Adaletin peşinde bir suçlu…

Suat Duman beş yıl sonra yayımlanan yeni romanı Dünyanın Leşleri’nde adaletin peşinde bir suçluyu anlatıyor. Duman’a göre sistem adaletsizlik üretiyor, hukuk da onu yamıyor...

14 Ocak 2016 12:35

Daha önce Cinayet Mevsimi ve Müruruzaman Cinayetleri kitaplarıyla ismini duyuran Suat Duman beş yıl sonra tekrar bir polisiyeyle okur karşısına çıktı. Alakarga etiketiyle yayımlanan Dünyanın Leşleri çoğumuzun bildiği mekânlarda, Taksim meydanında, Cihangir’in ara sokaklarında, Eminönü’nde geçiyor. Doludizgin bir aksiyon yok Dünyanın Leşleri’nde, ama suç, suça yaklaşma, öfke, para hırsı, sisteme karşı bir nefret var. Sokağa dikkatle baktığınızda o karakterlerden biriyle siz de göz göze gelebilirsiniz… 

Kitabın ismiyle başlayalım istersen. Dünyanın Leşleri demiş ve bir suç ağını anlatmışsın. Suat Duman’ın leş dedikleri nasıl insanlar? Leş kimdir?

Romanı ben yazdım ama romandaki kişi ben değilim haliyle. Dolayısıyla roman karakterinin leş dedikleriyle benim leş dediklerim aynı değil. Hatta ben olabildiğince bu kavramı kullanmam. Sinirli, öfkeli ama öfkesini bir türlü çıkaramayan bir adamın hikâyesi bu. Öfkesinin kaynağını tespit edebiliyor ama o kaynakla nasıl baş edeceğini bilemiyor. Çevresine baktığı zaman dünyada yükselen binaları, yakılıp yok edilmiş ormanları gören bir adam bu. Ve bütün bunlar onun için, onun ayarındaki insanlar için yapılmış sözüm ona. Gerçeğin farkında. Kendisi için yapıldığı söylenen her şeyin aslında kendisine rağmen yapıldığını görüyor. Ama bunlarla nasıl mücadele edeceğine dair hiçbir fikri yok. Bu yüzden, dünyayı bu hale getiren güruhu ideolojik olarak tespit edemese de, onlara leş diyerek sokağın diliyle meydan okuyabiliyor. Bu adam ben değilim. O adamın karşı çıktığı şeylere şahsen ben de karşı çıkıyorum ama benim karşı çıkışım biraz daha bilerek, biraz daha örgütlü bir şekilde olabiliyor. Bu yüzden leş değil de onları bilimsel bir şekilde kategorize edebiliyorum.

Dünyanın Leşleri, Suat Duman, Alakarga YayınlarıKarakter bir yerde “Dünyanın leşleri dünyada gömülmeli, hastalıklar öbür dünyaya havale edilmemeliydi.” diyor. Peki, dünyanın leşleriyle mücadele etmek, bütün hesapları bu dünyada görmek mümkün olabilir mi?

Mümkün olamayabilir. Ama bu en azından bir temenni, istek. Alternatifi de şu, “bu dünyada hiçbir hesabı göremeyiz, yatıp uyuyalım.” Bu karakter bunu söylemiyor. Zaten öfkesi burnunda bir adam. Diğer taraftan, tabii, kitap boyunca bir şiddetin hep mağduru, hiçbir zaman da faili değil. Olabileceği anda da bundan geri duruyor. Sadece bu gerçeği tespit ediyor. Bütün bu maddi problemlerle bu dünyada hesaplaşması gerektiğini hissediyor. Buna dair de fazla bir gücü, doğrusu öngörüsü de yok. Tek başına çözemeyeceği büyük bir ilişkiler ağının ortasında kalıyor. Ve güçsüzlüğünü hissettiği anda da yan yollara, ara sokaklara dalıyor. Bu dünyanın leşleri dünyada gömülmeli. Neden? Bir öbür dünya varsayımıyla değil, şundan: Bu dünyada zulme boyun eğen, öbür dünyayı da hak etmediğinden. Daha iyi bir dünya inşa edeceksek bunun başka bir yolu yok.

Bir yandan da adalet istiyor. En azından kâğıt üzerinde sistemin vaadi bu değil mi, adalet. Sonuçta bu bir intikam hikâyesi. Başına gelenlerin hesabını buradayken canlı canlı görmek istiyor. Aslında bu duyguyu şahsen de önemsiyorum. Sorun çözme irademizin şekillendiği an bence o: “Bu dünyada bunun hesabını göreceğim.” Bu bizim irademizi ilan ettiğimiz an. Kim olursak olalım, hangi fikri savunursak savunalım. Ben de varım ve sadece mağdur, sadece öldürülen, hep dövülen olarak kalmayacağım demek... Bunun yöntemini daha sonra yine düşünürüz. Ama bence o iradenin belirdiği an burası.

Bu yüzden mi kitapta Gezi de var? Bir iradeyi ilan ettiği için mi?

Gezi bunun için de var. Ama bu şablonu doğrulamak için koymadım. Romanın notlarını almaya başladığımda 2013 yılının başlarıydı. Karakterin başına hikâye boyunca birçok şey geliyor. İstiyordum ki eleman, karakter maceranın bir noktasında bir büyük kutlamanın, büyük bir karmaşanın içinde kalsın ve yolunu ancak o kaosun içinde bulsun. Gezi henüz olmamıştı. Benim aklımdan da 1 Mayıs ya da Cumhuriyet Bayramı gibi meydanların dolduğu bir kutlamayı fon olarak kullanmak ve karakteri sınamak geçiyordu. Ama ben bunları düşünürken Gezi direnişi başladı. O ana kadar görmediğimiz, sonrasında da şahit olmadığımız, tanımlamakta da hâlâ zorlandığımız bir şey Gezi. Bir kutlamayla ya da herhangi bir kalkışmayla kıyaslayamıyoruz hâlâ. Gezi bu yüzden de var. Tabii aynı zamanda Gezi’nin gösterdiği büyük bir kuvvet, inanç, biz aslında ölmemişiz, bir araya gelebiliyoruz duygusu... Ve bu ortak noktaları kuvvetle, kabul ettirecek bir güçle, kimseye de zarar vermeden ilan edebiliyoruz. Toplum hem gücünü gördü hem de kendine dair inancını tazeledi. Sonuç alabildi mi? Bence aldı ve alıyor, ya da alacak. Hiçbir şey yok olmaz. Gezi’den çıkaracağımız sonuç da bence buydu. Bu yüzden buna Gezi’yi kullanmak değil de Gezi’den kaçamamak diyelim.

Karakter olayların bir katılımcısı değil ama olan bitenden etkileniyor; gaz yiyor, ıslanıyor, barikat arkasında sabahlıyor. Onu olayların içinden geçen biri olarak kurgulamak roman için nasıl bir alan açtı?

Önce teknik açıdan söyleyeyim, o kadar büyük bir olaydı ki, Gezi’yi anlatmaya çalışsam romanı yazamayacaktım. Ve Gezi’nin varlığı yazmaya çalıştığım şeyi büsbütün öldürecekti. Dolayısıyla roman içinde Gezi ya da Haziran ya da Mayıs demekten özellikle kaçındım. Bana sorarsanız romanın finaline dek, finali saymaz isek, bunun Gezi olup olmadığı tartışmalıdır. Toma ve biber gazı hayatımızın ayrılmaz parçası çünkü gaz solumayı, ıslatılmayı göze almadan şöyle ağız dolusu bir  'hürriyet' bile dememizi istemiyorlar. Gezi’nin romanı ayrıca yazılabilir tabii ama o bambaşka bir çalışma ister. Bu yüzden karakterin Gezi’de, Gezi’yi anlayarak, hissederek ve taraf olarak bulunmasını istemedim. Birinci sebebi bu.

Gezi olaylarının zannettiğimizden daha az siyasi bilinçle vücut bulduğuna inanıyorum. Romandaki karakter de, Haziranı yaratan insan tipine yakın. Nefretleri, öfkeleri, iddiaları var, ağır bir baskının altında eziliyor. Bunu dışa vurmak istiyor. Gezi’yi oluşturan kitlede de bu duygular vardı. Ve o kitlede politik bilinç başlangıçta neydi bilemem ama süreç içinde kademe kademe keskinleşti. Çoğumuzun bilinci oradayken, çadırlarda, parkta berraklaştı, pratiğin en alevli yerinde. Bu, Gezi’yi lekeleyen bir tespit değil, bilakis toplumu anlamamız açısından önemli bir veri olduğunu düşündüğüm için söylüyorum. Karakterin Gezi’den uzak duruyor olması, o pratiğin içinde bulunmuyor olması, siyaseten oradan uzak düştüğü anlamına gelmiyor, zaten safını belirlediği bir an var. Dışarı çıktığında ne tarafa doğru gideceğine karar verdiği an karakter, “Bir tarafta polis vardı, bir tarafta ondan kaçanlar. Kaçanların yanına gittim. Niye kaçtıklarını sonra da öğrenebilirdim,” diyor. Bunun dışında, Gezi’yi hiç anlatmamış olsam bile, bu adam Gezi’de de bulunabilirdi diyeceğimiz bir tipti, çünkü Gezi’de zaten herkes bulunabilirdi, herkes de vardı...

Herkesin bir ismi, değilse bile sıfatı varken ana karakterin isimsiz. Bilinçli bir tercih mi? Böylece karakteri herkesleştiriyor musun?

Romanı karakterin kendisi anlatıyor zaten. Elimden geldiğince sokağa ait bir dil de kurmaya çalıştım. Karaktere isim vermekten özellikle kaçındım. Bu doğru. Ama teknik olarak zaten kendisi anlatıyordu, uzunca bir süre onun adını hiç düşünmedim, gerektiği bir an doğduğunda da kaçındım. Ama bu değdiğin gibi tam da her gün yanından geçtiğimiz insanlardan biri gibi hissedelim diye yaptığım bir tercihti.

Hukuk kazanmış ama bitirememiş, doğru düzgün bir işi olmamış, para kazanamamış, hapse girmiş çıkmış biri… Tutunamamış mı, tutunmak istememiş mi?

Tutunamayan kavramını tam olarak bir yere oturtamıyorum. Bizim edebiyatımızda genelde “tercih etmemiş” olanlardır onlar, değil mi? Yani okuyabilecekken bunu tercih etmeyen, çalışabilecekken bundan kaçınan ama bunun bedelini pek de ödemeyen, fiziken bunun acısını çekmeyen bir tipten söz ediyoruz. Romandaki karakterinse fakülteyi neden bıraktığı belli değil, niçin bir türlü çalışıp para kazanamadığı, daha doğrusu, para kazanıp kazanamadığı da belli değil. O güne kadar nasıl geçindiğini bilmiyoruz. Parlak bir hayatı olmadığı belli ama kritik nokta şu, şikâyetçi olduğu temel şey kendi varlığı değil. “Bu hayat bana hiç gülmedi, ne kadar şanssızım, onu da beceremedim, bunu da...” diyen bir tip değil. Şikâyetçi olduğu şeylerin tamamı sisteme dair. Ölçüsüz bir öfkeyle bunu sürekli yineleyip duruyor. Nazik bir adam değil. Hatta kendini gayrimeşruda tanımlayan bir adam. Hayatın çok içinde ve aslında tersinden tutunamayan belki de. Bu halinden memnun çünkü bir yandan da orada nefes alıyor.

Karakterinin kapitalizmle ilgili de büyük sorunları var. Zenginleri, o dünyanın, insanlarını hiç sevmiyor. Hatta bir yerde de şöyle diyor, “Zenginler kızım, yalnızca satın alamadıklarını sever. Parayı severler yani.” Güce, paraya kendisi ulaşamadığı için mi bu kadar hınç dolu karakterin?

Aslında en başta konuştuğumuz şey, sistemi bilinçli bir şekilde analiz etmiş bir adam değil bu. Zengini ve parayı niye “sevmemesi” gerektiğini tam algılayamıyor. Oradan, yani zengin, hâkim sınıftan dünyaya kötülük boca edildiğini görüyor. Bir yandan da parayı seviyor aslında. Yani parayı kullanmak istiyor ama öbür taraftan aslında ortalamaya hâkim bir duyguya da sahip: Şu para bende de olsa! Bu yüzden çelişkileri var, fikirleri net değil. Öfkesinin kılıç gibi keskin olmasının sebebi de bu. Meseleyi net bir şekilde çözmüş bir adam formüle eder değil mi? Sınıf savaşıdır dersin, yöntemi de şudur dersin, onun mücadelesini örgütlersin. Ama bu adam o adam değil, çelişkileri var, sorunu tespit edebiliyor çözümü göremiyor. Bu yüzden zihni gelgitlerle dolu. Hem kapitalizmle, sistemle bu kadar tartışıp hem de bir yandan onun nimetlerini kovalamak... Tam da bu adamın yapacağı bir şey. Bir de o sınıfa dâhil değil ve yarın bir gün hesabına çok büyük bir meblağ yatsa bile o sınıfa dahil olamayacağının farkında. Bu yüzden de bir nefreti var. Hiçbir zaman onlar gibi olamayacağını biliyor. Çelişkileriyle sokağın adamı bu.

Hırsızlık, kumar, şantaj konularını yazarken bir yandan da yukarıda bahsettiğin gibi adalet kavramını irdeliyorsun. “Toplum yasalarıyla eli kolu bağlanmış, yitip gitmiş insani değerlerle gözü boyanmış biri adil olamaz” diyorsun. Adalet konusunu bu kadar tartıştığımız bir ortamda sence tartışmalar karşılığını buluyor mu? Bu boşluk nasıl ve nereden doğdu?

Evet, bir boşluk doğuyor. İşin aslı, sistem kaçınılmaz bir şekilde adaletsizlik üretiyor, hukuk da bunları örtbas etmek ve devamlılığı sağlamak adına yamıyor. Hukukun temel işlevi bu. Yani adaleti bu kadar ararken sürekli bir boşlukla karşılaşmamız hukukun problemi değil. Çünkü adaletsizliği yaratan şey hukuk sisteminin zaafları değil bilakis o sistemi uygulayacak kuvvetlerin problemi. Bahsettiğin cümlede adaletin böyle bir tarafı var. Bu yüzden adalet tanrıçasının gözü kapalı aslında. Adalet istiyorsak birazcık gözümüzü yummamız gerekiyor. Mutlak bir adaletin yolunun hepimizi tereddüte düşürecek ağır bir radikalizmden geçtiğini bile söyleyebilirim. Bu nedenle romanı yazarken zihnimde adaletin hangi araçlara ihtiyaç duyduğu, duyacağı meselesi dönenip durdu. Fransız Devrimi’nden bugüne sorunların hep gözü pek kahramanların ve kararlı kitlelerin fedakârlığını hem de normalde hiç istemeyeceğimiz bir şiddeti barındırdığını gördüm. Yukarıdaki satırların altında bu düşünceler yatıyor.

Ülkemize baktığında neler düşünüyorsun? Vicdan, toplum, adalet arasında nasıl bir ilişki var? Çocuğunu kaybetmiş bir annenin yuhalanması, bir kadının kahvaltı sofrasında ölmesi karşısında dilsiziz. Hem bir hukukçu hem de bir romancı olarak nasıl değerlendiriyorsun?

Ben genel anlamda hep iyimserim. Topluma baktığım zaman da çoğunlukla şunu söyleyebilirim, en ağır günlerden geçtiğimizde bile içimden hiçbir zaman bu milletten adam olmaz cümlesi geçmedi. Toplumlar iyiye doğru çok ağır adımlarla ilerliyor ve bu bazen bizi çok yoruyor. Bizim içimiz kaynıyor, biz koşmak isterken toplum çoğu kez oturmakla, nadiren de ağır adımlarla ilerlemekle bazen de geriye doğru yürümekle meşgul. Ama bu anlarında bile topluma bir kabahat bulmaktansa bu toplumun şanslı insanlarına, okumuş, eğitim almış insanlarına kabahat bulmayı her zaman daha doğru buluyorum. Evet, Berkin’in annesinin yuhalanması travmatik bir olay. Yuhalayanlara laf söylemeden önce o anı kurgulayanlara bence kabahat bulmak gerekiyor. Çünkü kimsenin aklına gelmeyecek bir şeyi bir kişi akıl etti ve bu oldu. Tabii ki unutmayalım, bunun hesabını kendimizden bile soralım, o an orada olamamak, bunun düşünülmesini bile engelleyememiş olmak, bunların azabını çekelim ama topluma laf söylerken iki kere düşünmekte fayda olduğunu düşünüyorum. Baktığım zaman da hep pozitif referanslardan güç almaya çalışırım. O yüzden iyi önderlerimizi, kahramanlarımızı, kendini feda etmiş gençleri anımsarım. Berkin Elvan’ın yuhalanmasını değil, ben Berkin Elvan’ı anımsarım, o gencecik çocuğu.