25 yıl önce: Az, uz…

Yine Düşünce Özgürlüğü Yine Türkiye: 1995'te yayımlanan kitaba bakıldığında o zamanlar çok daha umutlu bir havanın estiği görülebiliyor. Çeyrek yüzyıl sonra bu derlemedeki eleştiriler keşke güncelliklerini kaybetmiş olsalardı...

14 Haziran 2020 19:44

“Beğenmedikleri fikirlerin yanlışlığını göstermeye çalışacaklarına; bu fikirlerin sahiplerini ‘hain, satılmış, yabancıların kuklası, dönek, şu bu’ diye nitelemeye utanmayanların hâlâ itibar görebiliyor olması, belki Türkiye’de demokratikleşmenin en önemli meselesi.” (s. 23-4)

Bir başka alıntı:

“Bugünün Türkiye’sinde ülkenin içini kemiren Kürt sorununu tartışmak yasaktır. (…) Bölgelerinden sorunları dile getirmeleri için parlamentoya seçilen Kürt milletvekilleri, bunu denedikleri için dokunulmazlıklarını ve milletvekilliklerini kaybettiler. Bir kısmı özgürlüklerinden oldu, bir kısmı sürgüne gitmek zorunda kaldı. Sorunla ilgili yazı yazan bazı aydınlar hapse mahkûm oldular.” (s. 37)

Bir alıntı daha yapacağım:

“Bugün düşünme zamanıdır. Düşünce özgürlüğü için direnme ve çaba gösterme zamanıdır. Çünkü, düşünce özgürlüğü olmazsa insan hakları savunulamaz, korunamaz, geliştirilemez. Çünkü düşünce, söze, yazıya, resme, şiire ve yontuya dönüşmeden yaratıcı olamaz. Bireyi ve toplumu geliştiren, düşünce özgürlüğüdür.” (s. 48)

Son alıntı:

“Bugün, ‘1982 Anayasası’ndan başlayarak, o rejimin sürdüğü tarlaya ektiği zehirli bitkiler, göz tırmalıyor, el yakıyor ve beyinleri örseliyor; yaydıkları kokuyla, Türkiye intelligentsia’sının ‘teneffüs yolları’ rahatsız haldedir. (…) Ne yapmalı? Yapılacak şey, tarlayı olduğu gibi yakmak ve yeniden sürmektir. 12 Eylül rejimine muhalefet etmiş partiler, yani bugünkü parlamentoyu dolduran güçler, en başta bunu yapmalıydılar. Tersi olmuştur; bir küçük azınlığın dışında, sahip çıkmışlardır o kirli mirasa.” (s. 133-4)

Marx, o çok meşhur sözünde tarihte yer etmiş büyük olayların ve kişilerin sahneye iki kez çıktığını ama ilkinin trajedi ikincisinin ise fars şeklinde yaşandığını söylemişti.

Alıntıları yaptığım kitabın basılma tarihi: 1995. Trajik 1990’lı yıllar.

Yine Düşünce Özgürlüğü Yine Türkiye adlı kitapta yirmi yazarın görüşlerine başvurulmuş. Kitaba geçmeden önce, alıntıların sahiplerini sırasıyla söyleyeyim: Şahin Alpay, Yavuz Baydar, Akın Birdal, Server Tanilli.

Kitap, adındaki “yine… yine…” seslenişiyle adeta olduğu yerde tepiniyor. Daha öncesinde bir şey olmuş olduğunu ve buna tepki olarak tepindiğini hissediyorsunuz. Biz buradan gitmiyoruz gibi bir eda seziliyor. Sebebi arka kapak yazısında. Meğer, Can Yayınları, bundan önce Düşünce Özgürlüğü ve Türkiye diye bir kitap çıkarmış ama Yaşar Kemal’in o derlemede yer alan iki yazısından ötürü kitap çıkar çıkmaz savcı toplatma kararı vermiş. Böylece, yirmi dört yazar “düşünce özgürlüğü” ile “Türkiye” kelimelerini aynı cümle içinde yazmanın cezasını çekmişler. Tabii çekerler. Siz kimsiniz de “birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyduğumuz bugünlerde” Türkiye ile “düşünce özgürlüğü” gibi bir kavramı, üstelik bir kitabın başlığında, yan yana yazmaya kalkarsınız? Ayrıca, dikkat ediniz, yabancıların kuklası bu zatlar “ifade özgürlüğü” de demiyor, bizzat “düşünce özgürlüğü” diyerek, kozasındaki ipekböceği gibi zihindeyken öldürülen düşüncelerden bahsetmiş oluyorlar. Ne de olsa fikir önce doğmalı, –bu örnekten devam edersek– kozasından çıkıp kanatlanabilmeli. Ama kelebeklerle uğraşmak yerine, daha kozasındayken işi kökünden halletmek daha doğru ve zahmetsiz olmaz mı?

“Düşünce ve ifade özgürlüğü” kavramın yüksek teknolojili ürünler gibi Batı menşeli olduğu açık olmakla birlikte, bu tip kavramlarla kavgası hiç bitmeyen Doğu Perinçek, yazısının başlığında şöyle sormuş: “Batı’dan Özgürlük Gelir mi?” Elcevap: “Gelmez.” Peki, niye gelmez, Perinçek güzel tespitleriyle açıklıyor. Yazısına o da “Bugün Türkiye’de,” diye başlamış, “en gerici tez şudur,” diye devam etmiş, “demokrasi ve özgürlük Batıdan gelir.” Haklı olduğu şüphesiz. “Demokrasi ve özgürlük”, Doğudan gelir – bu bizzat Doğu Bey’in kendisi de olabilir… Ama burada fraksiyonel bir mesele var ki kendisi bu işin erbabıdır. Öyle Doğudan gelir, demek yetmez. Ne kadar Doğu, nereye kadar Doğu? Doğu denenin Doğu olduğu nerden belli? Perinçek, ABD’nin salladığı “insan hakları sopasının” Suudi Arabistan, Körfez şeyhlikleri ve Latin Amerika diktaları gibi rejimlere çarpmadığını söylüyor. Demek ki, “demokrasi ve özgürlüklerin” kaynağı Ortadoğu değil. Geriye kaldı, Uzakdoğu. “Sopa, Çin, Kore, Küba, Irak, Libya gibi ABD’ye karşı koyan ülkelere sallanıyor.” (s. 128) Buradan konuyu “mandacı örgütlere” getiriyor. Bakıyoruz neler var diye, Helsinki Yurttaşlar Derneği ile İnsan Hakları Derneği’nin adını vermiş.

Bu da çok ilginç çünkü HYD deyince akla gelen ilk isim olan Murat Belge bu kitabın yazarlarından biri değil ama Kurucular Kurulundaki Adalet Ağaoğlu, Ercan Karakaş ve Orhan Pamuk’un aynı kitapta yazıları yer alıyor. Ayrıca, İHD Genel Başkanı Akın Birdal da bu derlemeye yazı veren yirmi isimden biri. Doğu Perinçek, mandacılarla beraber yazmayı neden kabul etmiş, bunu anlayamıyoruz. Ama anladığımızla yetinmek lazım: 1995 yılında, demokrasinin ve özgürlüklerin diyarı olarak Çin parıldıyor. Doğu Bey’in bu kitaptaki vazifesi, sanırım düşünce ve ifade özgürlüğünün ne olmadığını, ne kadar yanlış anlaşılabileceğini göstermek... Bir de çok sağlam bir tespiti var kendisinin: “Batılı emperyalist devletler, Birinci Dünya Savaşını Türkiye’ye özgürlük götürmek için değil, ülkemizi paylaşmak adına yaptılar. İstanbul’a, İzmir’e, Antep’e, Adana’ya çıkan emperyalist orduları demokrasi getirmiyordu.” (s. 129)

Birinci Dünya Savaşının sebebine dair bu çözümleme nasıl olmuş da tarihçilerin gözünden kaçmış, insan anlamakta güçlük çekiyor. Orijinalitenin bu raddesi takdire şayan.

Adalet Ağaoğlu, müthiş kara alayla dolu yazısında ülkemizdeki bazı özgürlüklerden söz etmiş:

“İsteyen herkes, önüne çıkan her meskenin altında, yanında, ardında, patlayıcı madde dükkânı, fırın, kaporta atölyesi, gazino, bar, gece kulübü, marangozhane, kasap, mezbaha açabilir. (…) Herkes dilediği pencere camından üst katlara doğru bir soba borusu uzatabilir. (…) Burada özgürlükler saymakla bitmez. Politikaya atılan hemen herkes insanlara özledikleri, bekledikleri her şeyi, üstelik fazlasıyla vaat etmek, sonra da hiçbirini yerine getirmemekte özgürdürler.” (s. 7)

Adalet Ağaoğlu, doksanların ortasında, bugün bile pek iyi anlaşılamayan cumhuriyet-demokrasi ayrımının altını çizmiş: “Cumhuriyet olup da demokrat olamadığımız, demokrat olup da insan haklarına saygı gösteremediğimiz…”

Pop şarkılarının bir bölümünü hariç tutarsak, sonu darbeyle biten kayıp bir on yıl olduğunu söyleyebiliriz doksanların. Özellikle Kürt meselesinin içinden çıkılmaz bir hal aldığı yıllar. Yazarların birçoğu, “düşünce özgürlüğü ile Kürt sorununu” birlikte düşünmeyi tercih etmiş.

Orhan Alkaya, “Kuyucu Murat Paşa soyundan Orgeneral Muğlalı’nın çıkması nasıl kaçınılmazsa; Ermeni katliamına tetik olan Hamidiye Alaylarının Kürt erattan oluşması da o kerte kayda geçmek zorundaydı,” diye yazmış. (s. 13)

Şahin Alpay, TOBB adına “Doğu Sorunu” konulu bir araştırma yapan Doğu Ergil’le kısa bir söyleşi yapmış. “Büyük bir hoşnutsuzluk var söz konusu yörede. Hoşnutsuzluklarını çeşitli biçimlerde ifade ediyorlar, ama bir tek kaynağa bağlıyorlar: Devlet.” (s. 54)

Yaşar Kemal, “suyu kurutarak balığı tutmaya çalışmak” ile suçluyor devletin politikasını. İki halkın arasının sürekli açıldığını, bunun da hiç kimse için iyi bir şey demek olmadığını bağırıyor. Ama Yaşar Kemal’den terörist çıkaracak, onun yazılarından ötürü kitapları toplattıracak bir savcı hep bulunuyor memlekette. “Yaşar Kemal ve teröristlik” bir arada telaffuz edilmeye başlanınca, “düşünce özgürlüğü ve Türkiye” yan yana anılamaz oluyor…

“Çok yazdım. Gene de yazıyorum. Kürtlere, yahu kardeşler, ülkemizde yanlışlıklar oldu. Size zulümler, kötülükler yaptık. Halkların, uygar insanlığın kabul edemeyeceği bir belanın içindeyiz, buyurun, evrensel insan haklarını, biz kardeşiz ta ezelden beri, buyurun demeliyiz. Bu çok kolay, çok kolay…” (s. 106)

Bugün acaba hâlâ bu kadar kolay mı? Yaşar Kemal, “yağdan kıl çeker gibi kolaylıkla” bu işi başarabileceğimizi, savaşı bitirebileceğimizi söylüyor. Öyle mi gerçekten? Orhan Pamuk da yazısını aynı konuya ayırmış:

“On yıldır sürüp gitmekte olan ve yavaş yavaş alışılan bu çirkin savaş Türkiye kamuoyunu yalnızca yalana alıştırıp zehirlemedi, ülkenin binlerce yıllık kültürünün temel taşları olan acıma, şefkat, kardeşlik gibi değerleri de hızla kemirdi, öğüttü, yıprattı.” (s. 122)

Savaş, neredeyse kırkıncı yılına ulaşacak. Çözümden ne kadar uzak olduğumuzu bilemiyoruz bile. Dahası, savaş artık tamamen benimsendi. Bu ülke nüfusunun büyük bir kısmı savaşın olmadığı bir dönemi hatırlamıyor. Katliama varmadığı müddetçe karşılıklı ölümler haber dahi olmuyor…

Ahmet Altan, “Caniler Çağı” adını vermiş yazısına. Fransız İhtilalini takip eden, giyotinin hiç durmadığı “terör dönemini” hatırlatmış: “Toplum önce ölümden korkmuş, sonra ölüme alışmış, sonunda da ölümle, kanla, cinayetle eğlenir olmuştu.” Bu kadar çok cinayete şahit olmanın toplum üstünde çeşitli yan etkileri olması kaçınılmaz. “Ölümün ve kanın fazlalığı insanların duygusal tepkilerini altüst etmiş, hepsini birer cellat yamağına çevirmişti.” (s. 29)

Mehmed Uzun, PEN’in bir kongresi için yazmış olduğu bir yazıyla yer alıyor kitapta. Onun gündeminde de “Kürt Sorunu” var:

“Söz ve sözcüklerin sustuğu, susturulduğu ve neredeyse anlamını yitirdiği, diyalogun ise hiç sözünün edilmediği, Kaf Dağının arkasına sürüldüğü günümüz Türkiye koşullarına…” (s. 148)

Bugün her şeyin sorumlusu olarak AKP’yi göstermeye kararlı bir kesim var. Ama bu kitap yayınlandığında ortada henüz AKP diye bir oluşum bile yok. Yani, bu ülkenin en büyük sorunu, sorunların özünde hiç değişmiyor olması. Adalet Ağaoğlu, bu ülkenin en önde gelen romancılarından biri:

Fikrimin İnce Gülü romanımı, devletin güvenlik güçlerine ve orduya güveni sarsmaktan ötürü toplatan, beni mahkemeye veren de aynı devlet, aklayan, aradaki zararı ödemeyen de.” (s. 12)

Bu satırları okuyunca aklıma, Çetin Altan’ın bir konuşması geliyor. Yazılarından ötürü yüzlerce dava açılan, üç yüz dört kez ağır cezada hâkim karşısına çıkan, hapse atılan, işsiz bırakılan Çetin Altan’ı, hukuk fakültesi mezunu da olduğu için, Yargıtay’a sembolik bir ders vermeye çağırmışlardı. Çetin Altan, “beni hapse atan da, sonra getirip burada konuşturan da bu devlet,” mealinde bir söz etmişti.

Bu yazıyı yazarken, alıntıyı tam verebilmek için gazetelerin arşivinde biraz dolandım. Filiz Aygündüz’ün Çetin Altan’la 4 Ocak 2009 tarihli bir söyleşini buldum. Bu söyleşi, 2008’in sonunda yapılmış olmalı. 2008 yılında, Cumhurbaşkanlığı Kültür Ödülünün sahibi Yaşar Kemal, Kültür Bakanlığının Kültür Ödülü sahibi ise Çetin Altan. Bugünden geriye bakınca, çok daha umutlu yıllarmış, bunu görebiliyoruz. Filiz Aygündüz, Çetin Altan’a, toplatılan kitaptaki yazısı sebebiyle Yaşar Kemal’e yirmi ay hapis cezası verildiğini hatırlatıyor ve ikisinin aynı sene ödül almasının bir tesadüf olup olmadığını soruyor. Çetin Altan, “Türkiye’de fazla bir şey değişmez diyenler de olmuştur, eski yazarlardan,” diye bilgece bir cevap veriyor. “Bir anda, eski bir şey daha gelir, şaşırır kalırsınız.” Şaşırıp kalmak, o kadar sıradanlaştı ki, neredeyse bir tek şaşırıp kalmanın kendisine şaşırmayacak hale geldik.

Bir başka örnek de Yavuz Baydar’ın yazısında. Baydar, düşünce özgürlüğünü tartıştığı yazısında “Ermeni Sorunundan” bahsederken Taner Akçam’ın adını zikrediyor. 1995’ten 2020’ye… Geçen zamanın aslında nasıl durduğunu sadece Taner Akçam’ın hayatına bakarak bile görebiliyoruz. Şu yirmi beş yılda tabii ki bazı şeyler oldu, tabularda yer yer büyük delikler açıldı ama hâlâ bu koşuda Akçam’ın yanına yaklaşan kimse çıkamadı, Akçam için hâlâ “angaje aydın” yazıları yazılabiliyor…

Pınar Kür, “akıllı köprüyü arayıncaya dek deli suyu geçer,” gibi dilimizde yer alan yüzlerce atasözünün bize genellikle aynı şeyi söylediğini yazmış. Bu sözlerin ortak özelliği, düşünmenin yararsız hatta tehlikeli bir eylem olduğu konusunda hemfikir olmaları.

Zülfü Livaneli, ulus-devletin kurulma sürecinde, Batıdaki örneklerin aksine, ulusun devleti kurmadığını, devletin kendisine ulus yarattığını söyledikten sonra şöyle diyor.

“Bu anlayışla kurulan devletin, eleştiriler karşısında tahammülsüz olması doğaldı. Çünkü ulusu oluşturan devlete yapılacak herhangi bir eleştiri, yalnız devleti değil, bu devletin kurduğu ulusu hedef alıyor olacaktı. Türkiye Cumhuriyeti devletinin eleştiriler karşısındaki hoşgörüsüzlüğü ve değişik düşüncelerin yayılmasından korkması bu temelden kaynaklanır.” (s. 118-9)

Bu toplum, kendi sorunlarını çözememe konusunda adeta ihtisas sahibi. 1995’te ne tartışıldıysa, bugün hâlâ bir sorun olarak, üstelik daha büyümüş, kalıplaşmış olarak karşımızda. 2005 Ermeni Konferansı, Çözüm Süreci, Onur Yürüyüşü, 301’in kaldırılması… Birer parantez olarak hayatımıza giriyor, düşüncenin önündeki engellerin kaldırılacağına dair umut doluyoruz, sonra her şey sil baştan başlıyor. Tabii bir şey bir kere olunca, hiç olmamış gibi de yapılamıyor. Ama özgürlük sıkışan duvarlar gibi parantezlerin arasında ölüme, etkisizleşmeye terk ediliyor.

AKP de bu düzenin bir çocuğu. Abdullah Gül, Yaşar Kemal’e ödülünü takdim ederken, devlet adına kendisinden özür dilemiş; Çetin Altan ödül konuşmasını yaparken Başbakan ve Kültür Bakanı “iki genç delikanlı gibi bir kenara çekilip” ayakta dinlemişti. Sonra bir baktık, meğer bunların hepsi bir rüyaymış…

Yirmi beş senede cep telefonu teknolojisi nereden nereye geldi, İstanbul’da hangi yeni semtler kuruldu, uzaya dair ne bilgiler edinildi, neler keşfedildi… Türkiye’ye bakınca ise hep aynı tekerlemeyi mırıldanıyor insan:

Az gittik, uz gittik… Dönüp baktık ki bir arpa boyu yol gitmişiz.