Anatomi Dersi: "Parçalanmış bir dünyada beden nasıl yekpare kalabilir?"

Ayşegül Devecioğlu ile dördüncü öykü kitabı Anatomi Dersi üzerine konuştuk: "Bu dünya elbette kendi kendine yenilenmeyecek ama sanmayın ki edebiyat sessiz bir tanık; tam tersine, bu mücadelenin parçası."

12 Mayıs 2022 15:30

Edebiyatla olan bağınızın anatomik yapısını nasıl tarif edersiniz?

Edebiyatla bağımın, bu bağ kelimesinin durumu izah ettiğini kabul edersek, yazarlıkla birlikte farklı bir hal aldığını söyleyebilirim. İyi bir kütüphaneye ulaşma şansım oldu büyürken, okumak için teşvik edildim. İyi bir okur oldum. Bu dünyayla ilişki kurma halimi etkiledi, seçimlerimde etkili oldu. Ne mutlu ki, insan olarak kendimi gerçekleştirme şansına sahip olduğum bir dönemde genç oldum ve edebiyat bizim damarlarımızda aktı, edebiyatın bize açtığı yollardan, bize kattıklarından uzakta değildik. Yani bizim kuşağın okuduğu kitaplar zihinlerimizde kalmadı, hayata karıştı. Yazar olarak ise dille didişiyorum, dil yetmiyor ancak dilden başka bir araca sahip olmadığımı da biliyorum. Görünmeyeni, anlatılamayanı tanıyıp hiçbir zaman tam anlamıyla anlatamayacağımı bilerek dile sığdırmaya çalışıyorum. Bu çatışmalı, bayağı zorlu, aynı zamanda da haz veren bir uğraş. Bütün bunlar bağ kelimesinden daha fazlasına işaret ediyor. Ama neye? Hesaplı kitaplı işlerin, bir tür milimetrik ölçüm mekanizmasının, bunun yanı sıra rüyaların, bilinçdışının işe karıştığı bir hal. Mesela bu kitabı yazarken bir sabah “Emma ceviz ağacında” diye bir cümleyle uykudan uyandım. Ve oturup bir hikâye uydurdum.

Öykülerinizin birbirine el veren bir yapıya sahip olduğunu düşünürsek, sizin yeni bir kitabınız, yolculuğa bırakılan yerden devam etmek demek. Yeni öyküleriniz için harekete geçtiğinizde temelde nasıl bir yapı oluşturmak istediniz?

Öyküde yazdıklarım dışında bir meselem yoktu. Aslında yeni bir yapı oluşturmak da istemedim. Ortaya bir yapı çıkıyorsa bile bunun bilincinde değilim. Ben her zaman durduğum yerden, her zaman baktığım gibi baktım. Biraz da insanların mahrem denen hayatlarını anlatayım falan gibi bir niyetim yoktu. Zamanı geldi, bu öyküler çıktı.

Tematik olarak insanın korkuları, endişeleri, karanlık tarafları, aydınlığa düşen taraflarının belirleyiciliklerindeki kaos… Özellikle kitaba da ismini veren ilk öyküde düşünsel olarak bir “İnsan anatomisi atlası” var karşımızda diyebilir miyiz?

Soruları okudukça şunu kavrıyorum, kitabın ismini aldığı öykü, kapsayıcı bir çerçeve gibi algılanıyor. Bu ne denli doğru, bilmiyorum. Aklımda ilk olarak Rembrandt’a daha doğrudan bir gönderme vardı. Doktor Nicolaes Tulp’un Anatomi Dersi. Sonra vazgeçtim, tabloyla ilgili bazı bilgilerim vardı. Gerek teşrih edilen beden nedeniyle (bir gün önce idam edilen bir mahkûmun bedenidir) gerekse derse katılanlar (kentin ileri gelenleridir) biraz uygunsuz geldi. Sonuçta ortada evet, bir teşrih var. Öykünün kahramanı olan kadın kendi kendine yapıyor bunu ve hayal ettirdiği fiziksel acı da hissedilsin istedim. Yani ortada kesinlikle bıçak ve kan var.

“Anatomi Dersi” öyküsü bir sevişme sahnesiyle açılıyor. Okudukça anlıyoruz ki, bedenen birleşme esnasında olsa bile –özellikle “insan” söz konusu olduğunda– anatomik yapının yetersiz kaldığı, parçalandığı, aslında bir bütünden hiçbir zaman söz edilemeyeceği gerçeğiyle yüzleşmek zorundayız.

Her ne kadar buna ben sebep olsam da bedenle ilgili şeyleri anatomi kelimesi çerçevesinde konuşmak istemiyorum. Çünkü iş buraya vardı mı bu kelime çok yetersiz kalır. Parçalanmış bir dünyada beden nasıl yekpare kalabilir diyeceğim. Beden bilinçten ayrı düşünülebilir mi? Öykü öyle açılsa da ana tema korku ve endişe mi? Yoksa aşk söz konusu olduğunda bu da hazzın bir parçası mı? Arzu ve haz dolanıp duruyor metnin içinde. Çünkü vaz geçilemeyen haz. Ne yapılsa eksik kalacak bir eskiz çiziliyor sadece. Belki okurken bu ara alanları kendi hayatımızla dolduruyoruz. Anlatılan kişi bize benziyor mu? Belki öyle, belki değil. Mesela, her ne kadar hepimiz gibi bu akıl almaz dünyaya tutunmaya çalışan biri olsa da, “Siyah Moli”deki ana karakter evime alacağım, birlikte bir kadeh şarap içmek isteyeceğim bir tip değil. Benimle mesafesini de korudu zaten. Onu evcilleştirmeme izin vermedi. Aksi halde öyküyü kaybetmem söz konusuydu. Emma’da ise zamansızlığın zırhı ardındaki karakterle yazarın karşılıklı konuşmalarında nasıl didiştiklerini görüyoruz. Burada bir şeyi canı pahasına beden acısıyla anlama ve dile sığdırma kaygısı var.

Bir çift gözün sürekli izlemesi gibi bir durum da var öykülerde sanki ya da –yoksa bile– bu hissiyat, bu duygu içimize gelip yerleşiyor. “Siyah Moli” öyküsünde kişinin dışardakinin davranışlarıyla beraber kendini de çok iyi analiz ettiği ve tüm diğer kişileri de çok iyi analiz eden, daha yukarıda onları izleyen başka bir göz… Ne dersiniz?

“Daha yukarıda bir göz” sözünüz beni düşündürdü. O göz varsa bile benim gözüm değil. Yani bir kamera göz olarak orada değilim. Bunu nasıl anlatabilirim bilmiyorum, ama öyküde ya da herhangi bir anlatıda dünyanın o sonsuz karmaşası içinde bir şeyleri yakalayıp kavramayı başarıyorsanız bile bunu gözle, hem de yukarıdaki bir gözle yapmıyorsunuz. Tepeden analiz eden biri değilsiniz. İçinde kavrulan bir varlıksınız. Anlatmaya, anlamaya çalıştığınız tüm varlıklardan kendini ayırt etmesi imkânsız bir varlık. Aynı derinin içindesiniz, aynı yüzülmüş derinin.

“Hayalleri Yıkma Vakfı” öykünüzden yola çıkarak politikanın, siyasetin edebiyattaki karşılığını konuşmak isterim. Umutlu musunuz?

Ben hiç umutsuz değilim. Örgütlü siyasi mücadelenin içindeyim. Gözümün bilincine siyaset kazınmış, bunun da farkındayım. Siyaset de dünyayı bir anlama, kavrama ve tanıma biçimi. Siyaset de dünyayla hemhal olmak zorunda. Dünyayı içine almak, onun bir parçası olmaktan fazlası, dünya olmak demek benim için. Mesela “Hayalleri Yıkma Vakfı”nı yazamazdım daha önce; ne zaman ki dünyaya daha çok karıştım edebiyat sayesinde, cesaretim arttı demeyeceğim ama mesafeler ve seviyeler değişti. Solculardan umutsuz olduğum için değil, inandığım, inandığımız ve uğruna mücadele ettiğimiz şeyin ne kadar büyük olduğunu daha iyi kavradığım ve umutsuz olmadığım için bu öyküyü yazabildim.

“Hepiniz,” dedi, “kötü bir yazarın kurbanlarısınız. Ben , onu ve kendimi romana dahil ederek size bir hesap sorma fırsatı verdim.” Pandemi, ekonomik kriz, savaş derken hem yerel hem evrensel anlamda yakın gelecekte yenilenecek olan edebiyattan umutlu musunuz?

Dalga geçmeye de hakkımız olmalı şu dünyayla, kendimizle. Haksızlık da etmiş olabilirim. Yazar, yazar dünyası, eleştirmenle ilişki... Bunlar bu dünyanın figürleri. Tanıdık kimseyi düşünmedim, bir eleştiri yapmak arzusu da duymadım. “Hayalleri Yıkma Vakfı”nda olduğu gibi halimize hep birlikte gülelim istedim. Bunun dışında yazarın karakterlerle ilişkisi benim çok ilgi duyduğum bir konu. Bu öykünün temelinde o var.

Esas sorun nedir dersek… Kültürel ortamı piyasa belirliyor. Bu durumda burada pür edebiyat diye bir şey aramak dünyanın karmaşıklığını anlamamak demek. Edebiyat dünyasındaki değişiklik de teknik gelişmelerden bağımsız düşünülmesi gereken bir şey. Ben kötü yazarlık dahil burada dalgasını geçtiğim her şeyi şu veya bu kişiye özgü değil, genel bir kültürel problem olarak görüyorum, çünkü bunu bir problem olarak ortaya koyarsanız çözüm de bulursunuz. Edebiyat, yazar çevresiyle pek bir ilişkim yok. Ama şöyle düşünüyorum, yazarlık zihnin farklı bir şekilde çalışması demek, ister istemez böyle. Dünya önünüzde yaprak yaprak açılıyor. Dünyayı dile sığdırmanın zorluğu, hem de bilinçdışının sürece dahil olması gibi nedenlerle yazarlık uğraşısındaki zihinlerin dünya için dikkate değer olduğunu düşünüyorum. Yani bunlar kutsanmış yarı tanrılar falan değil tabii; ortada gizemli, erişilmez bir durum da yok. Ama yazarlık özel bir tür zihinsel faaliyet. Kendimi çeşitli üretimlerde bulunan bu zihinsel toplamın bir parçası olarak görüyorum. Bu da yazılan tüm edebi eserlere başka bir mesafeden bakmamı sağlıyor. Yani onları da içselleştiriyorum bir bakıma. Kurduğum bu yakınlık bana kişisel ahbaplıklardan daha insani geliyor. Benim umut etmek istediğim, piyasanın baskılarından, toplumun bütün ifade biçimlerine ket vuran baskılardan kurtulduğumuzda, daha farklı bir dünya yarattığımızda, edebiyat dahil, sanat dediğimiz şeyin bambaşka biçimde toplumsallaşabileceği, bütün insanların dünyayla ilişkisini değiştirebileceği ve muhteşem bir hal alacağı. Bu dünya elbette kendi kendine yenilenmeyecek ama sanmayın ki edebiyat sessiz bir tanık; tam tersine, bu mücadelenin parçası.

•