Blucin Devrinin Çocukları

“Turaşvili’nin Sovyetler’den zerre hazzetmediği aşikâr; romanında da bu tavrını saklamak gereği görmemiş hiç. Blucin aslında bir simge. Baskıyı yıkabilmenin simgesi gençler arasında. Varolabilmenin, ifade özgürlüğünün dışavurumu.”

29 Aralık 2022 16:21

Gürcü edebiyatını Sovyet –veya Rus– edebiyatının bir alt kolu olarak mı görmek lazım, yoksa başlı başına bir edebiyat olarak mı? Bu soruya evet ya da hayır demenin bizi doğru cevaba ulaştıracağını düşünmüyorum. Gürcü kimliğiyle Gürcüce yazan yazarların bir bölümünün verimleri Sovyet –veya Rus– edebiyatına girerken, diğerlerininki ayrı bir Gürcü edebiyatı içinde değerlendirilebilir.

Dato Turaşvili’nin Blucin Devrinin Çocukları adlı romanını ben ikinci kategoriye sokuyorum. Turaşvili’nin Sovyetler’den zerre hazzetmediği aşikâr; romanında da bu tavrını saklamak gereği görmemiş hiç.

Turaşvili’nin romanı gerçek bir olayı aktarıyor. 1983’te, yirmilerinin başındaki gençler Tiflis’ten Leningrad’a giden bir uçağı kaçırmaya çalışırlar. Gençlerin lideri Gega Kobakhadze adlı bir aktördür. Uçağı kaçırma girişimi pek tabii ki fiyaskoyla sonuçlanır. Sonrasındaysa Sovyetler’in merhametsizliğini ve Sovyet hukuk sistemi denen şeyin ne denli yozlaşmış olduğunu görürüz.

Romandan önce yazarın önsözü var. Turaşvili, burada “SSCB’nin dağılmasından sonra Gürcistan’ın Sovyet geçmişinin acı bir hatıra olacağına safça inanarak” romanını yayımlamaktan vazgeçtiğini ama yanıldığını söylüyor. “Meğer geçmiş intikam hırsıyla geri dönebiliyormuş, hele ki geride bırakılmadığında.” Sovyet deneyimini “iyiliğin kıt olduğu Kötülük İmparatorluğu” diye niteliyor.

“Uzay öncüsü süper güç, kot pantolon gibi basit bir giysi üretmeyi başaramadı.”

Romanın ve tabii gerçekte yaşanan olayın temel sebebi aslında bu cümlede gizli. Gençler blucin giymek istiyorlar. “Yasaklı kot pantolon yasak meyveden daha tatlı oldu. Sovyet gençliği ne pahasına olursa olsun kotları almaya kararlıydı.” Blucin aslında bir simge. Baskıyı yıkabilmenin simgesi gençler arasında. Varolabilmenin, ifade özgürlüğünün dışavurumu. İfade özgürlüğü dedim ama belki önce “düşünce özgürlüğü” demem lazım, çünkü böylesine totaliter toplumlarda ne yazık ki insanın zihninde biçimlenen düşünce bile özgür olamıyor. Yeterli kaynağa sahip olmamak, aksi fikirleri duyamamak, hep kapalı bir toplum içinde yaşamak özgür düşüncenin üretilmesinin önündeki en büyük engel. Buradaki gençlerse en azından tabuları yıkabilme cesaretini göze almışlar.

Tiflis’ten kalkan uçağın rotası aslında Batum ve onlar uçağı sınırdan geçirerek Türkiye’ye indirmeyi hedefliyorlar. Böylece kendilerini Amerika’nın himayesine bırakacaklar. Amerika onların gözünde özgür dünyanın savunucusu. Kimin ne istiyorsa giydiği, nasıl yaşamak istiyorsa yaşadığı, hukukun egemen olduğu bir nevi cennet. Kendi yaşadıkları distopyadan bakınca bir ölçüde haklı olabileceklerini söylemek bile mümkün. Şöyle yazıyor Turaşvili: “… birçok kişi mutluluğun kot pantolonun bol olduğu yerde olduğunu düşünüyordu.”


Dato Turaşvili

Turaşvili 1966 doğumlu. Stalin devrinde yaşasaydı ya bu romanı yazmayı düşünemezdi ya da Soljenitsin’e benzer bir ömür geçirirdi. Turaşvili’nin Sovyet nefretini Önsöz’den okumaya devam edelim:

“Kişi ancak mezarında gerçekten özgür olabilirdi ya da bir şekilde yerin altına gömüldüğünüzde yetkililer özgürlüğünüz ve haklarınız için endişelenmeyi bırakırdı. (…) Başka sebepler de olabilirdi, ama gerçek şu ki, insanların sahip olduğu tek mülk bir mezardı.”

Turaşvili bu noktada hayranlık uyandıran bir tespitte bulunuyor.

“Böylesine bir siyasi tutum, Gürcülerin zevklerinin daha da kötüye gitmesinin başlangıcı olmuştur. Yüzyıllar boyunca geleneksel Gürcü mezarlıkları basit ve mütevazıyken, Sovyet dönemindeki mezarlar aşırı derecede dekore edilmişti; mermer masalar ve banklar, heykeller, bisikletler ve hatta arabalarla süsleniyordu. Sovyet Gürcüleri tek bir şeye güveniyordu: Mezar onlara aitti, bu yüzden özen gösteriyor ve gayretle koruyorlardı. İnsanlar, gayrimenkulleri olsaydı onlara davranacakları gibi mezarlar inşa edip süsledi.”

Yalnız bunun da bir önkoşulu olduğunu hatırlatıyor Turaşvili:

“Kişinin eceliyle ölmesi gerekiyordu. Bir suçtan idam edilirse, ölen hükümlü pek tabii gömülür, ancak düzgün bir mezarı olmazdı.”


15 Ekim 1970’te Pranas ve Algirdas Brazinskas, Batum’dan kaçırdıkları uçağı Trabzon Havaalanı’na indirmişlerdi.

Gega Kobakhadze ve arkadaşlarının önünde uçak kaçırarak Sovyetler’den kaçılabileceğinin bir örneği vardı. Daha 1970’te, Litvanyalı baba-oğul Pranas ve Algirdas Brazinskas, Batum’dan Sukhumi’ye giden bir uçağı kaçırıp Türkiye’ye indirmeyi başarmışlardı. Mürettebatı yaralama pahasına da olsa uçağı kaçırıp Türkiye’den sığınma talebinde bulunan Brazinskasların hikâyesi romanda değinildiği kadar tozpembe geçmemiş. Baba, uçak Trabzon’a iner inmez tutuklanmış ve dört sene hapiste kalmış. Ardından oğluyla beraber Amerika’ya göçmüşler. Ama Sovyetler’in laneti mi yoksa başka bir şey mi bilinmez, oğlu 77 yaşındaki babasını öldürüp hayatının geri kalanını hapiste geçirmiş.

Bu “firar amacı” romanın ana eksenini oluşturuyor. Özgürlüklerin tamamen yok sayıldığı Sovyetler’den özgür dünyaya adım atabilmek. Bunun için Karadeniz’i yüzmek, gemi ya da uçak kaçırmak gibi planlar hayli makul görülmeye başlanmış.

“Asıl mesele buydu işte, Sovyet hükümetiyle birlikte çoğu Sovyet bilimadamı da itaat ede ede koca bir Sovyet yalanı yaratmıştı” diye yazıyor Turaşvili. Sovyet bilimcilerinin misal “birkaç bin yıl önce Babil’de neler olduğunu çok iyi bilmesine rağmen, o sırada Sovyetler Birliği’nde olanlardan tam olarak haberdar” olmadığını vurguluyor.


19 Kasım 1983’te Tiflis Havaalanında yakalanan uçak korsanları…

Romandaki en yüce karakter olan rahibin de üstünde biraz durmamız lazım. Gençlerin sık sık manastırına gidip ziyaret ettiği rahip, onlara sürekli doğru yolu gösterir. Uçak kaçırma fikrine karşı çıkar, çünkü diğer masum insanların başına bir şey gelebilir, ayrıca şiddetin her türlüsüne karşıdır. İnancına sıkı sıkı bağlı olan rahip, uçağı kaçırmamaları için Gega ve arkadaşlarını pek çok sefer uyarmış olsa da, Sovyet hukuk sistemi tarafından çete lideri olarak tutuklanır ve idama mahkûm edilir. Rahibin idam edilmesinin temel sebebi propaganda ihtiyacıdır. Sovyet yetkililer rahip aracılığıyla gençlere ve ailelerine dinin ne kadar yozlaşmış bir kurum olduğunu gösterecektir. Rahipler kendilerini dine adamış insanlar değil, teröre destek veren hainlerdir.

Rahipse bütün başına gelenleri büyük bir tevekkülle kabullenir. Adeta ölümün “vuslat” olduğunu söyleyen Mevlana gibi hiçbir korku ya da endişe hissetmez. Ama bu dünyada ama öteki dünyada, kendi yolunun onu feraha çıkaracağından emindir.

Gega ve arkadaşlarının fiilen kaçmaya çalıştığı Sovyetler’e o neredeyse hiç hapsolmamıştır. İnançsızlığın resmî inanç yerine geçtiği günlerde, manastırında yaşayan bir rahip için Sovyetler ne kadar gerçektir? O da payına düşeni alır, idam edilir ama bu en gaddar yönteme bile maruz kalırken rahip kazandığını bilir, zira onu öldürerek vuslata daha erken kavuşmasına aracılık etmekten başka bir şey yapmamış olurlar.

Dato Turaşvili’nin Blucin Devrinin Çocukları romanının üslubu üstüne de birkaç söz söylemek istiyorum. Romanın aşağı yukarı yarısına kadar bir roman okuduğunuzu hissediyorsunuz ama sonraki bölümde neredeyse bir belgesel başlıyor! Anlatıcı, özellikle mahkemenin yapılışına ve Sovyetler’in merhametsizliğine çok öfkeli şekilde, hikâyeyi bize hiçbir söz sanatına başvurmadan aktarıyor bizlere. Bunun bilinçli bir tercih olduğu şüphesiz ama ben okuduğum metinlerde romancının dahlini görmeyi seviyorum. Turaşvili, olayın çarpıcılığıyla bizi baş başa bırakmak istemiş, yaşananları yeterince sürükleyici bulmuş. Anlatılanın ne olduğundan çok, nasıl anlatıldığı benim ilgimi çektiği için, bu romandaki bazı tespitlerini çok beğendiğim Dato Turaşvili keşke o üslubu muhafaza etseydi diye geçirdim içimden.

•