Bu yaz için bir okuma listesi

Karantina atmosferinden çıkıp –maskeyle de olsa– tatil havasına girmek istiyorsunuzdur diye düşünen K24 yayın kurulu üyeleri, pandemi, iklim krizi, yükselen faşizm, ırkçılık, ekonomik krizle dolu gündemden birkaç sayfada uzaklaşmanızı sağlayacak farklı kitaplardan oluşan bir liste hazırladı sizler için. Evet, boğucu gündemden kaçıyoruz ama kısa bir süreliğine: Listemizdeki kitapların verdiği moral ve neşe sayesinde bütün bu musibetlerle daha rahat baş edebilmek için.

09 Temmuz 2020 17:23

“Birkaç Atlas, bir iki neşeli sözlük, iki roman bir de güneş gözlükleri…”
MUSTAFA ARSLANTUNALI

Yaz kitabı olarak listemin ilk sırasında Puslu Kıtalar Atlası yer alıyor. Hayır, İhsan Oktay Anar’ınki değil (o ikinci sırada), İlban Ertem’inki. Çünkü artık iki farklı Puslu Kıtalar Atlası (PKA) mevcut...

Çizgi roman seviyorsanız ya da İhsan Oktay Anar okuruysanız da bu PKA uyarlamasını kaçırdıysanız yazık… Yılların çizeri İlban Ertem’in –ilk anda imkânsız görünen– metni aslına sadık kalarak bire bir çizgi romana aktarma denemesi, muazzam bir şekilde sonuçlanmış: Bir ustalık gösterisi. Aynı zamanda çizgi romanın gücünü ve imkânlarını kanıtlayan bir şaheser. Kim bilir kaç kişi, İlban Ertem’in eserini okuduktan sonra yıllar ve yıllar önce okumuş olduğu İhsan Oktay Anar’ın romanına geri döndü, metni yepyeni bir gözle bir kez daha okudu? Siz de öyle yapabilirsiniz; İlban Ertem’in Puslu Kıtalar Atlası’ndan sonra İhsan Oktay Anar’ın eserine geri döndüğünüzde, hatırladığınızdan başka bir dünya ile karşılaşacaksınız. Benim hafızamda şu anda iki farklı PKA var: Birbirlerine çok benziyorlar ama iki ayrı dilden konuşuyorlar: Biri kelimeler öteki çizgilerle…

Çizgi roman, fantezi deyince hikâye anlatıcılığının büyücüsü Neil Gaiman’dan söz etmeden olmaz. İthaki Sandman’i yayınlamaya devam ediyor. Çizgi roman okurları için birkaç Sandman bütün bir tatili doldurmaya yeter de artar bile.

Derya Bengi’nin Sazlı Cazlı Sözlük dizisinin 1970’li yılları da tıpkı 50’li, 60’lı ve 80’li yıllar gibi: Cıvıl cıvıl, sözlük maddeleri şeklinde yazılmış, maddelerin sonunda öteki maddelere referanslar içeren metin, 1970’li yılların bir mozaiği şeklinde: Plaklardan, popüler müzikten, edebiyattan, magazinden ve tabii hatıralardan oluşan bir mozaik. Foto-roman, Eurovision, İzmir Fuarı, Civciv Çıkacak Kuş Çıkacak, Bodrum Bodrum, Barbarella, Namus Belası, Gırgır Dergisi, Anadolu Pop, futbol balesi, muhtıralar, Boğaz köprüsü…

Geçmişin kokularını hırgürlerini, özlemlerini bize hatırlatan şekerden yapılmış bir ansiklopedi bu. Özellikle o günleri yaşamayan genç kuşak için. Hoş –ama boş değil–, “Görecek Günler Var Daha”yı keyifle okuyup bitirince 1970’li yılları yaşamış olsanız da, atladığınız, unuttuğunuz, bilmediğiniz ne kadar çok şey olduğunu fark edeceksiniz.

Derya Bengi’nin Türkiye’nin yakın geçmişi üzerine yaptığı şeyi Gökhan Akçura da İstanbul için yapıyor: Şehrin Şenlikli Tarihinden İzlenimler alt başlığıyla yayımlanan son kitabı, Bir Şehr-i İstanbul ki… Hararetle tavsiye olunur.

İki yeni roman: Taçlı Yazıcıoğlu’nun renkli, şaşırtıcı ve sürükleyici Hep Sondan Başlar’ı ile, Ertuğ Uçar’ın okura bütün Ege’yi gezdiren Ayrılığın Haritası adlı romanı.

Çeşit çeşit eğlence anlayışı var. Şahsen son zamanlarda beni çok eğlendiren kitaplardan biri, bir psikoloğunr evrimsel meseleler üzerine yazdığı kitap oldu: Sex, Murder and the Meaning of Life. Playboy niçin zihinsel sağlığınız için zararlıdır? Neleri hatırladığımız niçin o anda kim olduğumuza bağlıdır? Picasso neden bir tavuskuşudur? Douglas T. Kenrick’in insan doğasına ilişkin sorduğu ve cevaplamaya çalıştığı sorulardan birkaçı…

İzlediyseniz okuyun, izlemediyseniz okuyun…
YASEMİN ÇONGAR

Mevsimlerin değişmesi yıllardır çalışma tempomu değiştirmediği, yaz aylarını farklı yaşamadığım için sanırım, “yaz kitabı” diye bir algım pek kalmadı benim. Oysa çocukluğumda ve gençliğimde, zamanın şehirden kopup denizin içinden aktığı o uzun sıcak günlerde elim kışları nedense pek okumadığım polisiyelere giderdi hep. Yayın kurulumuz yaz kitapları önermeye karar verdiğinde aklıma ilk anda Komiser Gereon Rath’ın gelmesinin böyle nostaljik bir yanı olabilir pekâlâ. Fakat tek etken bu değil. Volker Kutscher, Komiser Rath’ın vakalarını anlattığı polisiye serisinde edebiyat iştahıyla gazeteci titizliğini birleştiriyor; baştan sona eksilmeyen bir gerilimle sizi sürüklerken, aynı zamanda sahici karakterleri, güçlü atmosferi, ayrıntılara gösterdiği özen ve toplumsal gelişmeleri arkaplan değil merkezî unsur olarak kullanan dramatik yapısıyla dönemin hakikatini de kuvvetle hissettiriyor.

Dönem malum: geriye dönüp bakınca bir nevi “gebeliği” andıran Weimar Cumhuriyeti. En iyinin vaadini içinde saklarken en kötüyü doğuran, zamanın felakete doğru ivmelendiği yıllar. Weimar Almanyasında kaleme alınmış günlüklere, mektuplara benim gibi meraklıysanız, o metinlerin, olabileceklerle olanlar arasındaki muazzam uçurumu bugünün gözüyle büsbütün belirginleştirdiğini bilirsiniz. Kutscher’in Komiser Rath romanları da aynı etkiye sahip ve o muazzam uçurumun, bir kısmı sinsice derinden, bir kısmı çok daha yüzeye yakın ve görünür ama hepsi de kısacık bir zaman dilimine sığmış küçüklü büyüklü kırılmalarla nasıl gün be gün açıldığını görmenizi sağlıyor.

 

Islak Balık ile 1929’da başlattığı ve sonra her yeni kitap ve her yeni vakada bir sonraki yıla taşıdığı bu seride, bir yandan nasıl çözüleceğini okurken bilmediğimiz bilmecelerden bir zincir kuruyor Kutscher, bir yandan da sonunu çok iyi bildiğimiz bir muammayı “yeni” kılmayı başarıyor. Faşizmin iktidara birdenbire gelmediğini, düş ve gurur kırıklığı ve bu sayede büsbütün depreşen milliyetçilikle, iktisadî buhranla, yolsuzluk ve yozlaşmayla yoğrulan bir toplumda yavaş yavaş filizlendiğini gösteren gerçekçi bir portre sunuyor. Bu portrede yok yok: Berlin’in canlı eğlence hayatı; yeni kurulan sinema endüstrisi; fuhuş ve kural tanımayan yeraltı dünyası; Büyük Savaş’ta yenilmiş olmanın ve Alman devletinin kaba gücünü zapturapt altına alan Versailles Antlaşması’nın yarattığı derin travma ile bu travmayı operasyonlarına malzeme yapan derin güçler; dünyanın yeniden kurulabileceğine inanan komünist gençlerle Alman imparatorluğunu yeniden kurmak isteyen nasyonal sosyalist gençlerin sokak savaşı; şiddeti içselleştirmiş polis kültürü… Bütün bunları okurken omzuna tünediğiniz Gereon Rath ise apolitik ve amoral bir anti-kahraman aslında ve bence, Kutscher’in dehası, başkarakterle teklifsiz bir özdeşleşmenin önüne geçen bu tercihte de kendini gösteriyor.

Bir itirafla bitireyim: Rath’ın vakalarını Babylon Berlin’in üç sezonunu seyrettikten sonra okumaya başladım ben. TV dizisini çok sevmiştim ve bu diziye kaynaklık eden kitapları o kadar sevmeyebileceğimi düşünüyordum. Tersi oldu. İzleyiciyi bağlamak için diziye eklendiğini sonradan anladığım ve aslında tam da işlemeyen birtakım yan hikâyelerin kitaplarda olmamasını sevdim. Gereon Rath-Charlotte Ritter aşkının dizideki gibi hep bir başka bahara ertelenmemesini, kendi çelişkileriyle inişli çıkışlı ilerlemesini sevdim. Rath ve Charly’nin kitaplarda dizidekinden daha nüanslı, daha gerçekçi birer karakter olmalarını bilhassa sevdim. Dizideki güçlü dönem portresinin ise bütün ayrıntılarıyla ve zihninizde canlandırılmayı bekleyen zengin görselliğiyle kitaplarda da olduğunu söyleyebilirim.

Seriyi İngilizce çevirisinden okuyordum, fakat şimdi İletişim’den son üç yılda peş peşe, Cem Sey ve Gülçin Wilhelm’in birbirini izleyen çevirileriyle yayımlanmış olan Islak Balık, Sessiz Ölüm, Goldstein ve Vaterland Dosyası’nı da edindim: İki bin sayfalık bir şölen!

Hangi kitabı okurken ne içilir?
AHMET ERGENÇ 

Angela Davis, Bir Otobiyografi: Black lives matter dalgasının yükseldiği bu son dönemde Davis'in 'kara panter' anıları moral ve destek olacaktır okuyana. 'Şahsi olan politiktir.' Bol meyveli cin tonik eşliğinde okunabilir. 

Vasily  Grossman, Taşlar Ülkesine Yolculuk: Sovyet Döneminde maceralı ve gizli bir hayat sürmek 'zorunda kalan' ve kitapları yıllarca yasaklı kalan Grosssman'ın Ermenistan'a yaptığı yolculuğun kitabı. Poetik ve politik bir yol filmi gibi okunabilir, izlenebilir. İki buzlu viski eşliğinde iyi gider. 

Milan Kundera, Roman Sanatı: Yazın da teoriyi elden bırakmamak için 'hafif' bir okuma. Edebiyatın ne olduğuna, kitapların neden yazıldığına dair küçük ve nefis ayrıntılar barındırıyor. Artı, Kundera'nın derin bilgisi ve ironik üslubu. Hafif bir bira eşliğinde kafa çalıştırır. 

 

Yazmak Üzerine Eğlenceli Sohbetler
NİLÜFER KUYAŞ

Türkiye, çok az dile çevrilen Finnegans Wake romanının iki ayrı çevirisini üretmiş olmak gibi bir edebi onura sahip.

Fuat Sevimay, Finnegan Uyanması adını verdiği ödüllü çevirisinin hikâyesini de içine kattığı çok eğlenceli bir roman çıkarttı, romanın asıl eğlenceli tarafı da James Joyce’un mezarından kalkarak tam Gezi olayları sırasında İstanbul’a gelmesi, üstelik kitabını çevirmekte olan “Çevirmen” adlı karakterle tanışıp sohbetlere ve gezintilere çıkması, hatta gittikleri kahvehanenin sahibi İstanbullu kadınla da bir aşk macerası yaşaması.

Benden’iz James Joyce adlı roman İthaki Yayınları tarafından daha çok yeni, Temmuz 2020’de yayımlandı, çok katmanlı, ayrıca hacimli bir roman, 505 sayfa, ideal bir yaz okuması.

Umur Çelikyay’ın Finnegan’ın Vahı çevirisinden sonra Fuat Sevimay’ın da çevirisinin çıkması başlı başına bir olaydı elbette. İki çeviriyi de okumadım. Finnegans Wake romanını yıllar önce, günde bir sayfa okumak yöntemiyle zar zor bitirebilmiştim. Muhteşem bir yapıt. Sevimay hem o yapıtın izini sürüyor, özellikle de İstanbul’a ve Türkiye’nin başka bölgelerine göndermelerini çok güzel irdelemiş, hem de Joyce’un hayatının ve yazarlığının bütün ilginç özelliklerini ele alıyor.

Daha da eğlencelisi, “Çevirmen”in ziyareti iade etmesi. Geçmiş zamana ve Dublin’e giderek, Joyce henüz on yedi yaşında bir yeniyetmeyken ona iyi roman yazma teknikleri öğretmesi. Dublin’e ikinci ziyaret de, çeviri için günümüzde yapılan mesleki yolculuk.

Eğlence bu kadarla da bitmiyor. Benden’iz James Joyce romanı gerçekten kaliteli mi, yayımlasak mı diye, yayınevi editörünün arkadaşına fikir danıştığı, Corona virüs salgını sırasında gerçekleşen yazışma güzel bir mizah ögesi. Dahası var, Türk edebiyatının en önemli yazarlarının hayaletleri de dolaşıyor kitapta. Yazmak üzerine bir roman bu. Edebiyat ve kültür aktarımı üzerine kurulmuş bir smorgasbord, bir ziyafet sofrası. Hazımsızlık yaratabilir, ama tatmaya değer.

James Joyce’un yazarlığı ve dille ilişkisi, Metis Yayınları’ndan gene yakında çıkan Nurdan Gürbilek’in İkinci Hayatkitabında da önemli bir izlek.

Yer, yurt, vatan, coğrafya, ev, ait olmak ve olmamak, gitmek ve dönmek, sürgüne gidiş ve sığınak arayış üzerine çok katmanlı bir deneme kitabı. Joyce’a, Dublin’e dönmeyi düşünüyor musunuz diye sorulduğunda “Hiç ayrıldım mı ki” cevabını vermesi, kitabın önemli tartışma eksenlerinden birini örnekliyor.

İçinde yetiştiğimiz “ev” ya da kültür, hem kaçmaya, terk etmeye çalıştığımız, hem de hayat boyu geri dönmeye çalıştığımız bir odaktır, malum. Oraya asla geri dönülemez, sadece orayı, tıpkı Joyce’un yaptığı gibi, sürekli yeniden inşa etmek, irdelemek, kendimize bir ikinci hayat kurmaktır yapmaya çalıştığımız, özellikle de yazarların yapmaya çalıştığı şey.

Gürbilek, dünya edebiyatını ustaca taradığı bu kitabında, ayrıca Ayhan Geçgin, Barış Bıçakçı gibi yazarları ve Nuri Bilge Ceylan sinemasını ele alarak, Tanpınar ve Vüsat O. Bener gibi yazarları da ziyaret ederek, coğrafyanın kader oluşunu, dilin hem sığındığımız hem sürüldüğümüz bir vatan oluşunu çok güzel incelemiş. Yazmanın kültürle ve varoluşla düğümlenmiş kaderini masaya yatırıyor.

Çok güzel sorularla bağlamış meseleyi: Yazarın “artık” mı bir dilsel yurdu yoktur yoksa “henüz” mü bir dilsel yurdu yoktur? Ve en önemlisi, kültürü inşa etmeye çabalayan bizler, “geniş bir yurt” yaratmayı becerebilecek miyiz?

“Ev” ya da “yurt”, önereceğim üçüncü kitapta da çıkıyor karşımıza. Ursula K. Le Guin ile yapılmış söyleşiler, gene Metis Yayınları’ndan “Yazma Üzerine Sohbetler” adıyla çıktı. Kurmaca, şiir ve kurmaca dışı yazım üzerine tadına doyulmaz sohbetler.

Le Guin, “Bir Sanat Eserinde Yaşamak” adını verdiği ve çok sevdiğini söylediği otobiyografik denemesinde, on yedi yaşına kadar yaşadığı evi “..tek kelimeyle yuvam olarak, evrenin ta kendisi olarak gördüğüm o yer..” diye tanımlıyor. O denemede de, bütün bu yazıyı özetleyen şu tanımlamayı yapmış: “ ...belki de bütün hayatım boyunca evi çevremde kelimeler aracılığıyla yeniden inşa etmeye çalışmışımdır.”

Bizlerin bugün corona virüs nedeniyle bir süre evlere kapandığımız, ama aslında genel siyasi ve ekonomik gidiş açısından tüm dünya olarak topluca evsiz kaldığımız şu olağanüstü dönemde, yaz okuması diye bir şey kaldıysa hayatımızda, size bu kitapları hararetle tavsiye ediyorum.

 “Kitaplarla seyahat”
CAN SEMERCİOĞLU 

Koronavirüs hepimizin eve kapanmasına yol açtı, kolay zamanlar geçirmedik. Belki daha kötüsünü de göreceğiz ama şurası kesin ki bu sene tatile gidebileceğiz gibi görünmüyor. Bu yüzden yaz kitapları seçkisinde bizi farklı lokasyonlara götürebilecek, deniz, güneş ve kumun kokusunu burnumuzda hissettirebilecek kitapları tercih ettim. Tatil havasını kitaplarda bulmak, tatil üzerine düşünüp planlar yapmak da tatilin bir parçası. 

 

Yaz okumalarının olmazsa olmazı olarak Elena Ferrante'nin Napoli Romanları'nı listenin en tepesine koyuyorum. Napoli Romanları yeni çıkmış olmasa da yaz için güncelliğini koruyan kitaplardan. İtalya'nın güneşli ve sıcak plajlarında geçen iki arkadaşın öyküsünü anlatan Ferrante'nin dört kitaplık bu serisi aslında acıyla dolu bir hikâye anlatıyor olsa da atmosfer itibarıyla hissettirdiği yaz atmosferi paha biçilemez. David Szalay'ın All That Man Is kitabını ise bir Avrupa turu olarak değerlendirmek mümkün. Farklı lokasyonlara seyahat eden farklı erkeklerin erkeklik öykülerinin anlatıldığı bu kitap aynı zamanda bir gezi kitabı olarak da okunabilir. 

Türkiye'de seyahat etmek için de Mahir Ünsal Eriş'in Benim Adım Feridun öyküsünü öneririm. Balıkesir'de kafa dağıtmak için gittiği düğünde başına gelenler tam bir yaz eğlencesi değil midir?

Aynı şekilde Serhan Engin'in Deniz Gülümsüyordu Uzaktan romanı da Alaçatı'ya ve deniz kenarlarına bir yolculuk yaptırabilir. Normalde yazın klasiklerin, uzun ve meşakkatli kitapların okunması gerektiğini düşünenlerdenim. Bu yaz ise olsa olsa zihnimizi boşaltmak ve kafa dağıtmak gelebilir elimizden.

Yaz kitapları
SANEM SİRER

Yaz kitaplarını niçin diğerlerinden ayrı düşünürüz? Bu sıralar –yaz kitabı “olduğunu” bilmeden– okuduğum Fleishman is in Trouble’ın yazarı Taffy Brodesner-Akner, kitabının plaj kitabı yaftasıyla satılmasına isyan etmiş ve okuma tercihlerinin kitapları “okuduğumuz yere ya da mevsime göre” değişmesinin beklenmesine itirazını dile getirmiş, demek ki –bu– yazar, kitabını belli bir mevsim için yazmamış, ama yayıncısı, –bu– sayfaların arasına kum kaçabileceğine karar vermiş. Oldukça cüretkâr bir yafta bu, tüm okurların deniz kenarında tatil yapacağını varsaydığı gibi yazarı da hiçe sayıyor.

Bir metni deneyimlediğimiz koşulların, o metni algılama biçimimizi şekillediğini elbette ki yadsımıyorum, üstelik aynı metni matbu ve dijital olarak okumanın farklı etkileri olduğunu savunanlar da var ve haksız sayılmazlar. Dijital ya da matbu ortamlar bir yana, örneğin bir izolasyon anlatısı olarak Kafka’nın Dönüşüm’ünü ıssız bir Ege sahilinde okuyan birinin deneyiminin aynı kitabı Zincirlikuyu-Beylikdüzü metrobüs hattında giderken okuyan kişininkinden farklı olacağı gayet açık. (Kafka’nın Dönüşüm’ünü insan kalabalığına teslim olmuş kalabalık bir plajda okuyorsanız başka tabii, oradan uzaklaşsanız iyi olur.) Sanırım sormamız gereken soru, sezonluk pop şarkısından sabun köpüğü dizisine varana değin karpuz tabağının yanına yakışacak, plaj çantasına atılacak “ürünlere” dayalı tatil endüstrisinin bizi nasıl (ne okumaya/nasıl yaşamaya) şartladığı... Aslında kitaplardan değil, tatilcilerden ve tatilcilerin ihtiyaçlarından bahsettiğimizde hemfikirsek, o zaman tüm dünyada karamsarlık içinde geçmiş sıra dışı bir yılın yazında, tatilin ve tatil fikrinin –ve tatilcilerin– uzağında durduğum köşemden ister plajda ister şehirde, neredeyseniz orada okuyabileceğiniz, özgünlükleriyle ilham kaynağı olabilecek birkaç kitaptan bahsetmek ve tabii bunların klasik anlamıyla yaz kitapları olmadıklarının ama bu yazı temmuz ayında yayımlanacağı için pekâlâ bu yaz okunabileceklerinin altını çizmek isterim.

Anacağım kitapların ilki, çocuk kitabı görünümlü bir yetişkin kitabı: Tove Jansson’dan Yaz Kitabı. Finlandiya’nın dünyaya armağanı Jansson çocuk kitapları ile tüm dünyada efsane haline gelmiş bir yazar ve sanatçı, Yaz Kitabı’nda da altı yaşındaki küçük bir kızın, Sophia’nın babaannesi ve babasıyla Kuzey’de bir adada geçirdiği yazın öykülerine yer veriyor. Minimalist anlatımı, doğa tasvirlerinin zenginliğiyle bu alabildiğine naif kitap Kuzey’den, nerede olduğunu bilmediğimiz küçük bir adadan yaza dair kesitler ve bir çocuğun meraklı gözüyle çizilen doğa resimleri sunuyor; yaprakların çıtırtısının, sularda gezinen balıkların kımıltılarının, yabanmersini çalılarının davetkâr salınımlarının zihinde uyanmasını sağlıyor. Zor bir kış atlatanlar, şimdiden sonraki yılların yazlarına dair hayaller kuranlar için:

“Küçük adalarla ilgili bir diğer şeyse onların kendi başlarının çarelerine bakabilmeleridir. Erimiş karlarla, bahar yağmurlarıyla ve son olarak da çiy taneleriyle beslenirler. Ama eğer o yıl kuraklık hakimse, ada bir sonraki yazı bekleyerek çiçeklerini o zaman yeşertir. Çiçekler de bu duruma alışıktır, kendi köklerinde sakince açacakları zamanı beklerler.” (s. 114) (çev. Zeynep Tamer, Ayrıntı)

Hazır reel ya da sembolik adalardan bahsetmişken, Jansson’un Yaz Kitabı’na benzer ama daha şenlikli bir okuma için ikinci önerim Gerald Durrell’den Büyülü Ada. Abisi Lawrence Durrell’in metinleriyle kıyaslandığında oyunbazlığı, coşkusu ve hayvanlarıyla sivrilen bu küçük kitap Durrell ailesinin Korfu adasındaki yıllarını konu alıyor ve Ayşen Anadol’un çevirisiyle pırıl pırıl parlıyor. Büyülü Ada’nın Türkçe edisyonu 2014’te yayımlanmış, ama bugünlerde ödüllü bir dizi uyarlamasıyla (The Durrells) yeniden gündemde.

Yaz kitaplarını niçin diğerlerinden ayrı düşündüğümüzü sorarak söze başlamıştım ama asıl soru neden kitap okuduğumuz elbette. Esas gizem buna verebileceğimiz yetersiz yanıtlarda yatıyor, sınırlı yaşamlarımızda okumak üzere seçebileceğimiz sınırlı sayıda kitabı belirleyen belirsiz güdüde… Bu bağlamda son önerim, “Geç kapitalizm çağında gerçekten özgür biri kaldı mı?” sorusunu da soran ve gerek temposu gerek baş döndüren tazeliğiyle ilham verici bulduğum Chris Kraus metni I Love Dick. (çev. Elvan Kıvılcım, Encore.)

Kraus, bu kitapta arzuladığı kişiye duyduğu arzuyu hem motif hem de tema olarak ele alıyor ve sanata, varoluşa, nihayetinde de anlatıya dönüştürüyor; arzuyla tetiklenen ve bastırılamayan yazma dürtüsü, bastırılamayan kadınlık hakkında yazmakla birleşiyor. Kitaptan alıntıyla,“39 yaşındaki deneysel sinemacı Chris, eşi New York’lu profesör Sylvere sayesinde İngiliz kültür kuramcısı Dick’le” tanışıyor, Dick’e kelimenin tam manasıyla kafayı takarak erotik bir heyecan dalgasına kapılınca da “bütün bu hengâmeyi üçünün de hayatlarını bir metne çevirecek” şeye dönüştürüyor. Sonsözü yazan Eileen Myles bir tutkunun eksiksiz bir tefsiri demiş I Love Dick için, doksanlı yıllarda yazılmış bu kitap cinselliğe ve cinsiyet rollerine dair kalıp yargıları mizahi ve müdanasız bir biçimde irdeliyor. Bu esprili, entelektüel ve yüksek tempolu metnin günümüzde yeniden popülerleşmiş oto-kurmacalara yol göstermiş olduğunu da eklemek gerek. I Love Dick, “aynı hikâyeden” sıkılmış olanlar için ferah bir nefes gibi, yazın ya da kışın, ölmeden önce okunacak bir kitap.

Mevsim yaz, günler kısalmaya başladı bile.

Sebzelerin sözü, duyguların kalorisi
SILA TANİLLİ

Evelyne Bloch-Dano, bir biyograf. Yazar evlerinin, yaşam öykülerinin, ilişkilerin biyografı. Emile Zola’nın karısını anlattığı Madame Zola’yı, modern feminizmin kurucularından Flora Tristan’ın ve Marcel Proust’un annesi Jeanne Proust’un yaşam öykülerini, Romy Schneider’ın romanını yazdı. Evlerin, ailelerin, kadınların, ilişkilerin biyografisinden sebzelerin biyografisine uzanan bu macera, Michael Onfray’in davetiyle Argentan Halk Üniversitesi’nde verdiği “Lezzet Tarihi” konuşmaları vesilesiyle başlıyor.

Evelyne Bloch-Dano’nun alametifarikası, Fourier’in izinde gastronomi ile felsefeyi bütünleştirerek, kendine özgü bir gastrosofi yaratmış olması. Onfray’in deyimiyle, La Fontaine’in hayvanlara yaptığını bitkilere uyguluyor. Sebzeleri edebiyat, sanat tarihi, müzik, sinema, tarih, prehistorya, jeoloji, iklimbilim, genetik, bostancılık, bahçecilik gibi farklı disiplinlerden ilhamla hikâyeleştiriyor.

Bugünlerde, uzunca bir süredir evlerimize çekilmiş, mutfaklarımızda belki hiç olmadığı kadar vakit geçirmiş insanlar olarak, bir domatesin sesini duyduğumuzu sandığımız, bir patatesin filizlenmesini izlediğimiz anlar olmuştur. Bizi besleyen, var eden yolculuk düşüncelerinin uzak hayaller olarak yaşandığı yeni düzenimizde, Evelyne Bloch-Dano ile birlikte bir sebze bahçesinin kapısından girerek, sebzelerin pek bilinmeyen ya da önemsenmeyen öykülerine tutunup kıtalar arası bir yolculuğa çıkabiliriz belki de...

İletişim Yayınları’nın Ruhun Gıdası Kitaplar serisinin son kitabı olan Sebzelerin Efsanevi Tarihi’nin çevirmeni Nihan Özyıldırım’ı anmadan, bir teşekkür etmeden geçmeyelim. Müthiş bir titizlikle, kitabın her satırını değerli kılmış.

Schadenfreude... başkasının talihsizliğinden duyulan keyif. Kelimenin günümüz Türkçesinde doğrudan bir karşılığı olmadığını, eski dilde Arapça kökenli "şematet"ten, "başkasının başına gelen belaya, talihsizliğe sevinmek"ten geldiğini belirtmiş çevirmeni Nüvit Bingöl. (s. 17)

Başta kulak tırmalayan, başedilmesi, üzeri örtülmesi gereken toksik bir duygunun keyfe dönüşmesi fikri insanı önce bir parça rahatsız ediyor. Ama tabiatımız kurusun, biz böyleyiz! "Başka insanların talihsizliklerinden keyiflenmek kulağa basitlik gibi gelebilir – belli belirsiz bir fesatlık emaresi, bir fiske de garez. Ama yakından bakacak olursanız hayatınızın en gizli kalmış fakat önem taşıyan yönlerini bir anlığına bu duygularda yakalayabilirsiniz.", diyor yazarı Tiffany Watt Smith. (s. 20)

Smith, Duygular Sözlüğü'nde bizi biz yapan duyguların inlerine girmişti, Schadenfreude ile de, kusurlarımıza, hasır altı ettiğimiz yetersizliklerimize, hüsranlarımıza, kaygılarımıza ayna tutarak tabiatımızı ve toplumdan topluma değişmeyen o "çok insanca" yanımızı keşfedeceğimiz eğlenceli, bol kahkahalı bir yolculuğa çıkarıyor bizi.

Nihayetinde, anlatılan bizim hikâyemiz. Ağlanacak halimize gülmek bizim de hakkımız!

“Kıskandığım kitaplar”
MESUT VARLIK

Erol Üyepazarcı, Unutulanlar, Hiç Bilinmeyenler ve Bilinmek İstemeyenler, Oğlak (araştırma-inceleme): Umarım bu kitabın öneminin ve değerinin altını çizmek konusunda, Erol Üyepazarcı’yla gerçekleştirdiğimiz ve iki parça halinde K24’te yayınlanan söyleşi yeterince doyurucu olabilmiştir. Ama daha önemlisi, Erol Bey’in okuma şevkiyle dolu üslubundan bu tarihi okuyabilmemiz. Hacmi gereği pek sahil kitabı olamaz ama bir ağaç gölgesinde serinlerken, unuttuğumuz, bilmediğimiz, bilmemizin istenmediği yazarlarla tanışmak ve onların dünyalarına açılmak eminim her kitapseverin hoşuna gidecektir.

Miray Çakıroğlu, Taşların Sesi Kesildi, Varlık (şiir): Zekâ ve mizah, humor duygusunu şiirine böylesine ustalıkla yansıtabilen çok az şair vardır. Bir kâğıt kesiğinin dudağınızın kenarında müstehzi bir ifadeye dönüşebilmesi, bir aşk yarasının kaldırımlara işlemiş toplumsallığı... Sesini, sözünü özlediğim, ara ara açıp birkaç şiir okuyarak kendimi onardığım kitaplardandır. Çok öznel oldu ama... olsun. Sizin de başınıza gelir belki.

Elif Batuman, Ecinniler – Rusça Kitaplar ve Onları Okuyanlarla Maceralar, Doğan (deneme): Kıskandığım kitaplar listesi yapacak olsam muhakkak ilk sıralarda yer alacaktır. Listeyi yapmadan bilemem ama ilk sırada bile sayabilirim. Zeki, birikimli ve “dil duygusu” olan bir akademik-okurun edebi metinler arasındaki muazzam keyifli ve okurunu çoğaltan gezintisi takdire şayan. Demeye bile gerek yok. Ödüller aldı, farklı dillere çevrildi (orijinali İngilizce)... Benim için en önemlisi, “yaratıcı yazarlık”la öyle güzel makara geçiyor ki! Kıskanmamı tetikleyen de bu özelliği zaten. 

Immanuel Mifsud, In The Name of The Father and The Son, Midsea Books (roman): Birgül Oğuz’un 2012’de Hah ile aldığı Avrupa Birliği Edebiyat Ödülü’nü 2011 yılında alan, İngilizceye Maltacadan çeviri metin. Novella, anlatı, günce, biyografi, deneme... türünü sabitlemek pek kolay değil. Türkçede yayımlanmasını birkaç yayınevine önermişliğim var ama nedense kimse yanaşmadı. Belki çevirisini ben üstlenmek istediğim içindir! Tek “sıkıcı” gelebilecek tarafı, bir II. Dünya Savaşı hikâyesinin etrafında dönüyor olması. Oysa baba-oğul çatışmasına feminen denebilecek bir yaklaşım geliştirme çabası dikkatlerden kaçan ama bence en önemli özelliği...