Ha “yumruk”, ha “yürek”

Yumruk-Yahut-Yürek

Yumruk yahut Yürek

KRİSTİN EİRÍKSDÓTTİR

çev. Kadir Daniş Ketebe Yayınları Kasım 2022 176 s.

Yumruk yahut Yürek, şu kocaman dünyada başlarından geçenler yüzünden kendilerine yaşamak için bir “yumruk yahut yürek” kadar alan açamayan iki kadının hikâyesini anlatıyor. Yazarın Elin’in ve Ellen’ın hayatlarını kitabın büyük bölümünde paralel düzlemde anlatması, yukarıda değindiğim zaman ve kişi algısını ortadan kaybettirmesi okurun aklının bir köşesine sürekli bir “Acaba?” bırakıyor.

BURAK SOYER

Kristin Eiríksdóttir 3 Kasım 1981 yılında İzlanda’da doğmuş. İlk romanı Kjötbærinn (Türkçeye “Et Kasabası” olarak çeviriyor Wikipedia) 2004 yılında yayınlanmış. Bunu 2006 yılında Húðlit auðnin (bunun çevirisi de “Ten Rengi Çorak Topraklar”) izlemiş. 2008’de ise Annarskonar sæla isimli şiir kitabını çıkarmış. İlk iki kitabı şiir ve roman karışımı olan Eiríksdóttir, 2010 yılında yazdığı öykü kitabı Doris Deyr ile Avrupa edebiyat sahnesinde sesini duyurmuş. 2014’teki Kok’la (“Aşçı”) da İzlanda Kitapçı Çalışanları Birliği tarafından verilen ödülü kazanmış. Aradan üç yıl geçtikten sonra yazdığı Yumruk yahut Yürek ile ise asıl çıkışını yaparak İzlanda Edebiyat Ödülü’ne layık görülmüş. Yine aynı kitap ile 2019’da İskandinav Kurulu Edebiyat Ödülü’ne aday gösterilmiş. Aynı yıl Library Journal’ın hazırladığı “2019’un En İyi Dünya Edebiyatı Seçkisi’nde yer alan Yumruk yahut Yürek, kısa süre önce de Ketebe Yayınları etiketi, Kadir Daniş çevirisiyle Türkiyeli okurlarla buluştu. Kristin Eiríksdóttir’in adım adım ilerleyen, ilerledikçe de basamak basamak açılan kitabı, yetmişine merdiven dayamış oyun dekorcusu Elin ile henüz yirmisine gelmeden eli yüzü düzgün bir oyun yazmış Ellen’ın yollarının kesişme sürecini, bu süreçte iki kadının travmalarını, bunların bıraktığı izleri ve varoluş kıvranışlarını anlatıyor.


Kristin Eiríksdóttir

İzlanda’nın Reykjavik şehrinde eskiden tiyatrolara, otuz yıldır ise filmlere ve televizyon işlerine çeşit çeşit dekor hazırlayıp bir yandan da geçmişinin tuhaf ama sanki (!) mutlu günlerini yâd ederek akreple yelkovanın devrilmesini bekleyen Elin, büyükannesinden kendisine kalan kutuları karıştırırken sonbaharda sahnelenmeyi bekleyen bir tiyatro metniyle karşılaşır. Uzun süredir tiyatroyla bir bağı bulunmayan Elin metni “istisnai” bularak aklının bir köşesine kazır. Tiyatronun yönetmeni kendisiyle dekor işi için iletişime geçince ilk başta kabul etmez. Ancak oyunun yazarının bir zamanların meşhur kalemi Alfur Finnson’un kızı olduğunu öğrenince mevzu ilgisini çeker. Finnson’la bağlantısını, oyuna dikkat kesilmesini ve Finnson’ın hayatının özetini Elin’in kaleminden okuyalım, çünkü olayların başlangıcı buraya dayanıyor: “Ellen’ın babası Alfur Finnson da kendi devrinde Yeni Bomba’ydı. Sonra seçkin bir yazar oldu. Uzun yıllar önce de öldü. Pek çok kimliğinin yanı sıra piyes yazarıydı. Birkaç prodüksiyonda çalışmıştım da aslında. Biraz tanıma fırsatım oldu onu. 1980’lerde her gece, her temsilde perde kalkar kalkmaz patlatılan, çimenden mamul dağlar yapar dururdum. Alfur’un ömrü de yazıları kadar trajik ve dramatik oldu. Her şey bir kenara, öldüğünde Ellen daha iki yaşında ya var ya yoktu. Ellen’ın oyununa ilgimin bir kökeni de buydu haliyle. Alfur Finnson ve eserleriyle ilgili çok şey yazılıp çizildi ama esasen son yıllarıyla ilgili çok az şey biliniyor. Ona kızı Ellen’ı doğuran genç kadına dair de öyle. Benden beş yaş falan büyüktü. İlk kitabının kopardığı velveleyi de iyi hatırlıyorum. Sonradan tanıştığımızda, tiyatroda çalıştığım kısa zamanda merakımı uyandırdı. Öyle onu yakından tanımak istetecek kadar değil ama. Hatta hiç hayran olmadım ben ona. Fakat çevresini böyle kolayca manipüle eden ve akıllarını şehvani hikâyelerle dolduran biriyle her zaman tanışılmıyor yani. Hakkındaki dedikoduları takip ettim, uzaktan uzağa kulak kabarttım. Pembe dizilerden bir pembe diziydi işte, ya ne olacaktı? Bana neydi hem? Fakat sonra hikâyelerin en fenasının ortasında buluverdim kendimi.”

Elin’in kendini “hikâyelerin en fenasının ortasında” bulması okuma provasına gidip de Ellen’la tanışmasıyla başlıyor. Aslında tam da tanışma denemez. Çünkü Ellen kıyafetinden, yabaniliğine, arka arkaya sömürerek içtiği sigaralarına kadar her haliyle “uyumsuz”, “tuhaf”, genç bir kadın. Kimseyle konuşmuyor, kendisiyle konuşmak isteyene pas vermiyor. Elin de bu davranışlarından nasibini, Ellen’ın buz tutmuş ayaklarıyla eve dönerken, onu arabasıyla bırakma teklifine verdiği ret cevabıyla alıyor. Kitap, zamanların birbirine girdiği, bazen anlatıcının değiştiği, “topun” bir Elin’de, bir Ellen’da olduğu şekliyle ilerlemeye devam ederken biz de okur olarak bu anlarda ikilinin garip hayatlarına ve zihinlerinde kopan fırtınalara tanık oluyoruz. Elin ve Ellen’ın birbiriyle kesişeceği yere dair ipuçları giderek artıyor ve “o an” geldiğinde de yazar Eiríksdóttir’in dünyası bu gizemin kapılarını açacak anahtarı okura sunuyor. Ben ise elbette bu anahtarı okurdan gizleyip kitabın derdine dair ufak bir toparlamaya geçiyorum.

Yumruk yahut Yürek, şu kocaman dünyada başlarından geçenler yüzünden kendilerine yaşamak için bir “yumruk yahut yürek” kadar alan açamayan iki kadının hikâyesini anlatıyor. Yazarın Elin’in ve Ellen’ın hayatlarını kitabın büyük bölümünde paralel düzlemde anlatması, yukarıda değindiğim zaman ve kişi algısını ortadan kaybettirmesi okura sürekli bir “Acaba?” bırakıyor. Her iki kadının da en büyük aidiyeti olan “köksüzlük” de, onların dertlerinin ve nefes alışverişlerinin önündeki en büyük engel olarak karşılarına çıkıyor. Bu “buluşmayı” ters çizgide sonuna kadar götüren Eiríksdóttir ise sert ama duygusal bir şekilde başlayan kitabını çözmek için sabır gerektiren bir gizem atmosferine dönüştürüyor.