Bir hayat nasıl yaşanmaz

Başlığını yadırgamakla beraber kitabı hocanın kendi deneyimlerine dairdir diye hevesle okumaya başladım. Doğrusu, herkes kendi alanı, kendi deneyimi ile ilgili tecrübelere öncelik verir, o bakımdan daha ziyade akademisyen ve münhasıran tarihçi olanlara veya bu işlerin meraklılarına yönelik üslubu pek yadırgamadım. Ama ilerledikçe…

27 Ocak 2020 17:46

Bu başlığı attım ama yok, ben ‘bir ömür nasıl yaşanır’a karşı, “öyle  yaşanmaz, böyle yaşanır” demiyorum; bu işin bir formülü yok, 12-25 yaş şunun sınırı, 11 yaş bunun sınırı, şu şöyle olmaz, bu böyle olmaz diye rehberlere bakarak yaşanmaz diyorum.

İlber Ortaylı, hepimizin ‘hoca’sıdır, kendi gibi değerli diğer tarih hocalarımız gibi. Söyledikleri hep tartışmalı olmuştur, bu da gayet tabiidir. Hoca’nın bile burun kıvıramayacağı bir tarihçi, Oxford, Oriel College’dan doktoralı Y. Hakan Erdem Tarih-Lenk (Doğan Yayınları, 2008) adlı kitabında tarihsel hatalarını bulup çıkararak Hoca’yı epey hırpalamıştı. Bu da tabiidir, Hoca da insandır, hatadan münezzeh değildir.

Bir Ömür Nasıl Yaşanır?  adlı kitabını –bu adı yadırgamakla beraber– hocanın kendi deneyimlerine dairdir diye hevesle okumaya başladım. Doğrusu, herkes kendi alanı, kendi deneyimi ile ilgili tecrübelere öncelik verir, o bakımdan kitaptaki daha ziyade akademisyen ve münhasıran tarihçi olanlara veya bu işlerin meraklılarına yönelik üslubu pek yadırgamadım. Ama ilerledikçe, hayata dair önerilerinin çıtasının bizler gibi fani akademisyen veya okumuş yazmış insanlar için bile pek yüksek olduğunu fark ettim. Diğer yandan, tavsiyelerinin muhatabını “her okumuş Türk”e kadar genişlettiğini gördüm.

Hoca’nın dil konusunda hassasiyetini biliyoruz, pek çok dil bilmenin faziletleri tartışılmaz ama, öyle böyle değil, imam hatipliler için çıta en az iki ölü ve iki yaşayan dil; diğer akademisyenler ve hatta okur yazar geçinenlerin de ölü veya diri pek çok dili bilmeleri lazım. Bu arada, İmam Hatipler’den, kendi deyimi ile “din bilgini” çıkması gerektiğini düşündüğü için böyle söylediği belli, oysa malum, İmam Hatip Liseleri bambaşka bir ‘hikâye’nin parçası, keşke konu açılmışken biraz bundan söz edeymiş. Ama yok, Hoca ‘siyaset’ sevmiyor, sosyal teori sevmiyor, hatta tarihyazımı kuramları (historiyografi) sevmiyor, her nasılsa gerekli görmüyor bunları.

Hoca’nın diğer bir favori konusu; seyahat etmenin, çok yer görmenin önemi. Kuşkusuz bu da tartışma götürmez bir meziyet, ama Hoca gibi dünyayı dört dönmek, hele “Viyana’da Noel’de sıkılınca atlayıp İspanya’ya gitmek” (s. 111), her şey bir yana, bayağı bir imkân meselesi. “Dahası İspanya’nın, İtalya’nın sadece büyük, bilindik şehirlerine değil, kırsalına, köylerine, kasabalarına da gitsinler” (s. 114) tavsiyesi, altından kalkılır gibi değil. Hem belli ki,  “Okumuş her Türk insanının Petra’yı görmesi gerekiyor” (s. 100) dediğine göre, tavsiyelerinin muhatabı epeyce geniş bir kesim, bu durumda değil akademisyen, yazar, çizer geçinmek, ‘okumuş’ geçinmek bile çok ama çok zor!

Bu vesile ile, Hoca, “korunmuş şehir görmek isteyen Arap şehirlerine gitsin, onlar miraslarını iyi koruyorlar” (s. 100) demiş. Gerçi Halep için “düne kadar” diyerek bugünkü duruma dolaylı olarak işaret etmiş ama, Ürdün (Petra harabeleri) dışında ‘iyi korunmuş Arap şehri’ne ben şahsen, pek rastlamadım (Acaba en az iki ölü, iki yaşayan dile hâkim olmadığım için mi, bilemiyorum). Bağdat’ın hali malum, Şam ve Kahire fukaralıktan tamamen yok olmaktan kurtulmuş ama perişan... Kahire’nin yanı başındaki eski merkez Fustat’ta pek çok eski yapı harabe halde. Malum, Antik İskenderiye’den neredeyse hiçbir iz yok, İngiliz yönetiminden kalan kozmopolit mimari miras da fukaralık tozu altında görünmez olmuş. Sana’nın (Yemen) eski bölümü (son savaştan önce) müze gibi kalmıştı ama yine perişan halde. Arap dünyasında özellikle Kuzey Afrika’da Antik Roma mirası bazı yerlerde turistik ilgi odağı olarak korunmuş, ama Palmira’nın (Suriye) IŞİD tarafından nasıl tahrip edildiğini biliyoruz, öncesinde de pek bakımlı halde değildi. Lübnan’da yetmişli yıllarda yaşanan iç savaşa ve daimi siyasi istikrarsızlığa rağmen Beyrut 1950’lerden izler taşıyor, ama bu şehirde pek ‘Arap şehri’ özelliği yoktur. Antik Roma kalıntılarının üzerinden en son doksanlı yıllarda Refik Hariri’nin inşaat çılgınlığı geçmiş. Eski Osmanlı şehri Nablus kaotik bir Filistin kent-kasabası olmuş, Filistinli zengin bir iş adamının kitsch evi ‘görmeye değer’ sayılıyor…

Uzatmayalım, aslında bu topraklar medeniyet mirası açısından o kadar zengin ki bakımsız da olsa gidip görülecek yerler çok; özellikle Kahire ve Şam müzeleri eşsiz eserlere ev sahipliği yapıyor. Yani gitmek isteyen kimseye engel olmak istemem, hatta şiddetle tavsiye ederim ama pek çok başka konuda olduğu gibi bu konuda da Hoca’nın ‘mit’lerine inanıp beklenti çıtasını yüksek tutmasınlar.

Hoca’nın İran medeniyetine hayranlığı da herkesin malumu. Doğrusu İran medeniyetine diyecek bir şey yok, İran halen büyüleyici bir ülke; “İsfahan nısf-ı Cihan” (dünyanın yarısı!) dememişler boşuna. Şiraz ayrı âlem, Meşhed bir başka âlem, ama koruma kollama işleri orada da pek iyi sayılmaz. Hele Antik Persopolis tamamen kaderine terk edilmiş vaziyette. Yine de görülecek çok şey var, yeter ki, “2000 yıllık medeniyet, devlet aklı” efsanelerine fazla kulak asmayın, o zaman bugünün İran’ını kavramanız daha kolay olur. Medeniyetler maalesef (ya da neyse ki) genlerle ileriki nesillere aktarılamıyor. Halen Ortadoğu analizi yapanların ikide bir gündeme getirdiği, ‘2000 yıllık Pers medeniyet miti’, İslam devrimi öncesi Rıza Şah’ın dolaşıma sokmaktan hoşlandığı ve 1971’de Persopolis’te düzenlediği 2000. yıl kutlamaları ile popülerleşen modern bir mit... Hoca bu konuda daha da ileri gitmiş, “İran’ı anlamadan Türkiye’yi anlayamazsınız” (s. 98) demiş. Oysa kendisi de İran’a ilk kez 1986’da yani, otuzlu yaşlarının sonlarında gitmiş: Acaba burayı görmeden yaptığım Türkiye tahlilleri boşmuş diye mi düşünmüş?   

Yukarıda Hoca’nın mit yaratma merakı demişken; bu kitapta her nasılsa sözünü etmediği ama her fırsatta söylediği, “kendinden önceki nesillerin yazdıklarını okuyamayan milletiz, bir İngiliz, bir Arap yüzyıllar öncesi metinleri okuyabilir” iddiası da inanılmaz bir efsane haline gelmiştir. Bırakın tarihçi, filolog olmayı, biraz okumuş bir insan, dillerin bir yüzyıl içinde bile değişim geçirdiğinden haberdardır, modern toplum öncesi seçkin, yönetici-din alimi bir sınıf dışında zaten çoğunluğun okur yazar olmadığını, standart bir dil değil, yerel lehçeler konuşulduğunu bilir. O kadar ki ulus devlet olma sürecini ilk yaşayan Fransa’da bile 1880’lerde nüfusun beşte birinden biraz fazlası rahatlıkla Fransızca konuşabiliyordu.[1] Bugünkü sıradan Fransız da, İngiliz de tabii ki dillerinin yüzyıllar öncesi halini belli bir eğitim almadan çözemezler. Bırakın onu, iyi eğitim almış olmadan, sıradan bir İngiliz için Churchill’in anılarını bile okumak zordur. Bu arada, dil konusunda bu denli hassas, Eski Türkçeye hâkim biri olarak son zamanlarda icat edilmiş ve kulak tırmalayan ‘her daim’ (s. 59) Hoca’nın da diline yerleşmemiş mi? Doğrusu, ‘her zaman’ veya ‘daima’ kullanımıdır, ama dil böyle değişken bir şeydir işte, ister istemez ‘galat’lar dilinize bulaşır.

Kitabın esas meselelerine dönersek; nihayet, doğal olarak iş dönüp dolaşıp Türkiye’de eğitim sisteminin sorunlarına geliyor, hepimiz şikayet ediyoruz, Hoca da şikayet ediyor, çözüm önerisi ise “seçkinci, elit bir eğitim vermek”. Yok, hemen “Hoca da pek elitistmiş” diye düşünmeyin, Hoca’nın elitist olduğu dünya âlemin malumu, zaten kendisi gerekçeleri ile birlikte söylüyor – ister beğenin ister beğenmeyin, o size kalmış. Tuhaf olan, Hoca’nın seçkinci eğitim’den söz ederken başka bir yüzyıldan (hatta yüzyıllardan) bahsediyor olması!

Hoca’nın eğitim denen şeyden beklentisi, 19. yüzyıl (bilemediniz 1950’lere kadar) İngiltere gibi emperyal bir ülkenin koşulları ile şekilleniyor. Gerçi, “aklın, yeteneğin elitizmi”nden (s. 159) söz ediyor, meşhur aristokrat okulu olan Eton’ın sadece aristokratlar için değil, “kafası çalışan çocuklar” için kurulduğunu iddia ediyor, ama İngiliz işçi sınıfından bir çocuğun –değil geçmişte– bugün bile Eton hayali kurmasının ne kadar zor olduğu ortada. Bırakalım Eton’ı, bırakalım eski devirleri, günümüzde de seçkin bir eğitim almak –küçük istisnalar dışında–maalesef ekonomik zenginlikle doğrudan bağlantılı.

Jimmy Sime tarafından 1937 tarihinde Eton – Harrow kriket maçı sırasında çekilen bu fotoğraf,
Britanya’nın eğitimdeki sınıf sistemini tasvir eden bir ikon haline gelmiştir.

İşin tabii bir de ülkelerin ekonomik zenginliği ve siyasal gücü ile alakası var. Hoca, “Ejiptoloji her zaman Türklerin ilgisi dışında kaldı, nedenini nasılını anlamak son derece zor” (s. 166) demiş. Doğrusu, naçizane bendenize bunu anlamak o kadar da zor gelmiyor; her şeyden önce “her zaman”dan kastedilen, Egyptology’nin bir bilim dalı olarak icat edilmesinden sonra olmalı. Yani Batılıların Antik Mısır medeniyetine merak sarmasından ve bilhassa Bonaparte’ın Mısır istilası sonrasından söz ediyoruz. Acıdır ama, Hoca’nın kafasındaki eğitim modeli, ‘kolonyalizm’ yani modern emperyal güç ile birlikte yeşerip serpilmiş bir iştir. Maalesef biz, o dönemlerde ‘emperyal’ gücünü kaybeden modern öncesi bir imparatorluğun mensuplarıydık, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasından önce, modernleşme süreci ile emperyal güç kaybı (biri diğerinin nedeni olmamak kaydıyla) birbirine paralel gitmiştir. Türkiye Cumhuriyetinin ise emperyal bir güç olması söz konusu değildi, elde kalanlarla modern bir ulus devlet inşası süreci başladı…

Yok, eğitim sistemimizin berbatlığına mazeret bulmaya çalışmıyorum, daha iyisini kurgulamaya çalışmayalım da demiyorum, şuna dikkat çekmeye çalışıyorum: Her şeyden önce eğitim konusunun tarihsel, siyasi, toplumsal boyutlarının göz ardı edilmemesi gerek. Hoca, tam tersini düşünüyor, maaşı yok yemeye akademisyenlerden dünyayı dört dönmelerini beklediği gibi, ayranı yok içmeye bir ülkeye ancak emperyal bir zenginlik ve güçle beslenebilecek bir eğitim düzeni öneriyor. Dahası, siyasetin eğitim alanının dışında kalması gerektiğinin altını çiziyor: “Çok açıktır ki, siyasetçilerin bu işe girmemesi gerekiyor” (s. 163) buyurmuş. Tabii eğitimin bizim kadar ‘siyasallaştığı’ bir ülkede iyi eğitimden söz edilemez, ama eğitim siyasetten bağımsız düşünülemez, dahası genel manada (partizanlık, kayırmacılık şeklindeki dar anlamlarının dışında) siyaset ile şekillenir. Zaten Hoca’nın asıl sorunu bu; hiç bir konuda siyasal ve toplumsal çerçeveyi dikkate almıyor, almayı reddedip atıp tutuyor.

Örnekleri uzatmayalım, sadede gelelim: “Entelektüel kendisi ile ilgili olmayan işlerle ilgilenen kişidir” diye harika bir tanım yapan Hoca, aslında kendisi ile ilgili olmayan işlerle hiç ilgilenmiyor. Tarih ve filoloji seviyor, çalışıyor, üretiyor, müzik dinliyor, bilgilenmeye doyamıyor, ama içinde yaşadığı ülkede ve hatta dünyada kıyamet kopsa ağzından bir cümle çıkmıyor. Beğensin beğenmesin, akademisyen, yazar, çizer, entelektüel, her ne ise, bir sürü insanın başına olmaz işler geliyor, umurunda değil! Hadi onlar bir yana, sıradan insanın hayatı ile hiç mi hiç ilgilenmiyor, ancak “Rusya’da kasabalarda okuyan kafa dengi adamlar” (s. 80) bulabiliyor. Yok, illa popülist olsun demiyorum, ‘aydın sorumluluğu’ diye bir yükü de istemeyene zorla yüklemek yanlısı değilim, ama bu kadarı yadırganmayacak gibi değil.

Dahası, entelektüel veya değil, yaşı yetmişleri bulmuş birinden hayata dair hiç olmazsa bir nebze bilgelik bekliyor insan. Üstten bakmacılıktan ziyade ‘tecâhül-i ârifane’, biraz itidal, olgunluk, tevazu, görmüş geçirmişlik, gençlik hırslarından sıyrılmış insan sevgisi, sade hayata dair şiir duygusu... Altmış yaşını idrak etmiş biri olarak en korktuğum şey ‘ham’ yaşlanmak, kendim için de başkaları için de.

Hoca’nın belli ki işi zor, o aslında bir yandan seçkincilik yoluyla seçkinleşmek isteyenlerden, diğer yandan ise, yetişirken, yetişkinken, yetişemeyenlerden.

Hâlâ!

 

DEĞİNİLEN KİTAPLAR

NOTLAR:


[1] Graham Robb, The Discovery of France, London, Picador, 2007, s. 53. Bu vesile ile bu kitaba da dikkatinizi çekmek isterim, yeni tarih yazımcılığı türünün en iyi örneklerinden biridir.