12 Mayıs 2019

Bu dünyadan Chet Baker geçti!

13 Mayıs 1988’de yaşamını yitiren Chet Baker’ı ölüm yıldönümünde anıyoruz. Hem de ölümünün ardından, 2001’de yitirdiğimiz değerli oyun yazarı Memet Baydur’un Cumhuriyet Gazetesi’nde yayımlanan ve ilk kez internette okuyabileceğiniz müthiş bir makalesiyle...

Chet Baker’ın eroin bağımlılığıyla örülü olan mitik yaşamı ister Hollywood sinemasına malzeme olsun, isterse fiziği ve içine kapalı tavrıyla James Dean’e benzetilsin, Jazz’ın son romantiklerinden biriydi o ve nasıl yaşadıysa öyle müzik yaptı; nasıl müzik yaptıysa öyle de yaşadı..

13 Mayıs 1988 bir cuma günüydü. Gecenin üçünde kaldığı otelin camından aşağıya düşüp, oracıkta ölmüştü Chet Baker. Amsterdam’daki Prins Hendrik Otel’in üçüncü katından nasıl ve niçin düştüğü o zamandan beri bir sır. Eroinden miydi, intihar mıydı yoksa biri onu itmiş miydi?

Bu sorulara belki cevap vermeyen ama Chet Baker’ı anlamış ve hissetmiş olan Memet Baydur’un, Baker’ın ölümünün ardından yazdığı, virgülüne dokunmadan buraya taşımak istediğim makalesinin fotokopisi, katlanmış ve sararmış bir A4 sayfası olarak, taşınma esnasında kitaplarımın arasından çıktı. Ergenlikte yazı yazma dürtümü ve isteğimi çoğaltan ve bu zamana kadar benimle birlikte farkında olmadan evden eve taşınan makalenin böyle bir günde ortaya çıkmasından dolayı kıvanç duyuyorum. Sizin de keyifle okuyacağınızdan hiç kuşkum yok…

Varsayımlar – Memet Baydur, Cumhuriyet Gazetesi, Mayıs 1988

Diyelim müzisyensiniz, trompet çalıyorsunuz. Ortadoğunun kıyısında bir ülkede çalacaksınız bir öğle sonrası. Kırk yıldır üflüyorsunuz bu çalgıyı. Yirmi yaşlarındaydınız, çok ünlü oldunuz, plaklarınız çok satıldı, fotoğraflarınız duvarlarda, evlerde. Değişik gruplar, değişik nedenlerle pek sevdiler sizi. Müzikten anlayanlar, trompetten çıkan sesten ötürü, genç kızlar James Dean’i andıran fiziğinizden ötürü, çaldığınız müziğin karmaşık katmanlarını göze alamayanlar, yumuşak sesinizi sevdiler çok. Belki de herkesin gizli bir yerine dokundunuz. Bilemeyiz artık – şimdi. Derken…

 Diyelim eroine alıştınız, trompet çalıyorsunuz. Paris’tesiniz, bir otel odasında, kollarınız delik deşik. Yandaki odada, bir arkadaş, piyanist Dick Twardzik ölüyor yirmi dört yaşında eroinden. Nasıl derler, sene bin dokuz yüz elli beş. Artık iyice alıştınız eroine ama trompet çalıyorsunuz. İhtiyarlıyorsunuz erkenden, derken mapushane geliyor. Artık hapistesiniz. Hem içerde, hem dışardayken. Ya hastane, ya mapushane. Avrupa öyle bir yerde var; sizi geri atıyor doğduğunuz yere on yıl sonra. Artık kendinize uzaktan benziyorsunuz ve ayakta durmak için uyuşturucu gerekiyor ve trompet çalıyorsunuz. Derken…

Diyelim gece, trompet çalmaya gidiyorsunuz, eroin bulamadınız. Anayurda döneli bir-iki yıl oluyor, sizi anımsayan yok. Elde trompet, otuziki dişinizle ve boş ceplerinizle dünyanın en büyük kentinin bir çıkmaz sokağındasınız diyelim. Size eroin sağlayacak üç insan da orada. Birisi ciğerlerinize bir tornavida saplıyor, ikinci trompetinizi alıyor, üçüncüsü (nedendir bilinmez ya da bilinir) ha babam yüzünüzü yumrukluyor. Orada örneğin, bütün dişler kırık (yarısı yolda-yarısı ağzınızda), trompetsiz, eroinsiz, soluksuz (bir tornavida var, saplanmış göğsünüze), sessiz yatıyorsunuz. Sizin işiniz bitmiş gibi. Hesabınız görüldü. Derken… 

Diyelim yıllar geçti, eroini bıraktınız, dişleriniz takma, yüreğiniz pıtır pıtır, trompet çalmayı YENİDEN öğreniyorsunuz. Artık koskoca adamsınız yeni doğmuş bir bebek gibi. Tüm bir yaşamı gece yaşamış, vitaminsiz, umutsuz, kısık, üşümüş, düşük bir çocuk gibi ve alabildiğine “romantik” yani üşümüş bir dinazor gibi çalıyorsunuz sofraya. Gökyüzünden dönüyor gibi, orada çalan “büyük orkestra”nın beş trompetçisinin arasından süzülmüş gibi, bir hayalet gibi geri dönüyorsunuz. İki yıl oldu çalmayalı. Methadone. Trompeti ağzınıza yaklaştırıyorsunuz. Derken…

Diyelim geri döndünüz eve, her şey yeniden (ne iyi) ve yine (ne yazık) başladı işte. Bir söylenti, bir efsane yerine koyarak sizi yüceltiyorlar şimdi. Artık bir “geçmişiniz” var çünkü. Eskiden nasılsanız işte öyle davranıyorsunuz. Kapalı, yumuşak, acımasız, duygusal, sarı benizli, mavi, mor, puslu, savaşçı, yalnız, mahmur, kömürle çizilmiş, jazz ne ise o gibi. Bir an. Yine anlıyorlar sizi ve ayık aydınlık/duru kendinizi. Demir almak gerekiyor buralardan. Öyle yapıyorsunuz. Yalnızca size ait, sizin gibi insanlara ilişkin bir kültürü, uzaylı olmanın acısını götürüyorsunuz ana-kara’ya. Derken…

Diyelim akşamüstü ve sizi ben bile kurtaramam. Siz kendinizi ezbere bilmezken, sizi “ezbere” bildiğini söyleyenler var çerçevede. Oda müziği diyorsunuz, Schubert dinlemeyen/dinlememiş adamlar anladık diyorlar. Hiç kimse hazır değil yaptığınız işe. Siz de pek yardımcı olmuyorsunuz olup bitene. Her zamanki gibi, “sonuna kadar” gidiyorsunuz. Ne yaptığını bilen herkes gibi. Takma dişlerinize ilişik bir trompetten çıkan ses, ne eski ne de yeni. Yalnızca size ait bir yumuşak gürültü. Yapacağınız her şey, bir öncesinden daha zor ve daha sakin olacak sanki. Öfkelendiniz burada. Derken… 

Öfkenizi anladım Chesney Henry Baker, Chet… Baker. Müzisyen.

Yazarın Diğer Yazıları

Suç iki yüzlü olanda, sizde değil!..

İki yüzlülüğü parmakla göstermek, netliğe ve huzura kavuşmak için dolaysız bir seçenek gibi görünür. Dayanışma fakiri bir dünyada terk edilmiş insanlar arasında kendini terk edilmiş olarak tanımlayarak dengede görünme şansı sunar

Instagram kimliğin için tatilde ne yaptın?

Özellikle tatilde ihtiyaç var tanıklığa.. Ne aşk, ne eğlence tanık olmadan yaşanmış sayılmaz. Bu tanıklığın dümeni yine Instagram’da; özellikle de müzikli yerlerde. Havaya doğrultulan ya da burna sokulan cep telefonları yoksa, o eğlence yaşanmış sayılmıyor…

Yeni afyon: Kaynanadili ve Plantasia

YouTube’da milyonlarca tık alan kült klasiği “Mother Earth's Plantasia” albümüyle Mort Garson, “How To Make A Plant Love You” isimli yeni çıkan kitabıyla Summer Rayne Oakes, “Millenial” kuşağının yükselen zevk ve ihtiyaçlarına cevap veriyor…