Bir Aydın Uğur öğrencisi olmak

"Tanır tanımaz anlamıştım farklı bir insan olduğunu. Hoca-öğrenci asimetrisini takmayan, kişisel zevkleri olan, iki cümleyle kocaman konulara hâkimiyetini belli eden, muhatabı kim olursa olsun nezaket ve saygıyla yaklaştığını belli eden biri vardı karşımda."

10 Ağustos 2022 08:03

Gün batarken dün baharın ilk kırlangıçlarını gördüm.
Cıvıldaşarak Timur’un terk ettiği Şam’a gidiyorlardı.
Geçen yılki yuvalarını arayacaklar. Boşuna.
Ulu Cami yandı. Şam’ın yarısı da.

(Aydın Uğur, Kültür Kıtası Atlası)

Zaman… Aydın Uğur’un deyişi ile “geçipduru”. Aydın Hoca’yı tatlı hatıralar diyarına, “göçmüş kediler bahçesine” uğurladık. Yaşım icabı gördüğüm, katıldığım pek çok cenaze oldu. Bu kez farklıydı. Tabutu başında konuşurken söyledim. Tanır tanımaz anlamıştım farklı bir insan olduğunu. Hoca-öğrenci asimetrisini takmayan, kişisel zevkleri olan, iki cümleyle kocaman konulara hâkimiyetini belli eden, muhatabı kim olursa olsun nezaket ve saygıyla yaklaştığını belli eden biri vardı karşımda. Hemen sevdim.

Otuz beş yıl önce “gel burada araştırma görevlisi ol” dediğinde ben 25 yaşındaydım. O da 36. Yer, Ankara Üniversitesi Basın-Yayın Yüksekokulu. Başarılı bir öğrenci olarak mezun olduğum ODTÜ Sosyoloji Bölümü’nde geç de olsa açılan araştırma görevlisi sınavına girmem için teklif yapılmıştı. Hiç düşünmeden Ankara Üniversitesi’ne başvurdum, işe alındım. Yüksek Lisans tezimi onunla yazdım. Yanılmıyorsam yazdırdığı ilk tezdir.

Yüksek lisans tezim iletişim denen alanın kavramsal temellerinin sosyoloji literatüründe zaten mevcut olduğu üzerineydi. “Saman kâğıdın” ve teksir makinesinin egemen olduğu yıllar. Beraber çalışırken baktım, Aydın hoca piyasada yeni yeni boy gösteren beyaz fotokopi kâğıtlarına notlar alıyor. İki satır yazıp beğenmezse buruşturup çöpe atıyor güzelim kâğıtları. “İsraf olmuyor mu,” dedim, “sarı teksir kâğıtlarını kullansanız?” “Kötü bir kâğıda, kötü bir kalemle iyi bir şey yazamazsın canikom” dedi. Bundan sonrası 30 küsur yıl.

Doğrusu hayatından Aydın Uğur geçen pek çok kişi gibi olmadı ilişkimiz. Birçok güzel insan bir tuttu mu hiç bırakamadı o eli. Hayat mı diyelim, tesadüfler mi, yoksa karakter mi, benim ilişkim, sürekli dip dibe olduğumuz ilk dört yılı saymazsak uzakça ama hep çok yakın oldu. Biraz bunu anlatmaya çalışayım.

Uzakça… İşe başladıktan dört yıl sonra ben doktora için Amerika’ya gittim. O, “Ankara, canım Ankara” dediği[1] kentte kaldı. Ben döndüm, o İstanbul’u canım Ankara’ya tercih etti. Marmara Üniversitesi Fransızca Kamu Yönetimi derken, Bilgi Üniversitesi şekillenmeye başladı. Bana sürekli “Bilgi’de olmalısın” diyordu ama mecburi hizmetim vardı, gidemedim. “Saat ücretli part-time ol o zaman” dedi. Bilgi’nin ilk yıllarıydı, bir yıl boyunca her perşembe otobüse atlayıp İstanbul’a gittim, derslerimi verdim, cumartesi geri, Ankara’ya döndüm. Hocanın farklı bir üniversite fikriyle heyecanlandığını, bu üniversiteyi de ilmek ilmek kuranlar arasında olduğunu anladım. Bilgi’yi de hemen sevdim. Mecburi hizmet bitti, “artık buraya gel ülen” dediğinde Ankara’daki evi barkı arkamda bırakıp tek başıma taşındım İstanbul’a. Binbir düşünceyle kurduğu İletişim Fakültesi’nde hoca oldum. O fakülteden gitti, rektör oldu. Sonra o hastalandı, ben fakültenin dekanı oldum. İyileşti, başka bir fakültenin (o zamanki adıyla Fen-Edebiyat Fakültesi) dekanı oldu. Sık sık değilse bile uzun uzun sohbetlerimiz oldu. Uzun, derin, keyifli ve çok öğrenmeli. Sonra gene hasta oldu. Birkaç kez konuşabildik. O haliyle dalga geçiyor, komik şeyler söylüyordu. Haberi geldi. Anılar yağdı.

Çok yakın… İşin bu kısmı biraz karışık. Çok yakın, çünkü Aydın hocayla tanıştığımda kafası alabildiğine karışık bir gençtim. Zihnim ham sosyalizmden yeni kurtulmuş, ODTÜ Sosyoloji’den arkadaşlarım, üçü de rahmetli, Mehmet Küçük, Ulus Baker ve Sevda Kılıç üçlüsünün her biri farklı ufuklar gösteren tedrisatından sıyrılmış, tutunacak dal arıyordu. Şimdi şimdi anlıyorum. Öyle bir dal bulmuşum ki, tuttuğum yerden tenime sızmış, oradan kılcal damarlara sirayet etmiş, Yunan antikitesindeki anlamıyla “pnömatik” bir etkiyle beni bir tür şekillendirmeye başlamıştı.

Onu uğurladığımız zaman anladım ki, tüm büyük öğretmenlerin öğrencilerinde bıraktığı, geç fark edilen ama varlığı tartışma götürmeyecek izler taşıyorum Aydın Uğur’dan. El yazımı ona benzetmeye çalışıyorum; okuduğum, işittiğim her şeyi defterlere yazıyorum; hayatın sunduğu bir izden diğerine atlayarak, mevkiye makama, hatta kurumsallaşmış akademiye eyvallah demeden, eleştirmeden önce anlamaya çalışarak, en ciddi şeylerde matrak bir boyut yakalama alışkanlığıyla Türkiye’de, Türkiye için aydın olmaya çalışıyorum. Kısacası Aydın Uğur’un “aydın” tarifiyle “üzerime vazife olmayan işlerle”[2] uğraşıyorum. İşe yarasın yaramasın, öğrenmeden duramama hastalığı kapmışım Aydın hocadan. Böyle yakın.

***

Aydın Uğur “Aydın Kim Değildir?” yazısında iki tipi aydın sınıfı dışında bırakır: Yalnızca uzman olanlar ve “kendi kişisel çıkar dünyasının sınırları içinde” hareket edenler. Aydının siyasal meşrebi pek önemli değildir. Siyasetin tanımladığı problemler önemlidir önemli olmasına ama aydın, aydın olmanın gereği mutlaka “eleştirel” olduğundan bu problemlerin ötesinde düşünür. Problemler çözüm bekler. Aydın çözüm değil, kriz yaratır. Aydın Uğur tanıdığı tüm aydınların “mevcut toplum/dünya/insan hallerinin sığlığından, hoyratlığından” rahatsız olduğunu söylüyor. Şöyle bir etrafıma bakıyorum, gerçekten de sığlık ve hoyratlık sarmış her yanı. İşte bu gözlem ve rahatsızlık, Aydın Uğur ve benzerlerinin seçkincilik yaptıkları zannıyla eleştirilmelerine yol açmıştır. Oysa sığlıktan ve hoyratlıktan hazzetmemek, sığ ve hoyrat olanların ayrıştırılıp dışlanması, geri kalan steril alanda keyif sürülmesi değildir. Tam tersine… Aydın Uğur’u bu tiplerin kurguladığı ve egemen olduğu dünyanın tam ortasında mücadele ederken görürdünüz. İlla bir sıfat gerekiyorsa bu tip aydın eleştirelliğini “radikal samimiyet” terimiyle anlatabilirim ancak.

Aydın hocanın en itici bulduğu insan özelliği sahtelikti. “Bir insan,” derdi, “sahtekâr olabilir. Öyle ya, hepimiz biraz sahtekârız. Ama bir insan sahte ise, uzak duracaksın!” Sahte insan, kendine karşı da sahtekâr olabilendir. Bu, basit bir ahlaki zafiyet değil, tehlikeli bir durumdur. Zira sahte olan sahteliği ortaya çıkmasın diye akla gelebilecek her türlü hoyratlığa tevessül eder.

Oğlum dünyaya geldiğinde çocuk yetiştirmekle ilgili sohbet ediyorduk. “Elinden ne geliyorsa yapacaksın işte,” demişti, “başka bir şansın yok.” Bir tek şey yapmamamı öğütledi: “Ona asla yalan söylememelisin.” Kendisinin daha bebekken oğlu Can’a yalan söylememeye gayret ettiğini anlattı uzun uzun. Dünyaya gelmesine vesile olduğun varlıkla kurduğun hakiki ilişkiden daha yüksek bir insan hasleti olabilir mi? Bu anekdotun yalnızca çocuk yetiştirmekle ilgili olmadığı aşikâr. Doğrusu Aydın Uğur’un sahte olmamakla ilgili tefekkürü, en kolay kandırılabilecek herkesle ilgilidir. Veda töreninde sevgili Pınar Uyan’ın Aydın hocadan naklettiği şu anıda görüyoruz bunu: Yöneticinin en önemli ilkelerinden biri “altta kalanın canı çıkmasın olmalıdır” dermiş hoca. Aydın Uğur öğretmeye devam ediyor. Galiba bir Aydın Uğur çırağı olmak, sonsuz öğrenme serüveni anlamına geliyor.

*** 

Bilge Karasu, Göçmüş Kediler Bahçesi’nin Yedinci Masal’ında genç cambaz ve ustasının ilişkisini anlatır; ölümle çizilmiş kaderlerini ekmek parasına dönüştürmüş iki kişi.[3] Genç cambaz yaşlanmakta olan ustasının öleceğini görür/bilir, bu bilginin ve bildiğini söyleyememenin ağırlığı altında ezilir. Bildiği her şeyi ondan öğrendiğini düşünür çırak. Ancak bu büyük minnettarlığı gölgeleyen düşünceleri de vardır. Mesela, “kendi, kendi benliğini ne ölçüde oluşturmuş olabilirdi? Olabilir miydi, ayrıca? Ustası neler katmıştı kendisine, kendi neler katmıştı?” Yalnızca öğrencilerin değil, öğretmenlerin de açmazıdır bu. Öğretme işinde olan çoğu insanın başına gelmiştir. Yüzünü hayal meyal hatırladığınız bir genç insan bulur sizi. İsmi çoktan isim kalabalığına karışmış, zihninizden silinmiştir. Size “Hatırlıyor musunuz,” der, “falanca yıl, şurada bana şunları söylemiştiniz… İşte bu sözlerinizi hiç unutmadım, benim için çok önemliydi”. Bu “çok önemli” sözlerinizi hatırlamazsınız bile. Belki o anda artık o sözlerin sizin için bir değeri ya da önemi de kalmamıştır. İşte öğretmenin açmazı budur. Öğretmenler konuşma mesleğindedirler. Güzel konuşanları vardır, güzel konuşamayanları vardır, iyi öğretenleri, iyi öğretemeyenleri olabilir. Ama öğreten ve öğrenen sahiciyse öğrenme gerçekleşir. Öğrenilen şeyin de bir önemi yoktur aslında. Öğretmenlik böyle bir iştir; bu işte öğrenme öğrenilir yalnızca. Bir kişi daha genç olan bir başkasına ustalık yapar, bildiği her şeyi onunla paylaşır. Bilmediklerini de paylaşır, ikisi bir arada yükselirler. Sonra biri gider, diğeri aklınca başkalarına öğretmeye devam eder.

Garip olan şu ki, bu düşüncelerin mesleğini icra ederken usta-çırak ilişkisinde yeri yoktur. Karasu, masalındaki çırağa bu düşünceleri ustasıyla kendi içinde kurduğu bir diyalog vasıtasıyla aktarır. Çırak ustasına sorsa, ustası “ona, düşünme, diyecekti, o kadar. Ben öldükten sonra, sen de yanına bir çırak alıp yetiştirmeye başladığın zaman bunları düşünmeye başlar, hem kendini anlarsın, hem beni, diyecekti … Cambazlık, insanın –ölmek istemiyorsa– bütünüyle kendini ipe, halkaya, ustaya, adıma, ele, göze vermesini gerektiren bir işti.”

Benim öykümde usta öldü (ah yazının sessizliği! Sesi çıkıyor olsa vurgunun “benim öykümde” ifadesinde olduğunu duyardınız, Bilge Karasu’nun öyküsünde değil anlamında). Şimdi kendimi bütünüyle ipe, halkaya, ustaya, adıma, ele, göze vermiş başkaları ile aynı ipte yürüyorum. Ve işi cambazlık olan-olmayan başkalarına soruyorum: O bana ne kattı, bana bir şey kattı mı? Ne kadarını ben kendime kattım? Bu soruların bir önemi yok elbette. “Yaşam ... el yordamıyla açtığı yataklardan akarak, büyük ölçüde hoyratça ama tüm canlılığıyla hükmünü sürdürmeye”[4] devam ediyor.

Zaman? GEÇİPDURU…

 

NOTLAR: 


[1] Aydın Uğur, “Tarih Tahterevallisinde Ankara-İstanbul” Kültür Kıtası Atlası: Kültür, İletişim, Demokrasi, YKY, 2002.

[2] Aydın Uğur, “Aydın Kim Değildir?” Kültür Kıtası Atlası: Kültür, İletişim, Demokrasi, YKY, 2002.

[3] Bilge Karasu, “Yedinci Masal. Usta Beni Öldürsen E!” Göçmüş Kediler Bahçesi, Milliyet Yayınları, 1979.

[4] Aydın Uğur, “2013 Yılı İçin İstanbul Ütopyası,” Kültür Kıtası Atlası: Kültür, İletişim, Demokrasi, YKY, 2002.