Edebiyat çalışmalarının neoliberal iğdişi

Siyaset yüklü fikirlerle çarpışmadan edebiyat ve kültür hakkında konuşabilir misiniz? Elbette konuşabilirsiniz, ama bunun için bir parça kıvraklık gerekir. Peki, bunu hiç denememeli misiniz?

25 Nisan 2019 10:30

7 Nisan 2003’te, ABD’nin Irak’ı işgalinden üç hafta kadar sonra, Bruno Latour, Stanford Üniversitesi’nde verdiği bir derste, akademisyenlerin ve entelektüellerin fazla kavgacı hâle geldiklerinden yüksek sesle yakınmıştı. Bu koşullarda, diye sormuştu, gerçekliğe ilişkin resmî açıklamaları düşman addetmeye, sözüm ona nesnel olguların arkasında saklı yatan önyargı ve ideolojiyi ifşa etmeye çalışmanın sahiden bir faydası var mıydı? Meramını şu soruyla da ifade etmişti Latour: “Yıkıma yapıbozumu katmak insan bilimlerinin görevi midir gerçekten de?”

Latour’un bu güvenmeme projesine verdiği isim “eleştiri”ydi. Onun egzantrik, “her şeyden şüphe edilmesi” anlamında kullandığı eleştiri, ne özelde Irak’taki savaşa muhalefet açısından ne de genel olarak, birçok ilerici akademisyen ve entelektüelin yaptıklarını düşündüğü şeydi. Ertesi yıl Latour’un bu dersi “Why Has Critique Run Out of Steam” [Eleştirinin Pili Neden Bitti] başlığıyla yayımlandığında, son derece etki uyandırdı. Latour bilim eleştirmeni ve çok yönlü bir şüphe savunucusu olarak isim yapmıştı. Denemesinde, “Geçmişte, olguların inşasına içkin olan ‘bilimsel kesinlik yokluğu’nu göstermeye çalışmak için biraz zaman harcamıştım,” diyerek bu durumu kabul etmişti. “Söylediğimizi sahiden kastetmediğimizi söylemek yeter mi?” Meşhur bir entelektüel devrimci şimdi devrimden vazgeçiyor gibiydi ve birçoklarının gözünde devrim artık sona ermişti. Birçok başka akademisyen de eleştiriden gına geldiğini ifade etmek üzere ortaya atıldı. Post-eleştiri işte böyle dünyaya geldi.

Edebiyat eleştirisinde, bu çok tartışılan fenomene çeşitli adlar verilmiştir: Post-eleştiriye ilaveten, “yüzey okuma” da denir, “uzak okuma” da, “betimleme” de denir, “yeni biçimcilik” de. 2015’te, Chronicle Review’da yayımlanan denemesinde Jeffret J. Williams bu eğilimleri alandaki “yeni tevazu” diye özetlemişti. “Edebiyat eleştirmenleri hizaya geldi,” diye yazmıştı Williams, “büyük spekülasyonlara daha az yer ayıran, daha fazla ampirik incelemeyi içeren, istatistiği veya başka verileri daha fazla kullanan yöntemleri benimsiyorlar. Dünya-tarihsel önemi haiz ‘müdahaleler’de bulunmak yerine, okumayı, tasvir etmeyi ve veri didiklemeyi amaçlıyorlar.”

Buradaki bityeniğiyse, dünya-tarihsel önemi haiz “müdahaleler” tabiriydi tabii. Hangi İngilizce profesörü yazdığı ya da dersini verdiği şeyin gerçekten de dünya-tarihsel ehemmiyeti olduğunu düşünecek kadar şişinebilirdi ki? Meseleyi böyle ifade ettiğinizde, elinizde kalan tek uygun seçeneğin tevazu olması işten değildir.

Bana kalırsa, “yeni tevazu” ne yeni ne de mütevazı ve üstüne üstlük, münasip bir tevazuyu ya da böbürlenmeyi seçmek zorunda değiliz. 2003 baharında akademik çalışmanın doğası üzerine kafa yorduğu sırada, Latour’un Irak işgalini düşünmesinin abes bir yanı yoktu. Ne var ki, Latour’un hayranları onun bu iki tür müdahale (askerî ve akademik müdahale) arasında bir bağlantıyı imâ ettiğini unutmamalılar. Doğrusu, Latour bunu yapmakta haksız da değildi.

Siyaset yüklü fikirlerle çarpışmadan edebiyat ve kültür hakkında konuşabilir misiniz? Elbette konuşabilirsiniz, ama bunun için bir parça kıvraklık gerekir. Peki, bunu hiç denememeli misiniz? Savaş zamanında dahi, uzun zamana yayılmış nazik dokunuşlarla olsa dahi, kültürümüze “müdahale” etmeye çalışmamalı mısınız? Bakınca, “yeni tevazu”nun muhtelif damarlarını birleştiren şey, en asgari, en mütevazı anlamıyla bile olsa, siyaseti ortadan kaldırma itkisi gibi geliyor bana.

Siyasetten uzak durmaya yönelik bu itkinin birdenbire her tarafa yayıldığını, entelektüller hakkında geçen dönem bir lisansüstü semineri verirken fark ettim. Öğrencilerden satın almalarını istediğim kitaplardan ikisi de (gerçi tamam, itiraf edeyim, kendim de onlara sadece şöyle bir göz atmıştım) 2017 tarihliydi: David Scott’ın Stuart Hall’s Voice: Intimations of an Ethics of Receptive Generosity (Duke Üniversitesi Yayınları) ve Deborah Nelson’ın Tough Enough: Arbus, Arendt, Didion, McCarthy, Sontag, Weil (Chicago Üniversitesi Yayınları) adlı çalışmaları. Her ikisi de “yeni tevazu”nun birer versiyonunu ortaya koyuyorlardı. Ve sonradan anladım ki her ikisi de, siyasî kahramanlar olarak gördüğüm entelektüelleri siyasetten arındırmaktaydılar.

Scott kendisini, “‘eleştiri’ diye adlandırılmış olan şeyin… epeyce yeniden düşünülmesi gerektiğini ısrarla öne süren Rita Felski gibi kişiler”in hizasına yerleştiriyor. Kültürel çalışmaların kurucusu ve New Left Review’un ilk editörü olan Stuart Hall’un boyun eğip sessiz dilsiz kalmamasını garanti edercesine, Scott onu hep “sen” diye anıyor. Şöyle devam ediyor bu pasaj:

Eleştirideki bazı eğilimlere dair şüphelerinin olduğunu biliyorum Stuart… Bir eleştiri faili olan “eleştirel ben” ile bir uyumlanma ve alımlama faili olan “dinleyen ben”i birbirinden ayırmayı önereceğim sana ve Stuart, senin ilki olduğu kadar ikincisi de olduğunu, hatta ilkine kıyasla daha ziyade ikincisi olduğunu iddia edeceğim.

Terry Castle, Susan Sontag’la kesintilerle de olsa devam eden dostluğunu ve ona hayranlığını kendi ağzından çok komik bir dille anlattığı (Sontag’ın ölümünden kısa süre sonra yayımlanan) “Desperately Seeking Susan” [Susan’ı Ümitsizce Aramak] başlıklı yazısında, Sontag’ın yüzüne söylenemeyecek şeyler söylemişti (mesela, Sontag’ın Amerika’da romanına dair: “Başka hangi büyük edebî şahsiyet böylesine azap verici derecede şatafatlı bir kitap yazmıştır” diye sormuştu). Benim gibi okurlar için, bu tür acımasız dürüstlükler eleştirel bilgiye sahici bir katkıdır. Scott’ın Hall’a doğrudan seslenmesi ise böyle bir eleştirel angajmanı imkânsız kılar. Hall’un sınıf siyasetine dair yazılarının içeriğini ele almak yerine, Scott bu yazıların sadece “üslûbu”na odaklanır. Post-eleştiriye ve yaşamı boyunca eylemci olmuş, İngilizce konuşan Sol’un en büyük şahsiyetlerinden biri olan Hall’u siyasetten arındırma projesine de böylesi yakışır.

Deborah Nelson'ın Tough Enough’ı da eleştiriye alternatif olarak kişisel dostluk modelini ortaya koyması bakımından benzer bir hamlede bulunuyor. Arendt, McCarthy ve Sontag’ı tartışırken, Nelson onların hislilikten hazzetmediğini vurgular. Fakat hemen ardından Nelson bu sevmezliği “dayanışma”dan hazzetmemeye çevirir. Bu kahramanlar siyasî görünebilirler, ama aslındaki istedikleri şey, der Nelson, yalnız olmaktır.

Nelson’ın bakışında anti-Siyonizm Arendt’in Adolf Eichmann Kudüs’te’den çıkarılır, McCarthy’nin anti-Komünist Sol’a olan bağlılığı “tarafsızlığa” çevrilir (Nelson’a göre bu, eşit derecede “herkesi kazanmaya çalışmak” demektir) ve Sontag’ın Vietnam, Bosna ve 11 Eylül’de tutkulu bir öfkeyle aldığı konumlar estetiğe indirgenir (salt “duygusal tepkinin bastırılması ya da olumsuzlanması” diye tarif edilir). Nelson’ın burada estetiği canlandırışı, yeni bir his terbiyesi değildir; bilakis, siyasetten ve her türlü aidiyetten uzak durmanın müdafaasıdır. Nelson’ın uzun lafının kısası şudur: Bizler kimseyle bir şeyler paylaşmayan, yalıtılmış girişimci bireyleriz. Bu bana neoliberalizm gibi geliyor.

Neoliberalizm… Muğlak ve fazla kullanılan bir terim olabilir, ama “yeni tevazu”yla ilgili tartışmalarda bu terimi dışarıda tutmak mümkün değil. Neredeyse tüm yorumcular mutabıktır ki neoliberalizm siyasetsizleştirir: Neoliberalizm, vaktiyle kolektif karar alma süreçleri gerektiren meseleler, yani siyasî meseleler addedilen piyasanın sessiz otoritesine bırakır. Neoliberalizm yüksek eğitime ayrılan kamusal fonları baltalayıp emek piyasasını harap etmese ve bu piyasanın en genç kurbanlarının –ki bunların pek çoğu bugün kendi hâllerine ve bu hâlin ister istemez beraberinde getirdiği daha mütevazı beklentilere neşeli ve keskin bir kadercilikle yaklaşıyorlar– moralini yerle yeksan ederek onun temeline giden yolun taşlarını döşemiş olmasa, “yeni tevazu” bugünlerde gördüğü ilgiyi asla toplayamazdı.

Post-eleştirinin en agresif manifestosu olan Eleştirinin Sınırları’nda (Chicago Üniversitesi Yayınları, 2015; Dergâh 2018), Rita Felski kendisinin “neoliberal çıkarların piyonu!” olduğu suçlamasını eğlenceli bir şekilde ezip geçer. Ne var ki, kitabın dizininde neoliberalizm için hiçbir girdi yoktur (Bruno Latour için 17 tane vardır) ve Felski içinden konuştuğu siyasî bağlamı hiçbir noktada ele almaz. Ona kalırsa, “sanatlara ve insan bilimlerine neden ihtiyaç duyulduğuna dair daha ikna edici bir iddia” ortaya koymak gerekecekse, eleştirinin uzun zamandır fazla olumsuz olduğu, siyaseten hararetle laf sokuştururken sıra hürmet gösterip takdir etmeye geldi mi yetersiz kaldığı söylenmelidir.

Daha fazla olumluluk yönünde katıksızca olumsuz bir sav ortaya atan Eleştirinin Sınırları şimdilerde hürmet ve takdirin, her zaman olmuş olduğu gibi, İngilizce profesörlerinin müfredatının büyük bir parçası, hatta belki de en büyük parçası olduğunu görmeyi istemez. Örneğin, bu eleştirmenler Jamaica Kincaid, Toni Morrison, Chimamanda Ngozi Adichie, ya da Ralph Ellison ve James Baldwin okuturken, Feleski onların ne yaptığını düşünmektedir ki?

Yeni mütevazıların, mütevazı olmadığı konusunda mutabık olabilecekleri tek bir şahsiyet varsa, o da Marksist eleştirmen Fredric Jameson’dır. (Jameson’ın tenkit edilmek için seçilmesi ile Marksizmi arasında bir alaka olsa gerek.) Fakat Jameson’ın edebiyatı layıkıyla takdir edip ona hürmet göstermeyen biri olarak görülmesi kafa karıştırıcıdır.

Jameson nevi şahsına münhasır hamlesi Siyasal Bilinçdışı’nda (Cornell Üniversitesi Yayınları, 1981; Ayrıntı 2001), Balzac gibi kendini kralcı diye tanımlayan birinin siyaseten nasıl kurtarılabileceğini göstermesindedir. İlk bakışta, Balzac’ın siyasetinin miadı çoktan dolmuştur. Hâlbuki Balzac’ın kurgusunun hiç umulmadık derinliklerini açığa çıkaran Jameson monarşi nostaljisinden çok daha hayranlık verici ve inadına ilginç olan bir şey sunar. Bunun bir örneği, “Ütopik bir arzu gerçekleşmesinin somut bir figürü olarak” evdir. “Paris’in ve büyükşehrin ticarî mücadelelerinin rekabetçi dinamizminden uzaklaşılarak ulaşılan huzur”dur. Bunu kim düpedüz olumsuz eleştiri olarak düşünebilir ki?

Yahut, Tolstoy’da sıradan ahlaka başvurulamayacağını açıklamak için, Jameson’ın Gerçekçiliğin Çelişkileri’nde (Verso, 2013; Metis, 2018) ileri sürdüğü “ötekinin narsisizmi”ni düşünelim. Jameson, kendimiz hakkında düşünürken bir derece saf öz-çıkarın hoşgörüldüğünü ve hoşgörülmesi gerektiğini belirtir. Ne de olsa, hayatta kalmamızın sorumluluğunu başka kimse almayacaktır ve hangi buyruk hayatta kalma buyruğuna baskın çıkabilir? Varlığımızı devam ettirmek için ne yapmamız gerekiyorsa onu yapmalıyızdır, her ne kadar bu davranış ideal olmayan davranışları beraberinde getirse de.

Jameson’a göre Tolstoy, ahlak dışının kabul edildiği bu işaretlenmemiş sahayı başka insanları da kapsayacak şekilde genişletmekte; belirli bir alanda insanların artık her ne arzu ediyorlarsa onları tatmin edebilmelerini doğal ve normal görmektedir. Ortaya koyduğu bu harika bakış açısıyla Jameson, Tolstoy’un bizi daha yüksek bir etik standarda ulaşmaya zorladığını, takdir etmeyi bilen bir gözle öne sürer. Ve tabii böylelikle, Tolstoy’un etik cömertliğinin gizli bir yanını gün ışığına çıkartırken, Jameson kendisininkini de gözler önüne sermektedir.

Post-eleştirinin talepleri, buyrukları ve iddiaları, en dolaysız şekilde neoliberal değildir. Fakat bunların hepsi, bir bütün olarak, kamusal hizmetler için kamu fonu mücadelesinden vazgeçiyor; yani, tıpkı ırk, toplumsal cinsiyet, cinsellik ve sınıf meselelerinde eğitim gibi, işleyen bir demokrasinin kolektif çıkarına olan hizmetler için verilen mücadeleden. Dolayısıyla post-eleştiri, asgari anlamda, yani hiç de kolay olmayan bu siyasî mücadeleden caymaya karar vermesi ve bunun yerine, üniversitede istihdam edilenlerin arz ve talebin dayatmalarıyla uyumlu olarak beklentilerini düşürmesi gerektiğini sessiz sedasız kabul etmesi anlamında neoliberaldir. Piyasa kamçıyı şaklatır ve yeni tevazu bize felekten bir gün çalmak yerine, itaat etmemizi nasihat eder.

Gelgelelim, post-eleştirinin neoliberal işleyişinin daha belirgin bir yanı da vardır. Doğruya doğru, akademideki edebiyat çalışmaları edebiyat hakkındaki akademik olmayan pek çok yazıdan genellikle daha şüpheci olması bakımından farklılaşır. İster ırk, toplumsal cinsiyet, cinsellik gibi alanlardaki edebiyat eserlerinin performansını inceledikleri için olsun, isterse de Jameson gibi, özgürlük ve zorunluluk, özgürleşme ve aydınlanmanın daha kapsamlı anlatılarına yerleştirildiğinde metnin büründüğü anlama –her iki durumda da pekâlâ olumlu olabilen anlama– dair sorular sordukları için olsun, bu fark değişmez. Bunların her birine ya da hepsine, isterseniz, “eleştiri” diyebilirsiniz. Akademik yazıların bu eleştirel boyutu (jargona boğulmuş yazılardan bahsetmiyorum sadece) akademik yazıyı hayranlar, gazete kökenli değerlendirme yazarları, güzel yazı erbabı ve yayıncılık endüstrisinden başka kişilerce üretilmiş kanaatlerden ayırır.

Öyle görünüyor ki, pek çok cenahtan kabul görse, post-eleştiri hayranlığa daha yakın bir eleştiri üretirdi muhtemelen. Parçası olduğu edebiyatı ya da kültürü eleştirel gözle incelemek yerine, post-eleştiri müstakbel tüketiciye yardımcı ve büyük ölçüde olumlu tavsiyelerden oluşan bir retoriği teşvik eder.

Akademik standartlar açısından bakıldığında, New York Times Book Review’daki “eleştiri” genelde “olumlu” görünür. Ama daima kitabın iyi olduğunu söylediği için değil; piyasanın kendisine ya da şayet kitabı beğenirseniz, bunun kendiniz ya da dünya açısından nasıl bir anlama geleceğine dair soru sordurmadan, kitabı satın alıp almamanız gerektiği, onu beğenip beğenmeyeceğiniz hususunda piyasa tavsiyelerinde bulunduğu için.

Siyaseti eleştiride devreye sokmanın iyi ya da kötü yolları ya da eleştiriye siyaseti katıp katmamak gerektiği konusunda çeşit çeşit görüş vardır. Belki de “siyaset” teriminin yerine “varoluşsal bağlılıklar”ı koymak gerekir. Ama bu konuda da görüşler farklılaşacaktır. Umulur ki, yapmamız gerektiği konusunda üzerinde anlaşabileceğimiz iki şey var: Birincisi, mesleğe sahip çıkmak, bağımsızlığı vurgulayan mütevazı geleneğini diri tutmak. İkincisiyse, yaptığımız şeyleri elimizden geldiğince önemli kılmak.

 

 

 

Çeviren: Erkal Ünal

"Edebiyat çalışmalarının neoliberal iğdişi", yazarın 2019 Modern Dil Derneği Konferansı’nda sunduğu tebliğden uyarlanmıştır. İlkin 12 Mart 2019’da The Chronicle of Higher Education’da yayınlanan bu yazı, yazarın özel izniyle Türkçeye çevrilmiştir. Kopyalanamaz, kullanılamaz.