“Bizim olmayan o çocuk…”

Türkçeye ilk kez çevrilen Ray Loriga, Teslimiyet ile 2017’de en önemli İspanyolca edebiyat ödüllerinden biri olan Alfaguara Ödülü’ne layık görülmüş, jüri Loriga’nın “ahlakçılığa kapılmaksızın, beklenmedik mizahî fırça darbeleri ve mütevazı bir iç ses vasıtasıyla sürgün, kayıp, babalık üzerine ışıltılı bir hikâye anlattığını” belirtmişti. Modern toplumun şeffaflık, düzen ve mutluluk arayışına bir saldırı niteliğindeki bu distopyadan kısa bir parçayı tadımlık olarak sunuyoruz…

20 Ağustos 2020 15:32

Çocuğu ilk gören karımdı; tepeden yürüyerek geldiğini ve kanlar içinde olmasına rağmen hiç sızlanmadan bahçeye girdiğini gördü. Onu eve alıp yaralarına pansuman yaptı, üzerine oğlanların küçükken giydiği ve titizlikle sakladığı giysileri giydirdi, banyo yaptırdı, yemeğini yedirdi ve bodrumdaki küçük oyun odasında bir yatak ayarladı. Ben polisi aramayı önerdim, ama karım karşı çıktı. Bir çocuğu soruşturmaya tercih ediyordu, o neyi istemediğini çok iyi bilir.

Tüm bunların üzerinden altı ayı aşkın bir süre geçti, ama çocuk hâlâ suskun, hiçbir sıkıntısının olmadığını düşünmek hoşuma gidiyor. Gayet uslu bir çocuk, bazen oyun oynarken bir şeyi alıp fırlattığı oluyor ama şu ana dek kırdığı değerli bir nesne olmadı. Çocuklarımıza hiç benzemiyor; esmer ve sıska, oysa bizimkiler küçükken olduğu gibi şimdi de –en azından ölümleri teyit edilene kadar– sarışın ve yapılılar. Tuhaf ama onun varlığı bize giderek daha alışıldık geliyor. Bizimle televizyon seyrediyor, hüzünlü filmlerden, hüzünlü şarkılardan, doğrusu hüzünlü olan her şeyden kaçınıyoruz, komedileri seviyor, seyrederken gülüyor. Neşesi yerinde ve iştahı iyi, açıkçası şikâyet edeceğimiz bir durum yok. Kanepenin üzerinde uyuklarken karım saçlarını okşuyor, o da kafasını kaçırmıyor, sonra ben onu kucağımda yatağına taşıyorum ve üstünü örtüyorum. Ona kendi çocuklarımıza yaptığım gibi bir iyi geceler öpücüğü vermeye cüret edemiyorum, neticede, ne kadar sevimli olursa olsun o bizim çocuğumuz değil.

Bu sabah bölge sorumlusu gelip ne durumda olduğumuzu sordu. Savaş daha da uzayacak, bombalar giderek daha yakınlara düşecek gibi, dayanamayacağız diye endişeleniyor; ona elbette ki yalan söyledik. Belki de yalan söylemedik, belki de bu çocuk sayesinde o eski dayanma gücümüz yeniden canlanmaya başladı. Kiler neredeyse bomboş. Çok az çayımız, ondan da az kahvemiz var, şarabı giderek küçülen kadehlerden içiyoruz, sebzemiz hiç yok, fasulyemiz var, sucuk, sosis ve patatesimiz iki hafta yeter, kızarmış domates konservelerimiz ise bir ay, süt sorunumuz yok, bölgenin sağ kalan iki ineği, kurumuş çayırlar düşünüldüğünde, savaşa rağmen mucizevi bir şekilde hâlâ hayattalar; fırıncıyı tutukladıklarından beri ekmek gelmiyor, dediklerine göre gizli gizli raporlar hazırlayıp düşmana hepimiz hakkında ayrıntılı bilgiler veriyormuş, hatta kaçak bir nabız ünitesi bulundurduğundan bile bahsediliyor. Bu söylentilerin doğru olup olmadığını bilmek imkânsız, her halükârda çok yazık çünkü iyi de bir fırıncıydı. Savaş başladığından beri şüpheler mermilerden daha çok zarar verdi.

Bölge sorumlusu gelecek hafta bir tahliye tatbikatı olacağını söyledi, ne tatbikat süresince ne de bölgenin tahliyesi eninde sonunda gerçekleşirse çocuğu ne yapacağımızı bilmiyoruz. Savaştan önce bu evi bırakıp gitmek aklımızın ucundan bile geçmemişti, lafını hiç etmemiş olsak da, sanırım karım da ben de burada öleceğimizi düşünüyorduk. Şimdi her şey çok farklı. Başka planlar yapmak gerekecek.

En eğlencelisi ise çocuğu banyodan sonra kovalamak; o havluya sarılı halde koşarken, ahşap zeminde kayınca bile yılmayıp devam ederken, biz de peşinden pijamasıyla, karımda altı, bendeyse üstü, kahkahalarla koşturuyoruz. Mutluluğu unutalı uzun zaman olmuştu. Sanırım beni deli gibi koşarken görmek karımın nasıl hoşuna gidiyorsa, ben de onu yeniden neşeli görmekten hoşlanıyorum. Çocuk sonunda pijamalarını giyince televizyonu açıyor ve yün battaniyeyi çıkarıyoruz; kömürümüz bitti ve şömineye rağmen ev soğuk oluyor. Üçümüz birbirimize sokulup komedi filmi seyrediyoruz, komedileri hepimiz seviyoruz. Gülerken çocuğa çoraplarını giydiriyoruz. Televizyonda artık sadece komediler ya da dramlar var, bir de hüzünlü şarkılar ya da askerî marşlar; haberler ve diğer bütün programlar nabız ağının durdurulmasıyla, WRIST’in bütün iletişimi tamamen kesmesiyle birlikte son buldular. Eskiden insanlar bileklerinin arkasına baktıkları anda, eğer isterlerse, dünyada olan biten her şeyi öğrenebiliyorlardı ve en önemlisi de, gerçek zamanlı olarak sevdiklerini görüp seslerini duyabiliyor, hatta kalplerinin atışının mırıltısını izleyebiliyorlardı, ama bileklerimizin derisini kaplayan mavi ışık uzun zamandır sönük. Artık televizyon komedilerine gülmekten başka bir çaremiz yok, aynı şeyleri milyonuncu kez seyrediyor olsak da. Hiç yoktan iyidir. En azından ufaklık eğleniyor.

Çocuk nihayet uyuduktan sonra, karım ve ben eskiden olduğu gibi sarmaş dolaş yatağa devriliyoruz. Yaptığımız neden kötü olsun, çocuk tek başına geldi, kimse onu getirmedi ve onun kimseye ait olmadığını düşünmek istiyoruz.

Beri taraftan, karım ve ben birbirimizden çok farklıyız. O bir hanımefendi, bense onun kocası olmadan önce çalışanıydım. Onun yaşadığı hayat benimkiyle bir değil. Şimdi aynı çatı altında, farklı geçmişlerimizi koruyarak yaşıyoruz.

O bir hanımefendi ve her zaman öyleydi, bense bir beyefendi olmadan önce bir hizmetkârdım, herkes bunu biliyor, gizlemenin bir anlamı yok.

Yevmiyeci olarak doğdum ama kâhyalığa kadar yükseldim ve sonra da o beni, tabiatıma rağmen, beyefendi, baba ve koca olarak eğitti. Her şeyi yaptığı gibi bunu da yavaş yavaş, tatlılıkla ve kararlılıkla yaptı.

 

Bölge sorumlusu bizden kuşkulanmıyor, iki oğlumuz da savaşta, bize saygıda kusur etmiyor ama omuzlarındaki sorumluluk muazzam, yetkisi de çok az olunca normalin üzerinde soru soruyor. Karım ona nasıl cevap vereceğini biliyor. Sanki sözlerinin ardında hiçbir şey yokmuş gibi “hayır” diyor, ilk cevabıyla ikinci bir soruyu engelliyor, bu konuda çok becerikli. Bölge sorumlusunun ziyareti sırasında çocuk ya uyuyordu ya da uyuyormuş gibi yapıyordu, karım ona tembihledi ve çocuk hiç sesini çıkarmadı. Çocuk her şeyin farkında, geldiği yer neresi ise oraya dönmek için can attığı söylenemez. Evimizde bulduğu azıcık sıcaklık ve azıcık yemek ona yetiyor; bu, ne yalan söyleyeyim, bizi rahatlatıyor. Öz çocukların her zaman daha fazlasını isterler. Ya da bana öyle geliyordu, onlar annelerinden o kadar farksızlardı ki benim için, gururla sorumluluk birbirine karışır ve yaptığım her şey gözüme az görünürdü. Oğullarımız Augusto ve Pablo’nun arasında iki yaş bile yok, birlikte büyüdüler, askere birlikte yazıldılar ve savaşa birlikte gittiler. Savaşa gitmemiş biri için çocuklarının asker olması tuhaf bir duygu. Onların beni değil, benim onları silahlarla korumam gerektiğini düşünüyorum. Kendimi lüzumsuz hissediyorum. Tutsak çocuk (ki aslında değil) bunu ve geri kalan hemen hemen her şeyi unutmama yardımcı oluyor; gülümsediğinde oğlanları büyüttüğüm dönemi hatırlıyorum. Bazen, geceleri, eski Remington av tüfeğimi alıyor ve evde devriye geziyorum, bunun gülünç olduğunu biliyorum ama beni rahatlatıyor. Belki yeni çocuğa avlanmayı öğretirim. Ormanda hâlâ en azından birkaç tilki var, onları göremiyorum ama orada olduklarını biliyorum çünkü çitlerin tahtasında diş izleri buldum.

Tahliye tatbikatı için bize çok kesin talimatlar verdiler. Yanımızda ne götüreceğimizi, hangi sıraya gireceğimizi, üzerimizde taşımamız gereken kimlik belgelerini bildirdiler. Çocuk bizi endişelendiriyor, onu nasıl saklayacağımızı, hangi belgelerle tanıtacağımızı bilmiyoruz. Dün bu konuyu aramızda tartıştık. Eğer tahliye, sözümona düşman kapıya dayanmışken olursa, karım çok fazla ince eleyip sık dokumaya zaman olmayacağına ve kimsenin fazla soru sormayacağına inanıyor, ama ben bundan emin değilim, yöre insanını ve bazılarının bize karşı kıskançlığını biliyorum ve bize zarar verme fırsatının ellerine geçmesini istemiyorum. Öte yandan, çocuğu hiçbir koşul altında burada tek başına düşmanın merhametine, ya da daha kötüsü, eğer düşman gelmekte gecikirse, açlığa mahkûm bırakamayacağımız konusunda hemfikiriz.

 

Tahliye tatbikatı askıya alındı, anlaşılan artık buna zaman kalmadı. Bu sabah bize kesin tahliyeyi bildirdiler çünkü savaşı kaybediyoruz ve kendi iyiliğimiz için, bize dedikleri aynen bu, evlerimizi terk etmemiz gerekiyor. Bizi böyle daha iyi koruyacaklarmış.

Tamamen bizim iyiliğimiz içinmiş.

(…)

Bizim olmayan o çocuğu nasıl gizleyeceğimizi bilmiyoruz, onun evimizdeki varlığını doğrulayan ve inandırıcı bir gerekçe bulmaya çalışıyoruz. Bombaların gürültüsü kesildikten sonra şüphelerin fısıltısı artıyor. Her gün köyden birini yakalıyorlar. Asla bir açıklama yapmıyorlar, suçlular ne halt ettiklerini çok iyi biliyorlar, biz masumlarınsa korkacak bir şeyimiz yok. Saydam şehre sadece her türlü şüpheden uzak olanlar gidecek. Birtakım muhbirleri ihbar eden birtakım muhbirler var. Dün posta şefini götürdüler, mektupları açıp okuduktan sonra yeniden kapatıp teslim ettiği söyleniyor. Düşmanın asla uyumadığı, her yerde bulunabileceği ve herhangi biri olabileceği söyleniyor. İki oğlumuz savaşta diye şimdilik rahatız, oğullarımızın cesareti sayesinde güvendeyiz ve komşularımızın saygısına mazhar oluyoruz. Biz asker ailesiyiz ve bu yüzden insanlar sadakatimizden şüphe duymuyor; kimse kendi çocuklarına ihanet etmez. Esas dert çocuk ve bunun farkındayız. Nereden geldiğini bilmediğimiz bir çocuğu saklıyoruz, bu da bizi suçlu durumuna düşürebilir. Çocukla ilgili bir şey yapmak lâzım. Bir yandan valizleri hazırlarken bir yandan da planlar yapıyoruz. Geceleri sanki biri bizi gözetliyormuş gibi ışığı söndürüp alçak sesle konuşuyoruz. Sanırım ikimiz de korkuyoruz.

Karım onu yeğenimiz gibi tanıtma konusunda benimle hemfikir, bu akla en çok yatan seçenek gibi. Bu savaşta bir sürü insan öldü ve ölen yakınlarımızın çocuklarının bakımını üstlenmemizde hiçbir tuhaflık yok. Benim kardeşim yok ama karımın başkentte yaşayan iki kardeşi var, askerlik yapacak yaşta değiller ama pekâlâ bombardımana kurban gitmiş olabilirler. Üzerine bir bomba düşmesi için belli bir yaşta olman gerekmez, özel bir koşulu yoktur, herkesin başına gelebilir. Karım uzun zamandan beri kardeşlerinden haber almadı, belki de öldüler. Telefonlar bir yılı aşkın bir süredir çalışmıyor, mektuplar geç geliyor (ve göründüğü kadarıyla okunmuş olarak), velhâsıl her şey mümkün. Çocuğa bir isim arıyoruz ve doğal olarak onu söyleyince cevap vermesini, en azından başını çevirmesini umuyoruz. İnsan eğer bir ismi duyunca dönüp bakıyorsa o isim onundur.

İsim konusunda aramızda anlaşamıyoruz ama ikimiz de o ismi ne kadar çabuk öğrenirse o kadar iyi olacağını, zavallıcığın ona alışması gerektiğini biliyoruz. Ben isminin Julio olmasını istiyorum, onun tercihi olan Edmundo benim kulağıma uzun, karmaşık ve sahte bir isim gibi geliyor. Eğer yeterince ısrar edersem isminin Julio olacağına inanıyorum. Asıl çocuklarımızın isimlerini o seçti, bu yüzden bu yabancının ismini benim seçmem bence adil.

Yola çıkacağımız hafta geldi çattı; gidiş fikrine alışabilmek için gece eve dışarıdan, ölü bahçeden baktık. Gitmemiz gerektiğini söylediklerinden beri bir iki kez seviştik, saydam şehirde böyle sevişilebilecek mi, bilmiyoruz.

Saydamlığın mahremiyeti olumsuz etkilediği herkesin malûmu.

Bu sabah bir söylenti duyduk, bölge sorumlusu da öğleden sonra bunu teyit etti; şehre giderken yanımızda çok az şey götürebilecekmişiz. Ne bir mobilya, çünkü onları götürecek kamyon yok, ne de kitap, çünkü orada zaten varmış. Fotoğraflar ise sadece ikiyle sınırlı, her çift her birinin ailesinin ve varsa çocuklarının resmini yanına alabilecek, ancak çocuk başına bir fotoğrafı geçmemek kaydıyla. Saydam şehirde neredeyse her şeyin sil baştan başlaması gerekiyor. Herhangi bir temizlik malzemesi de götürülmeyecek çünkü temizlik işi geçici hükümetin sorumluluğundaymış, hükümetin işini zorlaştırmamak için kirleten bir şey de gitmeyecek, spor yapmaya yarayan herhangi bir şey, top, raket veya bir satranç takımı götürülebilir, her ne kadar bu kimilerine şaka gibi gelse de satranç da bir spor, hiçbir silah götürülmeyecek, güya şehir bizi koruyacakmış, kayak malzemesi de olmazmış çünkü orada kar yağmıyormuş. Kişi başına bir mayo alabiliyoruz çünkü yüzme havuzu varmış, numaralı gözlük ve lens de götürebiliyoruz, ama ilaç götürmek yasak, çünkü ilaçlar oraya vardıktan sonra geçeceğimiz genel bir sağlık kontrolüne göre bize verilecekmiş. Bölge sorumlusu, başka her yerde olduğu gibi orada da mutlu ve de en önemlisi koruma altında olacağımızı söylüyor. Karım bundan kuşkulu, korkarım ben de, fakat ne yapabiliriz ki, geçici de olsa, hükümete güvenmek zorundayız. Alternatifi ölüm ya da anarşi. Doğrusu ne ben ne de karım böyle bir şey olsun isteriz. Böylesine güvenli bir macera beni neredeyse heyecanlandırıyor. Hazırlıklarımızı yaparken çocuğu iki isimle, Julio ve Edmundo diye çağırıyoruz, ne birini ne de diğerini duyunca dönüp bakıyor, çocuğun kendi ismi olsa gerek, ama hiçbir şey söylemediği için bilmemeye devam ediyoruz...

Karım Edmundo diye bağırıyor, ben Julio diye, ama velet hiç istifini bozmuyor, karım sonunda bıktı ve pes etti. Bundan böyle adı Julio olacak.

 (s. 15-29)