Çağının anomalisi, Spinoza Mucizesi

"Özgün felsefesinin yanında, modern psikolojinin doğuşuna da katkıda bulunmuş bir filozof olarak Spinoza, başkalarını yargılamanın kolay, anlamanın zor olduğunu söyler. Ona göre insan tıpkı kozmos gibi, belli bir nedenselliğe tabi eylemlerde bulunur."

03 Aralık 2020 16:30

İş Bankası Kültür Yayınları, geçtiğimiz günlerde hacmi küçük, potansiyeli büyük bir kitap yayımladı: Spinoza Mucizesi. Frédéric Lenoir imzasını taşıyan ve alt başlığı “hayatımızı aydınlatacak bir felsefe” mottosuyla açılan kitabın berrak çevirisini ise Aslı Sümer’e borçluyuz.

Frédéric Lenoir politikada ve dinde devrimci olduğunu düşündüğü bilgelik ustasının düşünce dünyasını, hayat hikâyesine paralel bir kronotopla aktarmış. Korkulanın aksine, sade ve anlaşılır bir dili tercih eden Lenoir, Spinoza’nın da çok önemsediği iki temel eserine odaklanmış. İlki filozofun sağlığında tamamlayıp yayımlatamadığı ve dünyanın en zor okunan kitaplarından biri olarak nam salmış olan Ethica, diğeri de dönemin dinî ve siyasi figürlerini kızdıracak sertlikteki dizgesiyle Teolojik Politik İnceleme’dir. Her iki eserin de günümüz Türkiye’sinde sıkça dillendirilen ve genellikle haber kanallarının ucuz reyting hesaplarına kurban edilen sekülerizm tartışmalarına ışık tutacağını, başlangıç olarak da, Spinoza Mucizesi’nin bu olası heves için iyi bir bahane olacağını düşünüyorum.

Ne İsa’ya ne Musa’ya

“Filozofsanız iki felsefe vardır sizin için: Kendinizinki ve Spinoza’nınki.”
Henri BERGSON

Baruch Spinoza 1632’de, kökleri İspanya’ya kadar uzanan, Portekiz asıllı Yahudi bir ailenin çocuğu olarak Amsterdam’da dünyaya gelir. Altı yaşındayken annesini, yirmi iki yaşındayken babasını kaybeder. Kendisi de ancak 46 yıl yaşayabilmiş olan büyük filozofun çoğu eseri ancak o öldükten sonra yayımlanabilmiştir.

Dönemin her Yahudi çocuğu gibi dinî bir eğitimden geçen Spinoza daha on beşindeyken sinagogda kuşkucu bir gencin kırbaç cezasına çarptırılacağını öğrenir ve bu üzücü olayın etkisiyle ilk kez kurumsallaşmış dinî otoriteyi sorgulamaya başlar. Üç yıl içinde de, gittikçe azalttığı Talmud derslerini tümüyle bırakıp felsefeye yönelir. On dokuzundayken, dinsiz bir Cizvit olarak tanınan Van den Eden’in derslerini takip etmeye başlar. Hocasından Latince ve Descartes başta olmak üzere klasik felsefe eğitimi alır. Bu süre zarfında, Spinoza’nın Yahudi cemaatinin ileri gelenleriyle sorunları da kronik hale gelmiş, fanatik bir dincinin bıçaklı saldırısına maruz kalacak kadar büyümüştür. Spinoza ucuz kurtulduğu bu saldırı esnasında giydiği ve bıçak darbesiyle yırtılan paltosunu hayatı boyunca üstünden çıkarmamıştır. Her fırsatta saldırının azmettiricisi olarak cemaat liderlerini ima eder. Bundan böyle daha dikkatli yaşaması gerektiğinin farkındadır ve Caute’yi (kendini sakın) şiar edinir. Sonunda cemaat liderleri Spinoza’yı susturamayınca ondan tümüyle kurtulmaya karar verirler. Spinoza yirmi dört yaşındayken, cemaat onun için bir dinden çıkarma belgesi olan Herem Senedi düzenler. Spinoza artık Tanrı katında da lanetlenmiş biridir. Hayat onun için gittikçe zorlaşmaktadır. Bir süre Van den Eden’in evinde yaşar. Geçimini de daha çok İbranice verdiği derslerden sağlar. Zamanla mikroskop, teleskop ve gözlük camları temizleyiciliğindeki ustalığıyla ün kazanır. Yine de her daim gönlünde yatan aslanın felsefe olduğunu söylemeye gerek yok.

Dönemin Hollanda’sı başta Amsterdam olmak üzere her ne kadar Avrupa’nın kültür başkenti olsa da, dinî ve siyasi ikliminin fikir özgürlüğüne müsamahası yoktur. Bu nedenle Spinoza’nın sağlığında yayımlanmış birkaç eserinden biri olan Teolojik Politik İnceleme uydurma bir yayınevi adı altında ve yazar ismi verilmeden yayımlanır. Rehberi kabul ettiği Descartes gibi, Spinoza da felsefeyi ilahiyatın boyunduruğundan kurtarmak için savaşır.

Spinoza Teolojik Politik İnceleme’de din kisvesine bürünmüş hurafelerle kalabalıkları yönetmekten daha etkili bir yol olmadığına ve kurumsallaşmış dinî yapının fikir özgürlüğünün önündeki en büyük engel olduğuna vurgu yapar. Ona göre dinî kurumlar müminleri dinin yalnızca görünen kısmı olan ibadete yönlendirerek kutsalın içini boşaltan, bu şekilde aklın ışığını söndüren yapılardır.

Çok geçmeden Teolojik Politik İnceleme’nin Spinoza’nın eseri olduğu anlaşılınca, ilahiyat camiası bunun altında kalmaz ve filozofa karşı topyekûn bir savaş başlatır. Spinoza artık ateist[1] damgası yemiş, iyice şeytanlaştırılmış yalnız bir düşünürdür. Üstelik sevmeyenleri Yahudi din adamlarıyla sınırlı değildir. Hıristiyan ilahiyatçılar da Spinoza’yı lanetlemekten geri durmazlar. Filozof Caute’ye uygun bir tavırla Amsterdam’dan ayrılmaktan başka çözüm bulamaz ve bir süreliğine sürgün hayatı yaşar.

Her yönüyle din karşıtı gibi görünen bir filozofun peygamberlik mertebesiyle ilgili fikirleri ise oldukça şaşırtıcıdır. Ona göre peygamberler Tanrı’yla farklı şekillerde irtibatı olan özel kişiliklerdir, çünkü sıradan insanlara göre muhayyileleri daha kuvvetlidir. İlerde de değineceğimiz gibi, peygamberlerin kozmosla uyumu sıradan insanlarınkinden üstündür. Spinoza tüm peygamberler içinde yalnızca birini öne çıkarır. Ona göre İsa Peygamber Tanrı’yla doğrudan doğruya konuşan tek peygamberdir, çünkü tutkularının esiri olmayan tek akılcı peygamber yine odur. Spinoza bu düşünceye Kitab-ı Mukaddes’i ayrıntılı şekilde incelemesiyle vardığını söyler. Ona kalırsa, başta mucizeleri olmak üzere İsa Mesih’le ilgili anlatılan çoğu şey hurafedir. Mesih’in mistik yönünün göz ardı edilip bir bilgeye dönüştürülmesi ilahiyat camiasını çileden çıkarır, fakat Spinoza hiçbir şekilde geri adım atmaz ve ölene kadar da tavizsiz bir hayat sürmeye devam eder.[2]

Spinoza için mucizelere inanmak çocukça bir saflıktır, çünkü onların gerçekliğini kabul etmek demek, Tanrı’nın kendi koyduğu kurallara karşı gelmesi, kendisiyle çelişkiye düşmesi demektir. Spinoza mucize kavramı gibi ahret inancını ve vahyin imkânını da sorgular. Kadere inanmaz, Tanrı’nın tek tek bireylerin özel yaşamıyla ilgilenmiş olabileceğini akla yatkın bulmaz. Çünkü onun Tanrısı bilindik Tanrıların hiçbirine benzemez. Tanrı sadece bir kural koyucudur. Doğada bir nedensellik zinciri vardır ve her şey gibi insanlar da bu belirlenmişliğe tabidir. Özgür irade ise ancak bu sınırlar dahilinde mümkün olabilir. Dolayısıyla tam bir özgürlükten söz etmenin imkânı yoktur, ancak sıradan bir insan, tıpkı İsa Peygamber gibi kendisindeki potansiyeli keşfedip kozmosta derinleşebilirse, her şeye rağmen Tanrı’yla bütünleşip gerçek özgürlüğü tadabilme şansına sahip olabilir.

Spinoza’nın Tanrısı

“İnsan krallık içinde bir krallık değildir.”

Modernizmin kurucusu ve önemli rasyonalistlerden olan Descartes, varlık kuramında ikici (dualist) bir töz anlayışını (ruh ve madde) benimserken, Spinoza, Descartes’ın felsefesine tekçi (monist) bir karakter kazandırmaya çalışır. Bunu başarmak için de, baş eseri Ethica’yı kesin ve şaşmaz bir bilim olan geometrinin yöntemleriyle kaleme aldığını söyler. İşte Ethica’yı neredeyse okunmaz yapan da, eserin geometrinin aksiyomları, önermeleri ve ispatlarıyla dolu olmasındandır.

Spinoza’ya göre Tanrı ve varlık dünyası, ruhla beden, etik ve metafizik özünde bir ve aynı şeydir. Spinoza’yla birlikte, madde ve insandaki karşılığı olan beden de artık ayrı bir töz olarak değil, Tanrı’nın bilinen iki sıfatından biri olarak kabul edilir. Kendisinden önce genellikle hakir görülen beden Spinoza’yla yeniden itibar kazanmış, bedeni yok saymayan Epikürcü yaşam tarzı, onun felsefesiyle yüzlerce yıl sonra ete kemiğe bürünmüştür. Kendi yaşamında da son derece tutarlı bir çizgisi olan Spinoza, tıpkı Epikürcüler gibi nicelikten çok niteliğe, taşkınlık yerine ölçülülüğe, geçici hazlardan çok kalıcı hazlara değer verir.

Spinoza Ethica’da Tanrı’yı, “Var olan yegâne cevher” olarak tanımlar ve uzak yıldızlardan tutkularımızın karmaşasına dek her şeyin, yaratmamış ve yaratılmamış olan bu ezeli cevherle dolu olduğunu söyler. Ona göre kozmik düzen öylesine uyumlu bir nedenselliğe sahiptir ki, burada tesadüfe de, mucizelere de yer yoktur. Einstein’ın o meşhur “Tanrı zar atmaz” sözü Spinoza’nın felsefesine bir atıftır ve Einstein da bunu defaatle dile getirmekten çekinmemiştir. Kimi yorumculara göre Spinoza’nın felsefesi gerçekleşmekte olan fizik devriminin metafizik bir uzantısıdır.[3]

Spinoza’ya göre evrenin her zerresi akılla doludur ve Tanrı hükmü denen şey özünde doğadaki nedensellikten başka bir şey değildir. Tanrı’nın yani tözün sonsuz sıfatı vardır fakat biz bunlardan yalnızca ikisini, madde ve ruhu kavrayabiliyoruz. Bu durumda, Tanrı akılla anlaşılabiliyorken inanca ihtiyaç yoktur. Spinoza’nın dönemi için oldukça ilerici kabul edilen Tanrı-doğa ilişkisi üstüne düşüncelerinin, sonradan bilim insanları arasında yayılan deist inanca kapı araladığı söylenir. Aynı şekilde, onun her yerde ve her şeyde var olduğuna inandığı panteist Tanrı anlayışının, bizdeki vahdet-i vücud felsefesiyle benzerlikler gösterdiği zaman zaman gündeme gelmiş bir konudur.[4]

Spinoza’nın politik öngörüsü

“Özgür bir devlette her insan istediğini düşünebilir ve düşündüğünü söyleyebilir.”

Spinoza halkın bir cumhuriyette özgürleşmek yerine güçlü, hatta zorba bir iktidarın boyunduruğuna girmeyi tercih etmesinin sebepleri üzerine kafa yorar. Ona göre kitleler tutkuyla, korkuyla hareket eder ve bu durum zamanla özgürlüğe galip çıkar. Yaklaşmakta olan bir tehlike, ekonomik darboğaz, düşman tehditleri vs. istikrarı özgürlüğe tercih ettirecektir. Böyle bir eğilime sahip olan toplulukların hangi rejimle yönetildiklerinin artık pek bir önemi yoktur. En etkin demokrasilerde bile halk eninde sonunda otoriter bir lideri iktidara taşıyacaksa, bir şeylerin değişmesi şarttır.

Deleuze pratik felsefede değerleri ters çevirerek, felsefesini çekiç vuruşlarıyla inşa ettiğini düşündüğü Spinoza’nın metinlerinde üç temel karaktere vurgu yapar. İlki hüzünlü duygularına teslim olan köledir. İkincisi despottur ve kölenin ona, onun da köleye ihtiyacı vardır. Üçüncüsü ise insanlık halinin kederlendirdiği kişi olan rahiptir.[5] “Zalim bir yönetimin üstünlüğü ve sırrı köleleri aldatmakta, onları sindiren korkuyu özel din kılığı altında maskelemekte yatar. Böylece insanlar kölelikleri için sanki güvenceleriymiş gibi cesurca savaşacak, kan ve canlarını despotun boş gururu için utanma değil, yüce bir onur duyarak riske atacaklardır.” Spinoza bir demokrattır fakat demokrasinin iyi işlemesi ve kölelerin kandırılamaması için her şeyden önce iyi eğitilmeleri gerektiğine inanır.

Doğru işleyen bir demokraside yasakçı uygulamalara yer olmadığını söyleyen Spinoza, baskıcı yönetim anlayışının bireylerde gerginliğe sebep olacağını, bu nedenle devletin özgürlük alanlarını genişleterek yurttaşlarda aidiyet duygularının gelişimine katkı sağlaması gerektiğini söyler.

Gandhi’den üç yüz yıl evvel devrimlerin en büyüğünün iç devrim olduğunu, kendini tanıyan, kendiyle barışık olan bireylerin dünyayla da barışık olacağını söyleyen Spinoza ancak kendini değiştirebilen insanların dünyayı değiştirebileceğine inanır.

Spinoza’da arzu kavramı

“Hiçbir şeyi iyi olduğunu düşündüğümüz için arzu etmeyiz.
Aksine, arzu ettiğimiz şeye iyi deriz.”

Spinoza’ya göre üç temel duygudan ilki arzudur ve onunla varlığımızı sürdürme gayreti içinde oluruz. Diğer iki duygu ise eyleme gücümüzü artıran sevinç ve onu azaltan kederdir. Geriye kalan tüm diğer duygular bu üçünden türemiştir. (Bu kavramlar ister istemez akla Freud’un psiko-seksüel kuramında haz ve dirim kaynağı olarak gördüğü libidoyu, insan kişiliğinde sürekli bir çatışma halinde olan Eros’la [yaşam-sevgi] Thanos’u [ölüm-yok ediş] getiriyor.) Spinoza, Platon’un ve Stoacı filozofların aksine, en önemli duygu olduğunu düşündüğü arzuyu yüceltmeyi tercih eder. Arzu kaçınılması değil, geliştirilmesi gereken bir duygudur. Arzu insanın özüdür, iştahtır, gayrettir, kudrettir. Spinoza’ya göre evrensel bir iyi ya da kötü yoktur, yalnızca arzunun edimleri vardır. Arzuyu tutkular yönetirse çatışma, akıl yönetirse barış ve huzur gelir. Burada yeri gelmişken, Spinoza’nın aşka ve kadınlara dair düşüncelerine değinmek yerinde olur.

Van den Eden’in evinde kaldığı sıralarda, hocasının henüz on üçündeki kızı Clara-Maria’ya âşık olduğu söylenen Spinoza[6] sevdiğini başka bir öğrenciye kaptırmış, bu olayın etkisiyle olsa gerek, hayatı boyunca kadınlara küskün kalmış, bilinen bir sevgilisi olmamış, yaşama müzmin bir bekâr olarak veda etmiştir. Spinoza’ya göre kadınlar, doğaları itibariyle güçlünün peşinden giden varlıklardır.[7] Bu düşüncesini basit bir kolyenin cazibesine bağlaması ise son derece ilginçtir.

Kalbinde karşılıksız aşkın acısıyla yaşayan Spinoza’nın aşka dair gerçekçi tespitleri ise hayli şaşırtıcıdır. Ona göre insanlar genellikle yanılsamalı duygulara saplanıp kalırlar ve gerçekdışı bu duyguların kurbanları aslında mâşuku değil, onun imgesini severler. Akıl yerine tutkularıyla hareket eden insanların sık sık hayal kırıklığına uğramalarının nedeni de budur. Oysa gerçekten seven kişi, mâşukunu iyice tanıyıp anlarsa, ona olan ilgisi de zamanla kalıcı bir aşka dönüşecektir. Çünkü bu sevgi hem ayakları yere basan hem de kendinden çok karşısındakini önemseyen bir sevgidir.

Spinoza’da ebedi saadet fikri ve ahlak anlayışı

“Dalga geçmemeli, ağlayıp sızlanmamalı, nefret etmemeli, anlamalı.”

Spinoza’ya göre doğru bir ahlak anlayışı dış dünyaya değil, ancak içeri bakmakla mümkün olabilir. Kendimizi ve doğayı tanıyıp anladıkça iyi davranışı gerçekleştirmemiz de kaçınılmaz olacaktır. Erdemli kişi verili yasaya, dine ve geleneksel değerlere göre davranan değil, yaşama sevincini artıran kişidir. Burada Spinoza’nın Nietzsche üzerindeki etkisini belirtmek yerinde olur. Nietzsche de Spinoza gibi hayatı boyunca gelenekle savaşmış ve bu cendereden kurtuluşun tek yolunu üst-insanda bulmuştur.[8] Nietzsche’de üstün insan fikri kendi değer yargılarını yaratan kişiye işaret eder. Aynı şekilde Spinoza da, aklını ve sezgisel melekelerini etkili şekilde kullanabilen kişinin, tıpkı İsa Mesih gibi bir potansiyele sahip olabileceğini açıkça ifade eder. Nietzsche’nin İsa’yla arası hoş olmasa da, Spinoza’nın kastettiği potansiyel İsa’yla Nietzsche’nin üst-insanı arasında paralellikler olduğu da aşikârdır.

Spinoza’ya göre üç tür bilgi vardır. İlki insanları esarete götüren kanaat ve muhayyiledir. İkincisi akılcı bilgidir ve bu insanı bilgeliğe yükseltir. Akılcı bilgiye ek olarak bir üçüncü bilgi türü olan sezgisel bilgiyle de Tanrı’nın parçası olduğumuzu anlarız. Ona göre mikrokozmosla makrokozmosun uyumu ancak sezgisel bilgiyle mümkün olabilir. Böylece ebedi saadete ulaşmanın kapısı da açılmış olur. Spinoza ebedi saadete ulaşan ruhların ölümden sonra yaşama şanslarının daha fazla olduğuna inanır, çünkü ona göre bu ruhlardan geriye büyük parçalar kalır.

Spinoza kötülüğü tıpkı Buda ve Sokrates gibi, doğa durumunda yaşayan insanın cehaletine bağlar. Bu bağlamda başka türlü bir cehaletin yansıması olan kibir için de, kendini üstün hissetmenin verdiği sonuç tamamen çocuksa değilse eğer, ancak hasetten ve kötü yürekten doğmuş olabilir der. İnsan bilinç sahibidir ve akılcı doğanın bilgisiyle barışı getirebilecek yegâne varlık yine odur. Bütün amaç sevinci artırıp kederi azaltmaktır. Bunun için ruh ve beden uyumu şarttır. Beden sadece fiziksel bir örüntü değil, aynı zamanda psikolojik bütünlüktür ve gerekirse bu yönüyle de tedavi edilebilmelidir. Spinoza’ya göre bilge kişi ruhu kadar bedenine de özen gösteren, onu da doyuran kişidir.

Özgün felsefesinin yanında, modern psikolojinin doğuşuna da katkıda bulunmuş bir filozof olarak Spinoza başkalarını yargılamanın kolay, anlamanın zor olduğunu söyler. Ona göre insan tıpkı kozmos gibi, belli bir nedenselliğe tabi eylemlerde bulunur. Bu bakımdan derinlere inilmelidir.[9] Örneğin en iyisini görüp en kötüsünü yapmamızın bilmediğimiz sebepleri olmalıdır, değil mi? Bunlar keşfedilirse insan da özgürleşecektir. Yine de bireysel farklılıklar gibi evrensel olgular da göz ardı edilemez. Söz gelimi, “seni seviyorum”un iyileştirici etkisiyle, “senden nefret ediyorum”un zehirleyici etkisi herkeste benzer tepkilerle sonuçlanacaktır.

Son olarak, Antonio Negri’nin çağının anomalisi olarak nitelendirdiği Spinoza, biz normale tutunduğumuz sürece, belki de yapıbozumcu her entelektüel girişim gibi çağları aşan bir anomali olarak kalmaya devam edecektir.

• 

 

GİRİŞ RESMİ:

Spinoza'nın portresi olduğu düşünülen resmin Barend Graat tarafından 1666'da yapıldığı sanılmaktadır. Wikimedia

 


[1] 20. yy. içinde Marksist, materyalist çevreler Spinoza’yı genellikle gizli bir ateist olabileceği şeklinde yorumlamışlardır. “Spinoza hem varlığın içkin ve verili felsefesindeki modern ve kendi dönemine ait felsefi spekülasyonların hem de varlığın ya da insan davranışının kuruluşuna ait peşinen kabul edilen tüm Yaban Kuraldışılık nizamlarının inkârı olarak tanımlanan bir ateizm ufkunu belirleyerek modern materyalizmin en ileri biçimini kurar.” (s. 36-37)

Antonio Negri, Yaban Kuraldışılık, çev. Eylem Canaslan, Otonom Yayıncılık, 2005.

[2] Spinoza’ya Fransız monark 14. Louis’e ithaf edilmek üzere bir kitap yazması karşılığında ömür boyu kraliyet maaşı teklif edilmiş, ancak filozof bu teklifi kabul etmemiştir. Aynı yıl, bu kez Almanya’nın en eski üniversitesi Heidelberg Felsefe Bölümü’nde kendisine profesörlük teklif edilmiş olsa da, Spinoza teklif mektubunda geçen “Halkın inançlarına saygı gösterme gereği” ve benzeri ifadelerden rahatsız olarak, filozofların tam bağımsız bir ruh özgürlüğü içinde davranmaları gerektiği düşüncesiyle bu teklifi de zarif bir biçimde reddetmiştir. (s. 35)

Çetin Balanuye, Spinoza: Bir Hakikat İfadesi, Say Yayınları, 2012.

[3] Einstein’ın evreni, Spinozacı esinle düşünmenin son derece işlevsel bir yoludur. Einstein için Spinoza “Tanrı yoktur!” yargısının değil, “Kişisel bir Tanrı yoktur!” yargısının temellendirmesi açısından önemlidir. (s. 282)

Çetin Balanuye, Spinoza: Bir Hakikat İfadesi, Say Yayınları, 2012.

[4] Hilmi Ziya Ülken, Ethica’ya önsöz niyetine yazdıklarında bu hassasiyeti şöyle ifade ediyor: “Yahudi ve İslam felsefesinde birçok panteist düşünürlere rastlamakta isek de, genel çizgileriyle ‘théosophe’ diyebileceğimiz bu eski düşünürlerle Spinoza’yı aynı kadroya sığdırmak doğru olmaz. Aslında Endülüslü olup Selçuklular devrinde Anadolu’da yerleşmiş ve orada bir fikir çığırının başı olmuş olan İbn-i Arabî’nin sistemi genel çizgileriyle Spinoza sistemine benzemekle birlikte, sonuçlarında ondan pek çok yönde ayrılır. Spinozacılığın temeli olan determinist görüşe büsbütün aykırı, akılla kavranamaz ‘irrationnel’ bir varlık görüşü onun temelidir. Genel olarak tasavvufta ‘vahdet-i vücut’ diye tanınan düşünce yolu ile Spinoza’nın felsefesi arasındaki bu esaslı ayrılık unutulduğu için, sırf onları Tanrı ile tabiatı bir görmeleri bakımından birleşik noktaları üzerinde durularak birçok yanlış yorumlara kapı açılmıştır.” (s. 6)

Haluk Sunat, Spinoza ve Psikanaliz ve Hayat, Yirmi Dört Yayınları, 2009.

[5] Gilles Deleuze, Spinoza: Pratik Felsefe, çev. Alber Nahum, Ulus Baker, Norgunk Yayınları, (s. 29)

[6] Spinoza Mucizesi’nde yer verilen bu bilgi çeşitli kaynaklarda tartışmalı olarak ele alınır. “Spinoza’nın hayatında bahsi geçen tek romantik geliş­me bu oldu. Ve maalesef bu hikâye de inandırıcılıktan uzaktır.” Spinoza’nın Van den Eden’in okuluna devam ettiği sıralar Clara Maria henüz on üç yaşındaydı; o yıllarda dahi, genç bir delikanlı olanSpinoza’nın ilgisini çekmek için bu oldukça küçük bir yaş.”

Steven Nadler, Spinoza: Bir Yaşam, çev. Anıl Duman, Murat Başekim, İletişim Yayınları, 2013.

[7] Feminist yazar Elizabeth Badinter’in de söylediği gibi, “cinselleşmiş düalizm, bütün düalizmlerin paradigmasıdır; dünya tarihinin paradigmasıdır.” (s. 13)

Spinoza’nın döneminin kadınlara ilişkin önyargılarından kendini bütünüyle kurtarabilmiş olduğunu söylemek mümkün olmasa da, Spinoza felsefesinin genel çerçevesinin bu önyargılı söylemler görmezden gelinerek rahatlıkla okunabileceği fark edilmiştir. Daha da önemlisi, bu genel çerçeve bütün bir Batı felsefe geleneğini karşısına aldığından, en başta zihin-beden dikotomisini yıkarak –felsefe tarihi boyunca akıl ve ruh erkekle, beden kadınla özdeşleştirilmiştir– tabiatın erekselliğine karşı çıkarak ve özgür iradeyi reddederek eril söylemin üzerine oturduğu tüm temelleri tek tek yerle bir eder. İnsan zihni, insan bedeninin kendi kendisinin ideasından, yani bedenin kendi kendini düşünmesinden başka şey değildir. Zihin ve beden bir ve aynı şeydir. Zihin-beden birliği olarak adlandırabileceğimiz bu kuram Spinoza’yı sadece Descartes’ın değil, akıl-beden ikiciliği üzerinde yükselen bütün bir Batı felsefe geleneğinin karşısında konumlandırır.

Reyda Ergün, “Spinoza’da Kadın ve Kadınların Spinoza’sı.

Reyda Ergün, Cemal Bali Akal, Kimlik Bedenin Hapishanesidir, Spinoza Üzerine Yazılar ve Söyleşiler, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, Nisan 2011.

[8] Nietzsche, Franz Overbeck’e yazdığı 30 Temmuz 1881 tarihli mektubunda Spinoza’yı keşfedişini adeta büyük bir şaşkınlık ve coşkuyla dillendirir: “Sahiden hayretler içindeyim, gerçekten keyifliyim! Benim bir öncüm varmış, hem de ne öncü! Spinoza’dan pek az haberim vardı: Beni ona götüren bir içgüdünün kılavuzluğudur. Yalnızca bütün eğilimi –bilgiyi en güçlü tutku kılmak– benimkine benzemekle kalmıyor, öğretisinin beş temel vurgusunda bütünüyle kendimi buluyorum; bu en tuhaf ve en yalnız düşünür tam olarak şu vurgularında bana en yakın yerde duruyor: Özgür iradeyi, erekleri, ahlaki dünya düzenini, bencil olmayanı ve kötülüğü reddediyor...” (Nietzsche, 1969: 177.)

Çetin Balanuye, Spinoza: Bir Hakikat İfadesi, Say Yayınları, 2012, s. 277.

[9] Her ne kadar Freud kendi kuramının Spinoza’ya olası borcuyla ilgili olarak eserlerinde belirgin bir beyanda bulunmamış olsa da, bir mektubunda Spinoza’ya duyduğu minnetten söz etmiştir. Pek çok araştırmacı Spinoza felsefesinin Freud’un kuramı üzerindeki etkisinden söz eder.

Çetin Balanuye, Spinoza: Bir Hakikat İfadesi, Say Yayınları, 2012.