir’inde, İstanbul bölümünde bahsettiği, şehrin sularını sayıklayan ihtiyar kadın imgesini, Sarkis’in kendi kendisiyle ve tüm dünyayla sürdürdüğü uzun soluklu diyaloğa (ya da monoloğa) bir tür giriş kapısı olarak gördüm. Sarkis’i İstanbullu olarak düşünmeye, İstanbul’la kurduğu ilişkiye odaklanmaya başladığımda aklıma gelen ilk imgeydi bu. Özellikle de “bütün yüzüne bizim duymadığımız bir şeyler dinliyormuş gibi bir dikkat gelir,” betimlemesi. Bu şaşkınlık verici âna Sarkis’in yüzünde defalarca denk geldiğimi hatırladım. Sarkis, İstanbul’da, Paris’te, konuşmanın, diyaloğun, yürümenin içindeyken birdenbire duruverir, onunla birlikte her şey de o anda durur, müthiş bir sessizlik kaplar her yeri, aklına bir şey gelmiştir, bir şey görmüştür, bir şeyi bir şeye bağlamaktadır, bir düşünceyi ötelemektedir, bilemeyiz, bizim duymadığımız bir şeyler duyduğu kesin gibidir oysa ki; ya da düpedüz, içinden sayıklamaktadır o anda, hep aynı sözü yineleyip durmaktadır belki de, tılsımlı, büyülü, şamanik bir âna da tekabül edebilir, bir tür dua gibi. Bu sonsuz tefekküre, bir ucundan, bir şehrinden, bir imgesine tutunarak dâhil olma isteği, diyaloğu başlatan itici güç oldu diyebilirim.

Sarkis üzerine düşünme sürecinizi başlatan mesele(ler) nedir?

Yazma pratiğimi belirleyen birtakım meselelere Sarkis’in yapıtında denk gelmemden kaynaklanan bir durum aslında bu. Çağdaş sanatla yoğun olarak ilgilendim hayatım boyunca. Orada ortaya çıkan yeni biçimlerin, yolların, kavramların izini sürdüm, disiplinlerarası bir bakışla bunların edebiyattaki karşılıklarının neler olabileceği üzerine düşündüm. Sarkis’in yapıtı bu düşünme-araştırma sürecine en uygun yapıtlardan biri kesinlikle. Tam bir disiplinlerarasılık içinde ilerleyen, sanat tarihine olduğu kadar edebiyata, sinemaya, müziğe, mimarlığa, fotoğrafa da en incelikli düzeyde göndermelerden oluşan, son derece karmaşık bir yapı. Bütün bu alanlardaki sorunları kendisine sorun edinen, karşılıklarını kendisinde arayan, hepsinden önemlisi de, bu sanat eseri olsun olmasın, herhangi bir şeye bakmanın, onunla ilişki kurmanın en genel anlamda ne demek olabileceği üzerine düşünen benzersiz bir kılavuz. Aradığınız her şeyi orada bulabilirsiniz. Ki ben de öyle yaptım. Yazdığım, yazmaya çalıştığım şeyin ne olduğunu anlamama son derece büyük bir faydası oldu bunun. Aynı anda birçok şey, diyelim hem eleştiri hem deneme hem kurmaca hem sanattarihsel inceleme vs. olabilen, olmaya çalışan bir metnin olanaklarını araştırmamda başından beri bana eşlik etti diyebilirim.

2008 yılında “Okunaksız” Dünyanın Yazısı / Sarkis’in Yapıtında İcra, Mekânsallık ve Anlatısallık başlıklı bir tez yazmayı düşünüyorsunuz. Şartlar yüzünden tez yarım kalıyor. 10 yıl sonra, 2018 yılında Norgunk yayınlarından çıkan Sarı Punctum sergi kitabının metnini yazdınız. Sonrasında kitap fikri nasıl doğdu?

Kitap fikri hep vardı kafamda. Belki 2000 yılından beri. Ama doğru yerin, doğru zamanın, doğru işbirliklerinin ortaya çıkması gerekir bu tarz çalışmaların tamamlanması için. Son dönemde Norgunk ile (Ayşe Orhun Gültekin ve Alpagut Gültekin) çok yoğun bir işbirliği içindeyiz. Sarı Punctum sergisi ve kitabı da bu süreçte ortaya çıktı. Yanı sıra onların küratörlüğünde gerçekleştirilen pek çok sergiye ve kitaba irili ufaklı katkılarım oldu. Yine E Evi’ni yayınladılar. Dirimart’la işbirliği içinde, Ayşe Erkmen hakkındaki kapsamlı catalogue raisonnée’yi hazırladılar, ben de sunuş metnini yazdım. Tabii Bülent Erkmen’in katkısını da unutmamak gerek. Başlangıçta, İstanbul 19380-20200 de bu ekibin bir ürünü. Ancak galeri, editör, küratör, tasarımcı vb.’den oluşan büyük bir ekibin son derece uyumlu işbirliğiyle, büyük emeğiyle ortaya çıkabilecek projeler bunlar. Bu vesileyle Türkiye gibi sanat yayıncılığında inanılmaz eksikleri olan bir ülkede, böylesine benzersiz kitapları hayata geçiren bu ekibe de ayrıca teşekkür etmek isterim. Benim diyen müzelerin, sanat kurumlarının cesaret edemeyecekleri kapsamda, dünya çapında, kalıcı işler kesinlikle. Bu monografik kitap da büyük boy ve 464 sayfa; iki bölümden oluşuyor, ilk bölümde benim metnim var, ikinci bölümde de Norgunk’un hazırladığı, Sarkis’in kariyeri boyunca Türkiye’de gerçekleştirdiği (ya da Türkiye ile doğrudan bağlantılı) tüm işlerin yer aldığı devasa bir katalog. Dolayısıyla kitabın hazırlık süreci de 2 yılı aşkın bir süreyi kapsıyor. Tabii yoğun olarak, 2020 yılı boyunca, pandemi süresince. Bu yüzden de çok farklı bir deneyim oldu benim için. Sarkis’in, projenin başında, daha ortada pandemi yokken, belki de bir tür öngörüyle söylediği söz hep aklımdaydı, bir araya gelme, çalışma, konuşma olanakları hakkında konuşurken şöyle demişti: Bu kitap için ya çok, çok uzun süre konuşmak gerekir ya da hiç konuşmamak. Şartlar yüzünden, Sarkis’le neredeyse hiç görüşmeden, Paris’teki atölyesini ziyaret edemeden, İstanbul’da gitmeyi, görmeyi düşündüğüm sergilere, mekânlara, hiçbir yere gidemeden tamamladım kitabı ben de. Bu durumun metne yansımasının çok güçlü, çok anlamlı olduğunu düşünüyorum. Bir yandan Bellek’i merkeze almış bir sanatçının yapıtına doğru, yerimden kalkmadan, yalnızca anımsama gücüyle, bir noktadan sonra yalnızca belleğin devinimlerine boyun eğerek hareket etmek, bir yandan da 50 yıla, yüzlerce farklı ülkeye, şehre yayılmış bir üretimin İstanbul’a ait izlerini tek tek bir araya getirmek gibi iki farklı işi aynı anda yapmayı gerektirdiği için de zorlayıcıydı. İlk çizginin anlatısallığı, kişiselliği ile ikincisinin yöntemselliği, nesnelliği sık sık karşılaşmak, çarpışmak zorunda kaldı. Sarkis’in araç gereçlerini bir kez, belki de yalnızca bir kereliğine elde ettikten sonra da, benim yaptığım, bu mucizevi anlara, mekânları, imgeleri, sanat yapıtlarını birbirlerine bağlayan rastlantıların, sürprizlerin muhteşem oyunlarına tanıklık etmekten, Sarkis’in yapıtında sürekli karşımıza çıkan epifanik dokunuşlara benzer bir şekilde etrafımda örülmekte olduğunu gördüğüm ağın içine çekilmekten başka bir şey değildi, belki de. Ama bir yandan da, sergileri, sahneleri, işleri gözümüzde canlandırabilme, 60 yıl içinde bir ileri bir geri gidip gelme, parçaları birleştirebilme, kronolojiyi oluşturabilme zorunluluğu söz konusuydu ve bu konuda da Alpagut ve Ayşe bana sürekli destek oldular.

Cem İleri

Tanıtım yazısında kitapta Sarkis’in “sadece bir şehir bağlamında ürettiği işlerine odaklanıldığı” ifade edilmiş. Evet kitabın ikinci bölümünde Sarkis’in ağırlıklı olarak İstanbul’da ürettiği işlerin ve katıldığı sergilerin bir dökümü var. Ancak ilk bölümde “Başlangıçta, İstanbul / Başlangıçta, Çaylak Sokak / Başlangıçta, avize / Başlangıçta, gelin / Başlangıçta, punctum / Başlangıçta, bellek” başlıkları altında kaleme aldığınız metinlerde böyle bir sınırlandırma söz konusu değil. Bir şehir, bir mekân ya da zaman aralığından Sarkis’in işlerini okumak, anlamak ne kadar mümkün?

Tabii ki ikinci bölüm, net bir kronolojiyle, yalnızca İstanbul’da (ve birkaç şehirdeki birkaç sergi bağlamında Türkiye’de) gerçekleşen sergileri ve işleri kapsıyor. Benim metnimin bu şekilde ilerlememesinin nedeniyse, bunun neredeyse olanaksız olması. Dediğiniz gibi, bir şehir, bir mekân ya da zaman aralığından Sarkis’in işlerini okumak, anlamak pek de mümkün gözükmüyor. Ama İstanbul’un, Sarkis’in yapıtı bağlamında ayrı bir yeri var. Başlangıçta, İstanbul 19380-20200, tam da bu yüzden, yapıtın anlamlandırılabilmesi açısından da çok önemli. Şimdiye dek böyle bir okuma gerçekleştirilmemişti. İstanbul, Sarkis’in doğum yeri, büyüdüğü, geliştiği, sanatçı olmaya karar verdiği yer, asla terk etmediği, sürekli geri döndüğü, uzaktan takip ettiği, ziyaret ettiği, dokunduğu, el sürdüğü bir kutsal mabet, bir tefekkür mekânı, yenilenme alanı, hesaplaşma noktası; yani Başlangıçta, İstanbul var. Bu yüzden ben de metin boyunca, Sarkis’in yaşamı boyunca çizdiği güzergâhı yineleyerek, belirli temalardan, işlerden, anlardan hareket edip her seferinde İstanbul’a dönen imgelemsel bir harita oluşturuyorum. Bu haritada her şey birbirine bağlanabiliyor, mekânlar, şehirler, zamanlar, işler birbirine eklemlenebiliyor ve sonuç olarak İstanbul’un, yapıtın tamamını ne kadar derin bir şekilde etkilemiş olduğunu da görmüş oluyoruz.

Sarkis hakkında “Ölümün Sütü” metnini yazan Didi-Huberman’ın anakronizme yaklaşımının ve Aby Warburg’un “Bellek Atlası”nın öncelikle işleri okuma ve sonrasında metnin oluşma sürecine nasıl etkisi oldu?

İkisiyle de çok yakından ilgileniyorum tabii ki. 2008 yılında, École des hautes études en sciences sociales’de (EHESS) Sarkis üzerine Patricia Falguières ile çalışmak üzere Paris’e gitmiştim, ama öncesinde Didi-Huberman’la iletişime geçmiştim, maalesef kendisi artık tez hocalığı yapmadığını söylemişti. O zamandan beri okuduğum, takip ettiğim biri, son dönemin en önemli sanat tarihçisi, kuramcısı kesinlikle. Hatta Images malgré tout kitabını da daha önce çalıştığım yayınevi tarafından yayınlaması için hazırlamıştık. “Ölümün Sütü” Sarkis hakkındaki en önemli metinlerden biridir kesinlikle. Didi-Huberman’daki anakronizm meselesinin kaynağında da, hakkında defalarca yazdığı Warburg var. Sarkis’in bu iki isimle ilişkisi de aşikâr. Kitabı düşünmeye başladığımız dönemde aklımıza gelen ilk fikir de Warburg’un Mnemosyne Bilderatlas’ına benzer bir yapı oluşturmaktı. Kitabın ilk bölümünde bu yapıyı bir ölçüde kullanmayı başardık da. Bölümler arasındaki “mnemosyne” sayfalarında, Sarkis’in farklı zamanlardan, dönemlerden, bağlamlardan gelen işleri yan yana yer alıyor, tıpkı Atlas’ta olduğu gibi.

“Sarkis sanat hayatı boyunca mekânları mekânlara, imgeleri imgelere, sanat yapıtlarını sanat yapıtlarına çağırmıştı, onları birbirleriyle konuşmaları, aynı yeri paylaşmaları için davet etmiş, bu çağrıdan kendine özgü, kapsamlı bir dilbilgisi yaratmıştı…” Seslenmek, çağırmak, davet etmek, Sarkis’in işlerinin omurgasını oluşturan bu fiiller, sizin yazma pratiğinizde de karşımıza çıkıyor. Yazının da Yırtılıverdiği Yer’den Bilge Karasu, Okurun Belleği’nden Sebald, Sevim Burak ve kitap olarak E Evi, metne tekrar tekrar girerek belli kavramlar, yöntemler üzerinden birbirleriyle konuşmaya başlıyorlar... “Sanatçının araç gereçleriyle yazarı okumak, sonra bu deneyimden elde edilen birikimle yeniden sanatçının yapıtına bakmak”. Ya da tam tersini düşünmek… Bu metin için de benzer bir okuma yapılabilir mi?  

“Sanatçının araç gereçleriyle yazarı okumak”. Bunu Bilge Karasu okumamın bazı bölümlerinde geçekleştirmeye çalışmıştım, kimi ilişkiler daha açıkça dillendiriliyordu, kimileriyse örtüktü. Sarkis de bunlardan biriydi. Kitabın yayınlanmasının hemen ardından Sarkis üzerine yazmaya başladığım tezde “İcra” meselesini ele almamın nedeni de bu bağlantı hiç şüphesiz. Sarkis’in icra etme tekniğini, kavramını Karasu’yu okumak için kullanmıştım. İcra’yı, yazarın, okurun ve metinde var olan görünmez ellerin, yazarların her birinin ayrı ayrı kullandıkları bir yöntem olarak ele almıştım. Tabii bu ilişkiyi adlı adınca dile getirmediğim için pek anlaşılmadığını düşünüyorum. 15 yıl sonra, yarım kalan cümleyi tamamlama fırsatı geçti elime: “sonra bu deneyimden elde edilen birikimle yeniden sanatçının yapıtına bakmak”. Bu deneyim tabii öteki kitaplardan, ilişkilerden gelen parçaları da içeriyordu bu kez. Sarkis’in İstanbul’u icra edişine odaklanırken, İstanbul imgesini oluşturan öteki isimler de metne kendi kendilerini davet ettirdiler. Metin böyle oluştu diyebilirim. Bütün bu parçaları ilk kez art arda getirdim, birbirlerine diktim, her biri farklı bir zamandan, yazıdan, bağlamdan kopup gelen fragmanlar, çıkmalar, kırıntılar halinde burada buluştular, her parça, mıknatıs gibi, diğer parçaları kendine doğru çekti, Benjaminci anlamda küçük takımyıldızlar oluşturdular. Birkaç öğenin, bağlantı olasılığının çıkarttığı kıvılcımın, yarattığı vertigonun, istemsiz anımsamanın anlık etkilerine bıraktım kendimi ben de. Yaklaşık yirmi yıllık bir ilgiler toplamının muhasebesini yapmak, şeceresini kurmak gibi bir deneyimdi. Bu anlamda, söz konusu fiilleri kendi yazma pratiğime mal etmiş olduğumu söyleyebilirim. Bellek sanatçısı olarak Sarkis de böyle iş görüyor çünkü: işlerin de birer hafızası var, dediğinde, tek tek her parçanın olduğu gibi, diğerleriyle bir araya gelişlerinin, anlık, geçici ya da kalıcı kopuşlarının da, sergileniyor oluşlarının da hafızası var, demeye getiriyor. Dolayısıyla sergileme stratejisi, her seferinde yeniden anımsamaya çalışan birinin belleğinin sahneye konmasından başka bir şey değil: her sergi, her kitap, her alıntı bir hatırlama, bir yeniden-hatırlama.