Dünyanın tenine dokunmayı denemek

Asuman Susam: İnsan da canlılar arasından bir canlı. Dil ve düşünceyle ele geçirdiği dünyada, kendini ondan ayırarak, onun dışına çıkarak kendini tanrılaştırdı...

08 Kasım 2018 13:45

İnsan olmanın “normal” olmadığı deneyimlenmiş çokça ama bu normal olmayış insanın kendi "norm" oluşundan kurtulabileceği bir açıklık oluşturmamış. İnsanın, ideolojinin, tarihin sonunun ilan edilişi çok yeni sayılmaz, ama bitmeyen bir son olmuş bu, sonu gelmeyen bir son. Eğer böyleyse, “bitince kurtulacak mıydık geçince unutacak/sürekliliğin fısıltısı duyulmuyordu”yu şiir kime söylüyor? Muhtemelen insana değil; insanda canlı kaldığı varsayılan, Auschwitz'de açığa çıkan “insan olmayan”dan farklı bir dirimselliğe.

Asuman Susam’la Everest Yayınları tarafından yayımlanan, olmaktan başka türlü bir oluş arzusunun yankısını duyuran yeni kitabı Plasenta vesilesiyle konuştuk.

Görünür olanı yeniden görmeyi seçen bir bakış var Plasenta’da. Ne ise o olan’ın ardında ne olduğunu görme arzusu; anlamı çoğaltan, çağıran bir arzu. Kusuru bulmaya değil, eksikliği tamamlamaya yönelttiğiniz bu bakışın geçmiş zamanı bir kavrayışa dönüştürmekle ilgili olduğu söylenebilir mi?

Yalnızca “geçmiş” zamanı değil sanırım. Kemik İnadı’ndaki temel meselelerimden biri hafızaydı. Beni doğrudan zaman koridoruna fırlatan bir kavram olarak zamanla derdim hâlâ devam ediyor. Tarihsel ve mitolojik zaman algısı arasında, iç ve dış zaman kavrayışımız arasında, döngüsel ve lineer olan arasında; karşıtlıklardan değil iç içeliklerden beslenen, akışlar, geçişler ve geçirgenliklerle, şeylerle kurulan ilişki. Bu ilişkinin niçin’inden çok nasıl’ı benim için hâlâ mesele. Sanırım hep de sürecek bir mesele. Görünür olanı “yeniden” görmeyi seçen bakış… Evet, burada anahtar sözcük “yeniden”. Verili olanın sabitliğini aşındırmak, onu bozmak ve o bozulmadan yeni, başka, farklı, ayrıksı anlamlar çoğaltmak. Bu önemli geliyor bana. Bu işte, bence sabitlenmiş kavramlar, anlamlar dışına çıkmak yani dünyanın tenine dokunmayı denemek. Anayoldan çıkıp patikalara sapmak, yeni yollar için toprağı, taşı, çakılı aşındırmak, ufalamak. Bir zamanlar biz olan, bizim olanı geri kazanmak; berbat ettiğimiz dünyada insan dışındaki her şeyin olduğu gibiliğinde vaaz edilmiş, yönlendirilmiş, kurulmuş görme biçimlerimizle gördüklerimizin, bize gösterilenlerin ötesinde bir görme ve duyma, yaklaşmaya çalıştığım bu.

Görünenin ardı… Bu hep önemli oldu benim için. Nesnenin içi, oluşu. “Aynı ve başka”yı yakalama arzusu. Sonsuz şimdiyi, şimdinin çengel attığı geçmiş ve gelecekle bir düşünmek. Yola insan eksiğinden çıkar, diye biliyorum, kendimden biliyorum. Eksiğini –imkânsızlığını bilerek- tamamlama hevesiyle, kendini ve ötekini eksiğinden sevmeyi deneyerek yolda olmakla tamama ermek amacıyla yola çıkmak başka şeyler. Eksiği tamamlama arzusu kusuru sevmekle başlayan bir şey benim için. Bu bakış ve sevme biçiminin dünya ve şeylerle ilişkimizi bütünüyle değiştirdiğini, değiştirebileceğini duyuyorum. Duyduğumu demeye çalışıyorum. Diyebiliyor muyum bilmiyorum.

Plasenta’da bedene katlanmanın değil, bedene karşı çıkmanın, bedendeki bir boşluğu aşmanın imkanlarını arıyorsunuz. Okur, “kat yerlerimden acıyorum”(s. 24) diyen özneye tanıklık ediyor. Bedeni yazının alanında başkalaşmaya açmanızı, bedene rıza göstermemenizi konuşalım istiyorum.

Kemik İnadı’ndan sonra uzun bir süre içimde hiç ses ve ışık yoktu. Derin orman uğultusu. Plasenta sözcüklerle açılmadı bana. Seslerle geldi. Sesler ritimle bedenlendi. Duygu ve düşünce duyumlarla geldi. Dedim ya hafıza kurcalamaktan vazgeçmeyeceğim bir kavram. Yazı gibi beden de hafızanın mekânı. Doğduğumuzda bedenimizde olmayan izler, işaretler, kesikler, yaralar, çizikler, dikişler, dövmeler, protezler… Bedene yazıyoruz, bedenle yazıyoruz hikâyemizi. Hissimiz duyumlarla oluşuyor. Beden özgürleşmenin alanı olduğu gibi/kadar sınırımız da. Engellerimizi de bedenle, bedenden koyuyoruz.

Plasenta, Asuman Susam, Everest Yayınları

Beden de yaşantı deneyimleriyle bir topografya, bir deney alanı. “Yaşayan beden” değişimin yeri. Bir açıklık, bir olanak. Beden kat kat, değişen ritimlerle konuşuyor sürekli. Ben nasıl  kurulan-yıkılan-kurulan bir süreklilikse beden de öyle. Şiir nasıl semboliğin, mutlak ve tanımlı olanın, baba-yasanın, Büyük Ötekinin kırılma, aşındırılma yeri olarak bir aşırılık mekânıysa beden de öyle. İkisi de karşılaşmaların yeri. Uygar beden, doğadan kopartılarak yeniden inşa edilmiş, adlandırılmış, sınırlandırılmış haliyle kimliklerle doğrudan ilişkili. Hem bir sömürge alanı olabilir hem özerkliğin ve özgürleşmenin yeri. Tarihsel ve mitsel zaman kavrayışları arasında bendeki onca gel git bedenin doğasını geri kazanmasının mümkün olup olmadığını sorgulamakla da ilişkili. Bedenime hiç olmadığım kadar kulak verdim. Sesini dinledim, duyularımı yeniden keskinleştirdim. Dünya, şeyler ve biz dolaysız, sürekli ve iç içe temas hâlindeyiz. Beden benin dünyaya kendini açtığı yer. Dolayısıyla dünyanın anlamı bedenle ve beden üzerinden kuruluyor. Rıza göstermediğim adlandırılmış, sabitlenmiş, sınırları konmuş ve sömürgeleştirilmiş beden algısı. Göz, tanımının sınırlarını aşabilir, el düşünebilir, kemik isyan edebilir. Işık hareketi doğurur, hareket değişimi.

Adlandırılmış, tanımlanmış, modern hayat için yasa ve normlarla sınırlandırılmış, duyum eşikleri köreltilmiş bir bedene neden razı olalım ki! Hem varlıklar içinde bir varlık olup hem biriciklik taşımak ve kainata karışmak, onunla yeniden tanışmak ikili karşıtlıklarla düşünmekten kurtulmakla olabilecek bir şey. Beden ve ruh, duygu ve düşünce değil. Bakışını değiştirdiğinde bedenle düşünmeyi öğrenebiliyor insan.

Şiirinizde “insanda insani-olmayan”ı açığa çıkarıyorsunuz ama -basitçe söyleyecek olursam- Agamben'in dediği gibi celladın vahşetinden çok asıl olarak kurbanın aczinde. “İnsan oluş” geri alınabilir bir şey mi sizin için?

Yakın geçmişte nasıl atlatıp iyileşeceğimizi henüz bilemediğim sert, travmatik zamanlardan geçtik. Geçtik mi bundan da emin değilim. Bir kışı neredeyse zorunluluklar dışında pek dışarı çıkmayarak, karşımdaki duvarla göz göze geçirdim. Salt kötülük ve şiddet varken diliniz sözcüklere pek dönmüyor. İnliyorsunuz ama, uluyorsunuz, mırıldanıyorsunuz. Sözcükler akıldan çıkıp, akılla bir sentaksa bürünürken acı varsa onun anlamı ses olup bedenden çıkıyor. Bedenle duyuruyor kendini. Mesela ayağınız tutmazken -gerçek anlamda bir kilitlenmeden söz ediyorum- eliniz bütün bir beden olabiliyor. O duvarla göz gözeyken beden büyük bir göze, göz göz bir göze dönüşebiliyor. Acı, kaybedişler, travma ve ona kurban ya da tanık olarak katılış dili kaybettiriyor. Uygar bedenin aklı selimiyle konuştuğu dili kaybediyorsunuz. Khora gibi. Mekan algınız da uygar dünyanın tanımlı, sınırlı mekanlarından başka bir şeye dönüşüyor. Zaman da öyle. Bir alacakaranlık.

Soru öyle büyük ki… Ne yazdığım şiir ne de şu an konuşan ben yanıt verebilir buna. “ama insan/ kim ondan daha korkunç olan!”  demişim bir kez. Hangi insan? Kendini dünyanın merkezine koyan ve tanrılığını dayatan insan; bu ilerlemeci, “uygar” insandan yana umudum yok. Bitsin istediğim bir insan bu. Diliyle, yasasıyla kurduğu her şey yerle bir olsun dediğim. İnsan da canlılar arasından bir canlı. Dil ve düşünceyle ele geçirdiği dünyada, kendini ondan ayırarak, onun dışına çıkarak kendini tanrılaştırdı. İnsan olmanın öğrenilen bir şey olduğunu düşünüyorum. Bu, içerilere doğru yapılan bir yolculuk. Semboliğin alanına geçmeden önceki zamanda, hatırlamadığımız zamanların bilgisine doğru. İç, döngüsel bir zamanmekân. Oraya gitmek lazım.

Benim için “insan oluş”un geri alınabilirliği hayatı evetlemek anlamını taşıyor. Hayatı evetlemek devam edebilme gücü bulmak demek. Bu varsa geri alınabilirlik bir olasılık olarak durur hayatlarımızda. Kemik İnadı’nda “insan hem bir olanak hem olasılık” demiştim. Karamsarım ama devam ediyorum. Kainatta canlılar içinde bir canlı olmanın olanaklarını ve olasılıklarını duymaya ve denemeye çabalıyorum. Benzer düşünenler bunu yapıyoruz. Dünya bu hâliyle benim için bir kapan, kurtuluşsuz bir yer, bir bekleme odası. Ama değil mi ki buradayım, nefes alıyorum, ışığı görüyorum ve hareket edebiliyorum. Değişebilir ve değiştirebilirim.

Dilin, cinsiyetin, bedenin, aklın sınırlarında, o sınırların hiç de stabil olmadığını artık çoktandır bilerek, insan olarak ve insan olduğumuz için kendi insanlık deneyimimizin olası sonuçlarını yine “kendi”miz için çıkışsızlığa dönüştürüyoruz. Ölüm, dünya ve hayat, Plasenta’da en sık kullandığınız kelimeler. Ne tür bir oluş arzusunun iniltisini/yankısını duyurmak istiyorsunuz okura?

Her çağ kendi uçurum kıyılarında gezinir. Bundan daha kötüsü yaşanmamıştır dediğimiz her şeyin daha kötüsü olabildiğini hayat bize gösteriyor. Bu dünya döndüğü sürece, insan varoldukça biz onun yarattığı felaketlerden felaket beğeneceğiz. En fenası buymuş diyeceğiz. Ama insanın kötülük kapasitesi muazzam. Bunun için harcadığı güç sınırsız. Bu çağ sanki bütünüyle kötülüğe odaklanmış, hırsa, hıza, güce, ötekinin kaybetmesi üzerinden kazanmaya kilitlenmiş görünüyor. Uyanamadığımız bir kabus. Oysa uyanış da bu kötülük deneyiminin bir parçası, iyilik de… İyilik sözcüğünü ucuzlattık, içini boşalttık, hafiflettik gibi geliyor bana. İyilik bahşedilmiş, doğuştan bizde var bir şey değil. İyi olmaya karar veririz. İyi olmak ve iyilikte kalmak sanıldığı kadar kolay bir şey değil. Çağın insanı bunu denemekten vazgeçti gibi. Ötekinin ölümü, ötekinin kaybı, acısı, yarası… Ben’in sen’le kurulduğunu, bir sen olmadan benden söz edilemeyeceğini unuttu insanlık. Ben ve sen ilişkisi bir karşıtlık ilişkisi değil karşılıklılıktır. Geçirgendir, geçişlidir. Sabit değildir, olasılıklara açıktır. Başkasının yüzü açıklıktır, dışarıdır, temastır. İnsandan yüzü sildik.

Plasenta’da sık karşınıza çıkan diğer iki sözcük de ben ve sen. Buradaki ben şairin personası ben değil. Muhatap sen de ona seslenen ben de belirsiz ve geçici, bazen muhayyel.  Toplumsalı yapan tekillikler. Oradaki ilişki dinamikleri. Makro olana mikro alanın ilişki dinamikleriyle bakmayı istedim. Kalabalıkta, kargaşada sesler duyulmuyor, kayboluyor, gürültüye dönüşüyor. Kabalaşıyor, genelleşiyor. Geçiyor ve unutuluyor. Yasın ah sesi bazen gözden geliyor. Sessizlik sese dahil. Hayatta kalanın sessizlik olan yüzü sana konuşuyor. O cızz’ı duymak. Yırtıcı kahkaha, başkaldıran nara, bunları sen’den okumak. Bunu önce kendime hatırlatmak. Bunun için yazıyorum sanıyorum. Büyük meselem kendim. Sen kimsin, diyorum, kaybolmuşlar içinde bir kaybolmuş. Soy bakalım derini, temizle küflerini, tükür çokbilmiş dilindeki fazlalıkları, safraları.

Bu dünyayı bitirdik. Onu mahvettiğimiz açık. Senin de dikkat çektiğin gibi “insan olarak ve insan olduğumuz için”. Kendisi  için, kendisine  rağmen bir çıkışsızlık  bu insan, yarattığı bu dünya. Ama diyorum ya “güneş ve bahar gider yine gelir”… (s. 47) Plasenta’da kendi duyuş deneyimimi dile getirmeye çalıştım. Diğer seslere değil “başka” seslere çarpmak arzum. Hizayı bozan bozguncu sesler arasında bir ses… Kainata böyle karışmak.

İnsan kendisini insan yapan yapıdan kaçamıyor ve kabaca söyleyecek olursam, düşünce tarihi kendi başına bu kaçamayışın hikâyesi. Bu hikâyeyi “kök”le uzlaşma/uzlaşmama olarak beliren ve aslında yinelenerek belirsizleşen dizelerinizde bulmak mümkün. “kökünü arıyor yeryüzü, suya küçülüyor” (s. 9), “köksüzlüğü anlamak olsun gayretin”(s. 19), “sende köklenmek zor dünya”(s. 26). Sizin için dünyayla uzlaşmanın anlamı nedir?

Kemik İnadı, Asuman Susam, Can Yayınları

Öyle bir çağ ki felaketler çağı. Bunun tanığı olmak, bu dünyada hayatta kalan olmak çok zor. Bu dünya ile uzlaşılabilir miyiz? Sanmıyorum. Aslında ben uzlaşmaları da yeğlemiyorum. Diklenmeye, değiştirmeye, başkalaşmaya doğru yol almak, bu diyorum hayatta kalmamızı ve devam etmemizi sağlayabilir. Sonuçları kim bilebilir. Ne zaman biteceğiz, bilmediğimiz bir dünyada hayatı evetlemek ve devam etmek bizi çürüten tüm yerleşikliklerden kurtulmakla olabilir gibi geliyor. Bu dil dahil. Plasenta’da bunu söylemeye çalışıyorum, kendimi buradan yoklamaya gayret ettim, buradan dünyayı ve ben’i anlamaya. Doğaya teslim olabilirim, doğadan gelene rıza gösterebilirim, kurgu olan benden, bedenden çıkıp köklerin dünya olmaya doğru sökülmesi bu biraz. Uygarlık inşası bu insan ve toplumsala rıza göstermek ve onunla uzlaşmak zorunda değilim. Hiç değilim. Ama yeryüzü, onun açıklığına bırakabilirim kendimi, ona emanet edebilirim. Varlıklar içinde bir varlık olarak, kibrinden, tanrısallığından sıyrılmış insanla ve dünyayla kucaklaşabilirim.

“dünya olmaya doğru sökülüyor köklerim” (s. 53), “saf zaman, kayıp zaman, geçen zaman / gitmekler zamanında herkes geçici” (s. 19) gibi dizelere baktığımızda, şiirinizi bir zamansızlığa yerleştirdiğinizi düşünüyor musunuz?

Bu dizeler yazılırken böyle bir sorunun yanıtı bende hiç yoktu. Yeri gelmişken düşünmeli. Yazanın yazdığını bir yere yerleştirme arzusu doğrudan var mıdır, bilmiyorum. Varsa da bu bende yok.  Zaten bir yere yerleşme arzusu iyi bir şey mi! Bence değil. Yazı da ben gibi, beden gibi karşılaşmalarla başkalaşan bir değişim yeri. Yazı okundukça, okuyanla bir varlık kazanıyor, anlam buluyor. Tarih palimpsest bir metin. Kimlerin kimlerin izi, sesi var onda. Çoğu unutulmuş. Ama o unutulan tüm sesler var hepimizin sesinde. Bizim yarın unutulacak sesimiz de katışacak o seslere. Bu muazzam bir şey. Ürperten bir şey. Bize çürük de olsa, zayıflamış da olsa sabitle kendini, bir köke sahip ol ve tutun diyen buyurucuların sözüne karşılık kökü sökmek bütün olasılıklara açık bir başkaldırı. Andığın dizelerde zamansızlıktan çok benim vurgum geçicilikte.

“Şiir dilin kendisine seslenir. Eğer bu size yeterince açık gelmiyorsa, bir ağıtı düşünün: Ağıtta sözcükler kendi dillerinden ayrı düşmenin acısını açıklamazlar mı? İşte şiir de, buna benzer biçimde, ama daha geniş bir anlamda dile seslenir.” (s. 68)[1] diyor John Berger. “dil böbürlenir, tükürelim dili” (s. 25) diyen şairin, dil ile gerçek arasındaki sınırlar herbirimizi içeriye hapsedecek şekilde ihlal edilmiş olsa da, Berger’in şiiri ve dili karşı karşıya (sırt sırta?) getirmesi hakkında ne düşündüğünü merak ediyorum.

İki düşüncenin birbiriyle çatışmayacağını söyleyebilirim. Düşüncelerin bağlamlarının farklı olduğu düşünülürse bu daha kolay görülür. Şiirin paradoksu bu: Hem varlığını dile borçlu hem dilden sapmadır şiir. Dil bir iletişim aracı olarak anlam arar, anlam kurar, dizgelidir, bizi kuşatır, hizalar, senin de dediğin gibi içeriye hapseder. Şiir dilden, semboliğin alanından saparak dille kurulan, verili olan, sunulan, dayatılan kurulu düzenleri yıkar. Kendi için dildir, kendisi dildir.

Tükürelim dili, dediğim dil, toplumun aynası, sosyal bir varlık olarak kavratılan ve cehennemî ateşiyle bizi kuşatan dil. Berger’in dediği gibi şiir dile seslenir. Sesten doğar. Şiir sesle kurar kendini. Madem ağıt dedik, bir sözlü ezginin ağıt olduğunu anlamak, duymak için söylendiği dili bilmemize gerek yoktur. Sesle yanarız, ah’la, sözcükler ve onların anlamlarıyla değil. Ses bunun için yersizyurtsuzdur. “Sözcüklerin kendi dillerinden ayrı düşmesi” şiiri dilin gurbetine çıkarır. Toplumsal bir varlıkolan dilin uzağına düşürür şiiri. Sözcükler imge değerleriyle verili olan anlamlarının dışında -bazen açıklanamazlıklarıyla- çok başka bir şey olurlar şiirde. Elbette dilden dile seslenirler, ama dizge dışı bir seslenişle.

Yeniden dizeye dönersek de nasıl başka bir dünya, bu bildiğimiz dışında bir insan-oluş özlemimiz ve ihtiyacımızsa başka bir dil de öyle. O başka çıkarabilir ancak bizi yeniden iyi zamanlara. 

 

[1] John Berger (1998), Şiirin Saati, Çev. Gönül Çapan, Adam Yayınları