Toplumsal yaralara dokunan öyküler

fadime

Ay Eskir Gün Işırken

FADİME USLU

Can Yayınları

Toplumsal yaralarımıza dokunurken kişisel dünyalarımızın girdaplarına ışık tutmayı ihmal etmeyen bu öyküler, insana farklı bir okuma deneyimi yaşatıyor. 

NİLÜFER KAYA

Fadime Uslu’nun Ay Eskir Gün Işırken adlı yeni öykü kitabı üç bölümden oluşuyor ve ilk bölüm kitaba adını veren öyküyle başlıyor. Bu öykü, iki katmanlı olarak ilerleyen ve okuru hikâyenin hikâye ediliş anlarına çağıran bir öykü. Öncelikle, iki ayrı zamanda akan olaylara tanık olurken, geçmişte yaşananları anlatan yazarın da düş ile gerçeği bir arada solumaya başladığı anlarına tanık oluyoruz. Anlatıcı kahramanın yazar László Krasznahorkai ile karşılaşması, onun sözlerini yorumlaması ve kendi düşünce dünyasında yankılanan bu sözlerden yola çıkarak yazacağı hikâyeyi biçimlendirmesi öyküye farklı bir boyut katıyor. Aynı zamanda hikâyenin yazarı olan anlatıcı kahramanımız, bu karşılaşmanın sonrasında Ankara Garı Katliamı’ndan son anda şans eseri kurtulduğunu hatırlıyor:

“Derin bir nefes aldıktan sonra, nerede kalmıştık, diye düşünüyorsun, bir hikâyenin soluğu yürümeye başlamıştı içinde, nehir gibi akan bir kalabalığın coşkusunu yaşamıştın günlerce, anlatmak istediğin öyle çok şey var ki; çünkü buradasın, her yönüyle kontrol edilen bu ülkede. Oysa suyun akışı kadar doğal...” (s.22)

Kurgu içinde kurgu olarak ilerleyen bu öyküde, sonunda yazarın yazdığı metinde nasıl kaybolduğuna tanık oluyoruz. Öykü, akıcı dili ve katmanlı kurgusuyla dikkat çekiyor.

"Yakıcı Dokunuşlar" adlı öyküde ise bir hasta odasına konuk oluyoruz. Yine kurguyla gerçeğin, düşlerle anıların iç içe geçtiği bu öyküde hayatın içinde hızlıca akıp giden ve anlatılamaz anların duygusu okura ustaca hissettiriliyor.

Fadime Uslu’nun öykü kahramanları ülkemizde yaşanan olaylardan, siyasî kutuplaşmadan, işsiz bırakılmak gibi haksız uygulamalardan etkilenen ve bizlerin de temas içinde olduğu gerçeği soluyan kahramanlar. "Efendim Derken Ne Çok Şey Var Demediğim" adlı öykü Gar Katliamı’nı konu edinmesi bakımından önem taşıyor. Bu öykü, hepimizi yaralayan bu acı olayın farklı kahramanlarda bıraktığı farklı izleri konu edinirken, insanın her şeye rağmen hayatta kalabilme mücadelesini de ele almayı ihmal etmiyor:

 “Oradaydı, Salih de Meryem de. Meryem susmuş, Salih anlatmıştı. Gözünün önünde olanı, duyduğunu bir şekilde unutabilir insan. Ama o koku var ya o koku, burnuna çalınıveren değil, her bir hücrene, iliklerine kadar sinen, az önce coşkuyla kol kola halay çektiğiniz birinin bedeninden kopan kemiğin, derinin, kanın, artık ceset artığı olan o şeylerin işte, barutla karıştığındaki koku... İşte onu söze dökmenin sırası da gelecek demişti Salih.” (s.37)

Kitabının ilk bölümünü oluşturan öykülere baktığımızda, öykü temaları ve kahramanların duygu düşünce dünyalarının ele alınışı bakımından toplumcu gerçekçi anlayışın hâkim olduğu söylenebilir. Yazarın metafor kullanarak gerçeküstü unsurlarla beslediği "Eymir’de 'Ulis’in Bakışı'" adlı öykü "Efendim Derken Ne Çok Şey Var Demediğim" adlı öyküyle aynı kahramanların yer aldığı bir devam öyküsü… Bu öyküde de yaşanan sosyal bir travma sonrasında normalleşmeye çalışan insanların dünyasına başka bir temanın izini sürerek tanık oluyoruz.

Kitabın ikinci bölümü olan Soylu Ağacı’ndaki öyküler de birbiriyle bağlantılı, aynı öykü kahramanlarının yer aldığı öyküler olması bakımından bütünlüklü bir yapıya sahip. Bu öykülerde de öykü kahramanlarının dişil dünyası akıcı bir dille anlatılıyor. Yine kurgu içinde kurgunun yer aldığı bu öykülerde kahramanların birbirine çok katmanlı bir bağla bağlandığını, şimdinin genişleyerek uzun bir geçmişi kucakladığını, böylece zaman ve mekânın esnek bir yapıya dönüştüğünü görüyoruz.

"Ay’ın Rüyası" adlı öyküde, yaşanan acıların izleri rüyalarda farklı boyutlar kazanarak öykü kahramanımızın çocukluğuyla hesaplaşmasına dönüşüyor:

“Uzun zamandan sonra ilk kez çocukluğumu gördüm rüyamda. Bir başka yerde, bir başka zamanda annemle ablamın aynı anda içeriye, yani cezaevine alındığı ânı yaşadım. Ama bu defa farklıydı. Aslında tutuklanmışlar, evden götürülmüşlerdi. Rüyamda ise kendileri gidiyordu cezaevine. Demek ki istedikleri buymuş, oraya zorla değil de kendi rızalarıyla gidiyorlarmış. Biliyor musun, onlar giderken çocukluğumdaki gibi korkmuyordum.” (s.86)

Kitabın son bölümünü oluşturan öykülerin temasını aile içi olaylar oluşturuyor diyebiliriz. Bu öykülerde de yazar, okuru yaşanan andan uzak geçmişe taşıyarak yani yaşam yolculuğunun ara duraklarına götürerek anlatıcı kahramanın yakın çevresiyle hesaplaşmalarına tanık ediyor. Böylece, "Anlatıcı" hikâyesinde geçen diyalogun Fadime Uslu’nun öyküleri açısından da ne kadar önemli olduğunu görüyoruz:

“Bence hikâyelerin bir tek anlatıcısı vardır, o da zamandır,” (s.127)

Toplumsal yaralarımıza dokunurken kişisel dünyalarımızın girdaplarına ışık tutmayı ihmal etmeyen bu öyküler, insana farklı bir okuma deneyimi yaşatıyor. Öykülerdeki zamansal geçişlerin yoğunluğu, çok kahramanlı anlatı dili kullanılması okurdaki odak duygusunu zayıflatsa da bu öykülerin dip akıntısında yer alan ortak duygu durumu oldukça etkileyici:

"‘Her şeye rağmen’ duygusuyla umuda gülümseyebilmek…"