10 Kasım 2019

'Dikkat siyanür var!'

Bu toplu intiharlar, saldırganlara da bu saldırıya maruz kalanlara da bir şeyler diyor, bir uyarıda bulunuyor gibi...

Toplum olarak siyanür, yabancısı olduğumuz bir şey değil. Örneğin, yıllar önce (2011) Greenpeace ekibi, Kütahya'daki Eti Gümüş A.Ş. tesislerinin atık barajına en yakın yerleşim yeri olan Köprüören Köyü içme suyundan aldığı numunede "kabul edilebilir seviyelerin üzerinde" siyanür bulmuştu. Sahi, o iş ne oldu? Bilmiyoruz elbette. Siyanürlü suyu içenler her gün azar azar mı öldüler? Kaçı bu sudan dolayı onulmaz hastalıklara yakalandı bilmiyoruz. Benzeri olayların yaşadığımız coğrafyada tekrarı olmuştur mutlaka. Olduysa da bilmiyoruz; çünkü biz uzayda yaşıyoruz.

Siyanür gibi son derece tehlikeli bir maddenin bir toplumun hayatına girdikten sonra öyle kolay kolay bir yere gitmeyeceğini, en son dört kardeşin intiharıyla öğrendik derken, buna Antalya'da anne-baba ve iki küçük çocuktan oluşan dört kişi daha eklendi. Onların da siyanürle kendilerini öldürdüklerine dair bulgular var. (Haber henüz daha çok yeni).

Bu zehirle (siyanür) intihar etme vakaları, içme sularımızın, soluduğumuz havanın zehirlenmesiyle koşut mu gidiyor? diye sormadan edemiyor insan. Yıkım bir kez başlamaya görsün... Örneğin, 12 bin yıllık Hasankeyf'in yok edilmesi, öz kıyımlar gibi daha bir çok yıkıcılığı tetikleyebilir mi diye uzun uzun düşünmek gerekiyor. Belki de gerekmiyor; yıkım bir kez -domino taşları- gibi başlamaya görsün, son taşı düşürmeden durur mu (?)

Bütün bunlar olurken, intihar haberlerinin basında dillendirilmesinin doğru olmadığına dair uyarılar hiç de gerçekçi değil!

Asıl soru ve yanıtın, gemi azıya almış, hak-hukuk tanımayan sermayedarların ve onlara her türden desteği sunan güç çevrelerinin karar ve uygulamaları karşısında, yaşam olanaklarını yitirenlerin ne yapacağı yönünde olması gerekmez mi! Yaşananları görmezden gelerek kuru bir sosyolojik vakaya dönüştürmek sorunu daha da azdırmak olmaz mı!

Tehdit eden, yapmayıp yıkmayı tercih eden bir zihniyet uzun süredir bizi esir almış vaziyette. Bu saldırgan zihniyet bize her gün parmak sallarken, yaşanan intiharları doğru okumamız gerekiyor...

Örneğin, bu toplu intiharlar, bizi yok etme üzerine kurulu bir zihniyetin soluduğumuz atmosfere her geçen gün yaptığı saldırıya bir cevap niteliğinde olabilir mi? Tıpkı İstanbul Fatih'te hayatlarına son veren dört kardeşin kapılarına yapıştırdıkları "Dikkat siyanür var" uyarı notu gibi.

Bu toplu intiharlar, saldırganlara da bu saldırıya maruz kalanlara da bir şeyler diyor, bir uyarıda bulunuyor gibi.

Yoksulluğun tek başına bir ölüm nedeni olmadığını, ölümün yoksulluğa ve daha bir çok soruna karşı koyma olanaklarının yok edilmesi olduğunu mesela!

Dayanışmanın, sosyal devletin, hak-hukukun, toplum bireylerinin hayatta kalmasının olmazsa olmazları olduğunu... Bunların yokluğunun en çok dezavantajlıları hedefine aldığını, alacağını... Ekonomik, sosyal-kültürel araçlarını yitirmiş insanların dezavantajlı olup, küçük bir rüzgarla bile dallarından kopacaklarını...

Bu toplu intiharların ilk başta söyledikleri bunlar. Üstelik dillendirmeyi tek başlarını yapmıyorlar; arkalarında çok güçlü bir toplumsal tarih var; onlar da aynı şeyi söylüyorlar.

Yazarın Diğer Yazıları

Edebiyat sosyetesi, baskıcı iktidar(lar) ve arzunun halleri…

Arzunun ta kendisinin kitap halindeki tasarımcılarıyla karşı karşıyayız. Ve onlar büyümüş bir kibirle nesnelerini piyasaya sürerken "iktidarsız öfke"leri körükleyip, celladıyla kurbanı arasındaki ilişki misali, çift taraflı ulaşılamazlık yanılsaması yaratıyorlar

Trajik kötülük varsa, Thomas Sankara da var!

İçimizden birkaç Thomas Sankara çıksaydı bütün bunları yaşar mıydık?

Gayya Kuyusu’ndaki Gregor Samsa…

Düşman olarak görülenlerin de hakları olduğunu unutmamakta yarar var; öyle ki, düşmanın bile olsa kara çalamazsın, iftira atamazsın!