Bedreddin Üzerine Şiirler

"...Nâzım’ın harfiyen alıntıladığı deyimi Hilmi Bey almış, başkalaştırarak hem çarpıcı, unutulmaz bir imge yaratmış, hem de birkaç asırlık bir söyleme eklemlenmiş. (...) Bedreddin Üzerine Şiirler yayınlanalı neredeyse elli sene geçti. Çok daha iyi tanınması gerekirdi bana kalırsa. Umarım bundan sonra hak ettiği üne kavuşur."

 

Hilmi Yavuz’un herhangi bir kitabını “gölgede kalmış” diye nitelendirmeme şaşıranlar olabilir. Ne de olsa Hilmi Bey günümüz Türkiye’sinin önde gelen düşünürlerindendir, yayınladığı her kitap ânında okunup tekrar tekrar basılıyor. Yine de Bedreddin Üzerine Şiirler (Cem Yayınevi, 1975) lâyık olduğu ilgiyi görmedi bana kalırsa.

Bakış Kuşu (Yeditepe, 1969) ilk çıktığında gözümden kaçtığı için Bedreddin Üzerine Şiirler, Hilmi Yavuz şiiriyle sağda solda çıkan tekil eserlerinin haricinde ilk toplu karşılaşmam oldu. Liseden arkadaşım olan şair ve mimar Hazım Ali Günvar kendisinden sıklıkla söz ederdi gerçi, ama beni çıkar çıkmaz asıl kitaba çeken başlığı oldu: Çünki Nâzım Hikmet’in Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin Destanı (Yeni Kitabcı, 1936) kitabını neredeyse ezbere biliyor ve çok seviyordum. İki eser arasında konu birliği bekliyordum elbette, ama onun çok ötesinde bir metinlerarasılık (intertextualité – bkz. Julia Kristeva) buldum ki gerçekten sardı beni. Başkalarını da aynı şekilde sarmasını istiyorum, o nedenle de bu kitabı seçtim elinizdeki yazı için.

İngilizce “public intellectual” (kamusal entelektüel) tabirinin Türkçe tam karşılığı yok, ama “münevver/aydın” ile “entelektüel” kelimeleri arasındaki vurgu farkı göz önünde bulundurulduğunda, bu tabirin ilkine, yani “münevver/aydın”a denk düştüğü söylenebilir. Bu babda Batıda ilk akla gelen isim herhalde Jean-Paul Sartre olsa gerek: Edebiyat ve felsefe alanındaki mâlûm çığır açıcı katkılarının yanı sıra İkinci Dünya Savaşı’nda Alman işgaline karşı direniş hareketine katılmış, Cezayir kurtuluş savaşını desteklemiş, Mayıs 1968 öğrenci hareketinin fikir önderlerinden olmuştu örneğin. Günümüz Türkiye’sinde Murat Belge gibi, Hilmi Yavuz gibi düşünürler de kültürel faaliyetleriyle siyasî sorumluluklarını bağdaştırmayı bilmişler, “entelektüel”den ziyade “aydın” addedilmeye hak kazanmışlardır. Sol yahut sağ, ilerici yahut tutucu, onları emsallerinden farklı kılan da en başta budur. Ve Hilmi Bey’i önemsemem de kısmen bundandır.

Neyse, gelelim Şeyh Bedreddin’e. Nâzım, kitabında ilhâmını ilâhiyatçı ve edebiyat tarihçisi Şerefeddîn Yaltkaya’nın Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddîn (Evkāf-ı İslâmiyye Matbaası, 1924/25) adlı çalışmasından aldığını söylüyor, siyasî yaklaşımını yerden yere vuruyorsa da. Ve Destan’da ilginç göndermeler var Yaltkaya’nın kitabına; bunların kimisi Hilmi Bey’in eserinde de yankı buluyor. Ben burada, sadece kitaptaki bir şiirden birkaç örnek vasıtasıyla, vak’anüvis anlatılarından 1975’e uzanan, yorumlanıp yeniden üretilen, sahiplenilip özümsenen, tevarüs, temellük ve temessül edilen imge ve motif zincirinin serüveni hakkında bir fikir vermek istiyorum: Şeyh Bedreddin hareketine mal edilen “yârin yanağından gayri her şeyde ortaklık” ilkesinin edebiyatta vücut bulmuş hâli bir bakıma. Zaten Roland Barthes’ın dediği gibi, “her metin bir metinlerarasıdır”.

Kitabın ikinci şiiri olan “bedreddin” şöyle başlıyor:

mübâlâğa akşam olur  (s. 8)

Günümüz Türkçesinde “mübâlâğa”, “1. Bir şeyi gerçekte olduğundan daha fazla, daha büyük gösterme, abartma; 2. Bir iş veya davranışta aşırıya kaçma, aşırılık” (Kubbealtı Lugati) şeklinde tanımlanır. Ancak “abartılı bir akşam da nasıl olurmuş?” diye sormadan Nâzım’ın “Mübâlâğa cenk olundu” mısraını hatırlayalım. O da Âşık Paşa-zâde (ö. 1484’ten sonra) Tarihi’nden (Tevârîh-i Âl-i Osmân) naklen Yaltkaya’da geçiyor:

Sultân Mehmed Hân dahı Bâyezîd Paşa’yı oğlı Murâd Hân ile bilen gönderdi vardılar Karaburun’da Yörklüce’yle [aynen] buluşdılar mübalağa cenk olundı iki tarafdan hayli âdem kırıldı âhir Yörklüce’yi paraladılar.  (s. 56)

Nâzım’ın harfiyen alıntıladığı deyimi Hilmi Bey almış, başkalaştırarak hem çarpıcı, unutulmaz bir imge yaratmış, hem de birkaç asırlık bir söyleme eklemlenmiş. Andreas Tietze sözlüğünün “mubalağa/mübalağa” maddesinde ilk anlam olarak “bir şeyi lüzumundan fazla büyütme, abartma” verilmişken, ikinci anlam “pek çok, fazla, inanılmıyacak kadar çok” olarak geçiyor. Verilen örneklerden biri de 15. yüzyıla tarihlenen Ferec ba’de’ş-şidde’den: “bir ay temâm mubâlağa hidmet etdi”, yani “bir ay boyunca pek çok hizmet etti”. (Tarihi ve Etimolojik Türkiye Türkçesi Lugatı) Bu durumda kelimenin “mübâlâğa akşam olur” mısraındaki kullanımının “buram buram” yahut “burcu burcu” gibi, “giderek karanlık basması” imgesini pekiştirici bir işlev gördüğünü düşünüyorum. Ama ne kadar güzel olmuş, değil mi?

Aynı şiirin ikinci ve üçüncü mısraları ise şöyle:

güz, neftî dolaklarını kuşanır da gelir

yaprağın fetrete düştüğü zaman (s. 8)

Görünürde burada hemen dikkat çeken bir insicamsızlık var. “Yaprağın fetrete düş”mesi ne demek olabilir? “Fetret” kelimesinin sözlük anlamları, “1. İki peygamberin gelişi arasında geçen süre; 2. İki pâdişah dönemi arasında geçen pâdişahsız süre; 3. Bir hükûmetin zayıflayıp gücünü kaybetmesiyle kuvvetli yeni bir hükûmet kurulması arasında geçen karışıklık ve iktidarsızlık dönemi; 4. [Genelleştirme yoluyla] İki olay arasındaki zaman; 5. [Eski tıpta] İki sıtma veya çarpıntı nöbeti arasındaki fâsıla.” (Kubbealtı Lugati) Ama tabii ki dönemin tarihteki adının “Fetret Devri” olmasıdır bu kelime seçiminin ardında yatan. Peki neden “Fetret” devri? Çünki Yıldırım Bayezid’in Timurlenk tarafından 1402’de Ankara Muharebesi’nde yenilmesinden sonra oğulları arasında çıkan birkaç yıllık iktidar mücadelesi ancak 1413’te Çelebi Mehmed’in zaferiyle sona ermiş ve Osmanlı tahtına tekrar bir padişah oturabilmiştir. Yani gerçekten de “iki padişah arası”dır Bedreddin müridlerinin başkaldırdığı dönem. Aynı zamanda sonbaharda ağaçlardan bir bir kopup düşen yaprakların arasındaki boz rengi durağanlığı, sessizliği çağrıştırıyor kelimenin burada kullanılışı.

Son bir örnek. Aynı şiirde, devamla, şu mısralara rastlıyoruz:

bize buğdayın ateşini

gözlerin timârını

ve hüznün vâridâtını anlat  (s. 9)

Burada konuya derhal gönderme yapan iki kelime var: “timâr” ve “vâridât”. “Timâr/tımâr” kelimesinin birçok anlamı varsa da burada gönderme yapılan herhalde Bedreddin müridlerinin toprakları timâr sahiplerinden alarak ekip biçenlere vermek istemesi olsa gerek. Nitekim Nâzım Hikmet’in, Kerim Sadi’nin (A. Cerrahoğlu), Bezmi Nusret Kaygusuz’un ve daha birçoğunun onu bir çeşit “proto-sosyalist” addetmesi bundandır.

Bence daha da ilginci, son mısradaki “hüznün vâridâtını anlat” cümlesi. “Vâridât”, yani “vârid olanlar” gündelik dilde “gelirler, kazançlar” demekse de tasavvufî manası çok farklıdır, “içe doğanlar” anlamını taşır: “Kulun kasdı olmaksızın gaybten (Hak’tan) kalbe gelen manalar. Allah’tan gelen vâride (ilhama, feyze) vârid-i Hak, ilimden (şeriattan) gelen vâride vârid-i ilm denir.” (Süleyman Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü) Ve bu anlamıyla da Şeyh Bedreddin’in tasavvufî fikirlerini içeren, tanınmış (ve tartışmalı) bir eserin adıdır. Yani Hilmi Bey “hüznün içe doğuşunu anlat” derken, aynı zamanda Vâridât adlı, Bedreddin’in vefatından sonra öğrettiklerinin bir araya getirilmesiyle oluşturulmuş olan bu önemli risâleye gönderme yapmaktadır. Bir rivayete göre 1413’te İznik’te tutuklu olduğu esnada vermiş olduğu derslerin içeriğinden oluşan bu eserin adının burada kullanılışı, beş buçuk yüzyıllık bir anlam devamlılığını, sürekliliğini, kesintisizliğini işaret ediyor.

Verilecek daha birçok örnek var ama burada durayım. Yahya Kemal’in neo-klâsik şiirinden ziyade “kökü mâzide olan âtî” nitelemesine hak kazanmış olan bence Turgut Uyar’ın, Attilâ İlhan’ın, Hilmi Yavuz’un şiiridir aslında. (Bakmayın, Yahya Kemal’e bayılırım, o başka.) Bedreddin Üzerine Şiirler yayınlanalı neredeyse elli sene geçti. Çok daha iyi tanınması gerekirdi bana kalırsa. Umarım bundan sonra hak ettiği üne kavuşur.

•