15 Nisan 2025

Kırmızı, Mavi ve Mor

Uzun zamandır Dolunay Öyküsü yazmıyordum. Nisan ayının öyküsü bir şarkıdan çıktı geldi. Ahmet Kaya’nın ‘Bir Acayip Adam’ şarkısından. Bu öykü, özgürlük, eşitlik, kardeşlik ve adalet için sokaklara çıkıp da devletin şiddetini yaşamış ve bundan sonra yaşayacak olan gençlere ithaf edilmiştir

Sanki her şey o kırmızı ayakkabıyla başladı. İkinci el satan dükkânın vitrininde köşede alçak bir taburenin üstünde duruyordu. Gördüğüm an bu benim olmalı demiştim. Demiştim demesine de, benim öğrenci bütçemi çok aşıyordu. O dükkâna defalarca gittim. Sonunda yarı fiyatına verdi çok dövmeli, kulakları küpeli abi. Ya artık satılmasından umudu kestiğinden (benim ayaklarım biraz büyüktür), ya bu kadar ısrarla peşine düşmemden etkilendiğinden. Sonunda uçları yuvarlak, ayak üstünden çift atkılı bağlanan ayakkabıya sahip olmuştum.

Tabii ki ertesi gün okula giderken giydim. Beyazıt’ta tramvaydan inmiş, merdivenlerden İstanbul Üniversitesi’ne doğru gidiyordum. Neşeli bir ses arkamdan bağırdı. “Hey Kırmızı, az bekle”. Okulun daha ilk ayıydı, daha arkadaşlıklar yeni yeni filizlenecekti. Bu çocuğu da tanımıyordum. Sınıfta gördüğümü hatırlıyordum ama tanışmamıştık. Belki başkası olsa bozulur, taciz ediyor diye düşünürdü. Ben hiç öyle almadım. Hem kırmızı ayakkabılarımı çok sevdiğimden hem de arkadan bağıran ses neşe dolu olduğundan.

Yanıma geldiğinde “Merhaba Mavi” dedim. Kot pantolon üzerine beyaz bir gömlek giymiş, üzerine de cart mavi, tek renk bir kravat takmıştı. Okul sonuna, belki hayatımızın sonuna kadar devam edecek en iyi arkadaşımı bulmuştum. O günden sonra o bana Kırmızı, ben ona Mavi diye hitap ettik. Hiç kullanmadığımız birbirimizin adını bile, sınıftaki yoklama sırasında öğrendik.

O da ben de çok konuşkandık. Her şeye, ama her şeye dair konuşur, bir söylersek on gülerdik. Tek konuşmadığımız konu politikaydı. Kesinlikle ve ağır apolitik tiplerdik. Ülkeden ve politikacılardan umudunu kesmiş genç insanlardık. İlk oy verme hakkımız olan seçimde gırgır olsun diye adı hiç duyulmamış bir partiye oy vermiş, sonra da sandıklar açıldığında gidip o partiye tek oy çıkmasıyla eğlenmiştik.

Tabii ne kadar konuşmasak da bizimki gibi bir ülkede laf bazen geliyordu o mevzulara da. İkimizin de fikir birliği içinde olduğumuz konu, bizim ülke politikacılarının büyük çoğunluğunun çıkarcı, riyakar, kendinden başkasını düşünmeyen tipler olduğuydu. Biz dalgamıza bakacak hayatın tadını çıkartacaktık. İki kişiden oluşan renkler çetesini genişletmeye karar vermiştik ama zor işti. Önce bizim gibi her şeyi ti’ye alan birilerini bulacaktık, hem de belli bir rengin insanı olacaktı. O ilk tanıştığımız günden beri ben mutlaka kırmızı bir giysi ya da aksesuarla, mavi de mavi mavi masmavi şarkısına uyacak bir şekilde geliyordu okula. Zaten üzerinde hiç mavi olmasa bile gözleri yeterdi.

Aradığımız arkadaşı sonunda bulduk, ama bulduğumuz arkadaş hiç bize benzemeyen biriydi. Şimdi belki o dersin hocası da okur yazdıklarımı ayıp olmasın, …. hukuku dersindeydik. Hoca da nasıl ağdalı, nasıl sıkıcı bir ders veriyor anlatamam. Bir yandan maviyle kaynatıyoruz bir yandan renkler çetesine dahil edebileceğimiz birilerini araştırıyoruz. Bir anda maviye dönüp dedim ki “Çeteyi üçledik galiba, iki sıra aşağıya baksana, mor.”

Mor, mor renkli deri bir kapağın içine yerleştirdiği kitabı okuyordu kendinden geçmiş halde. Daha doğrusu biz öyle zannediyorduk. Sonradan arkadaş olduğumuzda anladık ki beyni, iki ayrı beyni varmış gibi çalışıyordu. Bir yandan derste anlatılanları dinlerken bir yandan da kitabını okuyabiliyordu. Babası vefat etmiş, annesi bir tekstil atölyesinde işciydi. Artmış mor derilerden yapmıştı, kitabını taşıyabildiği ve içine koyup okuyabildiği hem kılıf hem de kapak işlevi gören nesneyi. Hayatındaki en değerli şeydi. Ders bitince yanına gittik, “Ne okuyorsun” dedik. “Şolohov, Durgun Akardı Don” dedi. Herhalde öyle olması gerektiğini düşündüğü için Mavi, “Siyasi bir kitap mı?” diye sordu. “Rus devrimini anlatıyor, ama aslında bir aşk öyküsü” diye geldi cevap.

Mor da aramıza katılmıştı ama bizim gibi değildi. Hayatı ciddiye alıyordu. Politika ve politikacılarla ilgili genel düşüncesi bizim gibi olsa da sol bir partinin gençlik örgütü üyesiydi. Babasından kalma bir gelenek olduğunu söylediydi bize. Gerçi örgütü de eleştiriyor, onlardan çok bizimle zaman geçiriyordu. Sonradan öğrendik, bu yüzden, yani bizim gibi iki zibidiyle arkadaş olduğu için örgütte ağır eleştirilere uğruyormuş.

Günler bir şekilde geçiyordu. Mor az konuşur, çok okurdu, hep ciddiydi. Yine de bazen, öyle bir şey söylerdi ki bizi en fazla güldüren o olurdu. Mayıs yaklaşıyordu. “1Mayıs’ta Taksim’e yürüyeceğiz“ dedi. “Hadi siz de katılın, Kırmızı Mavi ve Mor beraber yürüsek şahane olmaz mı? Hatta o gün için benim adımı değiştirelim Beyaz yapalım ve bağıralım avazımız çıktığı kadar, Liberte, Egalite, Fraternite.” Fransız Devriminin bu ünlü sloganını (Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik) ve devrimi bir akşam bize öyle bir anlatmıştı ki, sabahına Mavi de ben de Sahaflardan Fransız İhtilali ile ilgilli kitaplar alıp okumaya başlamıştık. Oysa bize geçen sömestr siyasal tarih dersinde anlatılan Fransız İhtilali anca Karlofça Antlaşması düzeyinde ilgimizi çekmişti.

1 Mayıs yaklaşırken ülkede gençlik kaynamaya başlamıştı. Çoğu Mavi’yle benim gibi olan bizim kuşak apolitik olsak da özgürlüklerimize düşkündük. Hayatımıza müdahale edilmesinden hoşlanmıyorduk. Belli kalıplar, belli sınırlar içine hapsedilmek bizi bunaltıyordu. Üniversitelerin hali içler acısıydı. Yalnızca az sayıda hocamıza saygı duyuyorduk. Akşamları yandaş kanallara çıkıp, memlekette artık hepimizin iliklerine kadar hissettiği adaletsizliği savunup, sabah bize hukuk dersi veren bir hocaya bırakın saygı duymayı ancak acıyorduk.  Mor bizi kafalamaya çalışmazdı, öyle biri değildi. Aksine, beceremese de bizim iki kişilik şamatamıza katılmaya gayret ederdi. Ama o öyle bir tavır içinde olmasa da, biz zamanla onun dünyaya bakışından, dünyayı kavrayışından etkilenmeye başladık. Genç olduğumuzu, ülkenin umudu olduğumuzu, aslında birlikte hareket edebilsek ne kadar güçlü olabileceğimizi, bir şeyleri değiştirebileceğimizi, geleceğimize sahip çıkmamız gerektiğini hissetmeye, giderek bu uğurda hareketlenmeye başlamıştık. Mor yaşının çok ötesinde biriydi, basit analizler yapardı. Ülkenin nasıl düze çıkabileceğini, adil bölüşümün nasıl sağlanacağını, fırsat eşitliğini, bakkala giden yolu tarif eder gibi anlatırdı.

Bir gün sordum Mor’a, “doğruyla yanlışı nasıl ayırdedebilirim” diye. Gözleri uzaklara daldı. Deniz kenarındaydık. Mavi taş kaydırıyordu denizde. “Ahmet Kaya’nın bir şarkısında şöyle bir cümle vardır” dedi neden sonra. “Bildiklerini yüzleştir hayatla ve sınamaktan korkma, doğruyla yanlışı ancak o zaman anlayabilirsin.” 1 Mayıstan hemen önceydi. “İsterseniz siz katılmayın çocuklar, polis sert müdahale edecekmiş, haberler o yönde” dedi. “Sen de katılma o zaman” diye çıkıştı Mavi, “Renkler çetesinin şiarı millisi birimiz hepimiz için, hepimiz birimiz için değil mi”. “O üç silahşörlerin mottosu değil miydi” diye gülerek yanıtladı Mor. O katılacaksa biz de katılacaktık.

1 Mayıs günü polis Taksim’e giriş çıkışları kapatmıştı. Ama biz de tedbirimizi almıştık. Haftalar önceden aralarında para toplayan gençler, cadde üzerindeki otellerde yer ayırtmış ve bir gün önceden giriş yapmıştık. Önceki gece sanki yarın bayrammış gibi eğlendik hep beraber. Aslında bayramdı da. Sözleşilen saatte önce Harbiye tarafından bir grup Taksim’e girmeye çalışacak, polis oraya yöneldiğinde diğer arkadaşlarımız, Sıraselviler, Tomtom ve Tarlabaşı tarafından Taksim’i zorlayacaktı. Polisler onlarla uğraşırken de biz otellerden çıkacaktık. Ellerimizde hepsi aynı metni taşıyan pankartlar olacaktı. Pankartlarda Avanak Avni ve bir konuşma balonu içinde de ‘Bu Bir Barışcıl Gösteridir, Şiddete Gerek Yok, Anayasal Hakkımızı kullanıyoruz, Dıgıl Dıgıl’ yazıyor olacaktı. Bir tek pankartların zemin rengi farklıydı, kırmızı, mavi ve mor.  Bizim Mor hınzırca gülümsüyordu, odada elindeki mor pankartı evirip çevirirken. Belli ki pankart organizasyonu onun başının altından çıkmıştı.

Polis saldırısı beklediğimizden şiddetli oldu. İkisi de benden daha uzun ve yapılı olmalarına rağmen Kırmızıyla, Maviyi korumaya kararlıydım, bu onların ilk eylemiydi. Yüzme gözlüğü, maske, kask her şey tamamdı ama müdahale çok sert ve acımasızdı. Biz otellerden çıkan gruptaydık, koşarak Galatasaray’ı geçtik. Önce Galatasaray Lisesi önündeki TOMA’lardan su sıkılmaya başladı. Kırmızı yere düştü, Maviyle onu kaldırdık, karşıdan gelen robokoplara Avnili pankartları gösteriyorduk. Hiçbir şey söylemeden giriştiler. Kırmızının, kırmızı ayakkabısı fırladı ayağından, Mavi’nin mavi kravatından çekiştiriyordu bir tanesi, nefessiz kalmıştı, boğulacaktı. Düşünmeden üstüne atladım polisin. Kafama yediğim yumrukla kaskım uçtu. Biber gazından göz gözü görmüyordu. Mavi zorla nefes alıyordu, ters kelepçe takıp duvara dayamışlardı. Kırmızı‘nın bacağı kırılmıştı galiba, boynundan da yaralanmıştı, kanıyordu. Kafamda bir acı hissettiğimde ona doğru koşmaya çalışıyordum. Kırmızının ayakkabısının fırladığı, kırık bacağının yanına düştüm. Bana baktı bu sefer kendi kanıyla kırmızıya boyanmış, gerçek bir Kırmızıya dönüşmüştü. Kırık bacağının acısına rağmen gülümsedi, başımı okşadı: “Bildiklerimi de bilmediklerimi de hayatla yüzleştirdim ve korkmadan sınadım bugün” dedi. “Doğruyu da yanlışı da anladım, bir daha unutmam, unutturamazlar.”  Bilincim kapanırken Kırmızı’nın ilk kez adımla seslendiğini duydum. Suphi, Suphi gitme, lütfen…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Talat Kırış kimdir?

Talat Kırış, 1961 yılında İstanbul'da Süleymaniye Doğumevi'nde dünyaya geldi. Sırasıyla Ataköy İlkokulu, İstanbul Erkek Lisesi ve İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi'ni bitirdi.

Öğrenciliği sırasında yurtiçi ve yurtdışında kaza cerrahisi ve beyin cerrahisi kliniklerinde staj yaptı. Prof. Dr. Türkan Saylan'la birlikte Van'da lepra hastalığı üzerine saha çalışmalarına katıldı. İstanbul Tıp Fakültesi Nöroşirurji Anabilim Dalı'nda ihtisasını tamamladı.

1995-1996 yıllarında Amerika Birleşik Devletleri, Arizona, Phoenix'te bulunan Barrow Nöroloji Enstitüsü'nde burslu olarak, kafa kaidesi tümörleri ve beyin damar hastalıkları üzerine üst ihtisas yaptı. İstanbul Tıp Fakültesi Nöroşirurji Anabilim Dalı'nda 1999 yılında doçent, 2006 yılında profesör oldu.

Türk Nöroşirurji Derneği başkanlığı yaptı, Avrupa Nöroşirurji Dernekleri Birliği Araştırma Komitesi üyeliği görevinde bulundu. Akdeniz Beyin Cerrahları Derneği Eğitim Komitesi Başkanı olan Kırış, 2017-2021 yılları arasında Dünya Nöroşirurji Dernekleri Federasyonu Beyin Damar Hastalıkları Komitesi Başkanlığı yaptı.

Prof. Dr. Talat Kırış, meslek yaşamını Vehbi Koç Vakfı Amerikan Hastanesi ve Koç Üniversitesi Hastanesi Beyin Cerrahisi bölümlerinde sürdürüyor.

Kırış'ın editörleri arasında bulunduğu İngilizce iki kitabı, 100'den fazla kitap bölümü, ulusal ve uluslararası dergilerde makaleleri yayımlandı; çok sayıda ülkede beyin cerrahisinin çeşitli alanlarında eğitim kursları ve konferanslar verdi, yurtiçi ve yurtdışında eğitim amacıyla çok sayıda beyin cerrahının izlediği canlı ameliyatlar yaptı.

Tıbbiye öğrenciliği yıllarından itibaren 40 yılı aşan öğretim üyeliği ve hekimlik hayatını, 2021'de yayımlanan "Beyne Giden Yol / Bir Beyin Cerrahının Anıları" adını verdiği kitabında anlattı. Kırış’ın hikâyelerini bir araya getirdiği “Uzak Deniz Küçük Yağmur” adlı kitabı 2023’te yayımlandı. TEDx ve farklı sosyal platformlarda konuşmaları yayımlanan Kırış, aynı zamanda kıdemli bir denizci olarak Güney Amerika'dan Antarktika'ya kadar uzanan yelkenli seyahatler gerçekleştirdi, Grönland'da kanoyla Kuzey Kutup dairesi geçişi yaptı.

Gençlik yıllarından itibaren yazın dünyasıyla ilgilendi, 1984 yılında Düşün dergisi masal yarışmasında mansiyon kazandı. Argos sanat dergisinde öykü ve denemeleri, Cumhuriyet ve Radikal gazetelerinde yazıları yayımlandı. 2012 yılından Yacht Türkiye dergisinde yazmaya başladı.

Ağustos 2019'dan itibaren T24'te düzenli yazılar yazıyor.

 

Yazarın Diğer Yazıları

Manzanares Nehri kenarında ağlayan kadın

Ne zaman Hieronymus Bosch’un eserlerinin sergilendiği bölüme gelseler, Maria Fernanda “Yedi Ölümcül Günah ve Son Dört Şey” isimli tablonun başına gider, dalar, dua eder gibi durur, haç çıkartır ve ağlamaya başlardı. Ibar Ojeva'nın bakışları, gözlerine dokunduğunda “ne olur sorma” der gibi bakardı buğulanmış gözkapaklarının arasından

Majestelerinin gemisi Beagle’in iki kaptanı da neden intihar etti?

Majestelerinin gemisi Beagle’ın iki kaptanını da atlattıkları onca fırtına, tehlike, macera, kükreyen kırklar, öfkeli elliler dize getirememiş, ancak zorlu hayatlarından süzülen birikim, hayatlarına kıymalarına neden olmuştur

Zaman, deniz, bilinç ve gökkuşağı

Mayıs, usulca girdi hayatımıza. Mayıs 2025’in dolunay öyküsü, bir filmden çıktı geldi. Amarcord’dan. Bir gece yağmur dindikten hemen sonra, bir yıldız kaydı gökyüzünde, hatıralarım birbirine karıştı. İçimden bir ses çıktı, bana dikte etmeye başladı. Çaresizdim, söylediklerini yazıya döktüm…

"
"