Ferit Edgü: Bizler, 1950’lerde kalemi elimize aldığında, dilimize sarıldık. En büyük önemi dile verdik. Günümüzün genç yazarlarında -hoş, yalnız genç yazarlar değil- diline karşı bir sevgi, saygı eksikliği görüyorum.
14 Şubat 2019 10:00
Yayıncılık dünyası zor bir kriz geçiriyor. Edebiyatımızın büyük isimlerinden Ferit Edgü, Ada Yayınları'nı kurduğu 70'li yıllar ile günümüzü karşılaştırırken, "Okuyucu sayısı arttı. Dolayısıyla yayımlanan kitap sayısı da. Ama aynı zamanda, yazar, yayıncı, eleştirmen cahilliği de" diyor. Belki de bu krizden ve Edgü'nün de bahsettiği "yazar, yayıncı, eleştirmen cahilliği"nden kurtulmanın yolu, temellere sıkı sıkıya sarılmaktan, yine Edgü'nün deyimiyle kitaba sevgi, saygı ve tutkuyla yaklaşmak ve dürüstlükten geçiyor olabilir.
Ferit Edgü ile yayın dünyası, sanat tutkusu ve günümüz öykücülerine kırgınlığı üzerine konuştuk.
Ada Yayınları’ndan bugüne yayıncılık dünyasını nasıl görüyorsunuz? Siz Ada Yayınları’nı hangi şiarla açtınız, nasıl bir dönemde kapatmak zorunda kaldınız? Hangi kitapların yayımlanacağına karar verirken ölçütleriniz nelerdi? Bugünün yayıncılık dünyasını ve piyasanın ekonomik koşullarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Kıyaslamak olanaksız. Okuyucu sayısı arttı. Dolayısıyla yayımlanan kitap sayısı da. Ama aynı zamanda, yazar, yayıncı, eleştirmen cahilliği de. Doğrusunu isterseniz, Ada Yayınları’nın kurulmasını İlhan Berk’e borçluyum. 1975 yazında, Bodrum’da her zaman yaptığı gibi elime, kapağında ATLAS yazan bir dosya tutuşturdu. “Bir göz atıver, son şiirlerim” dedi. Göz atıp dosyayı kendisine geri verdiğimde, “Ben yazdım ama bakalım yayınlayacak biri çıkacak mı” dedi. Benim bir yayınevim yok, kurmayı da düşünmüş değilim. Ama dostum tasasız bir yaz geçirsin diye “Merak etme, kimse yayınlamazsa ben yayınlarım” dedim. Verdiğim her sözü tuttuğumu bilen İlhan Berk, eylül ya da ekim ayında, elinde ATLAS, İstanbul’a düşüp dosyayı önüme attı. Ben de, yıllardır çekmecede uyuyan Kimse başlıklı romanımı çıkardım ve 1976’nın ilk ayında ikisini birlikte yayımladım. Böylece ADA doğmuş oldu.
ADA, sevdiğim (hemen hemen tümü dostlarım) yazar, şair ve daha sonraları ressamların kitaplarını yayımladı. Üçüncü hamur kâğıda, küçük boyutlarda basılmış, zımbayla ciltlenmiş kitaplardan bıkmıştım. Ticarî bir amacım da yoktu. Elimden gelen özeni göstererek günümüz Türk şiirinden, ‘50 kuşağının yazarlarından öyküler, romanlar yayımladım. Daha sonra da sanat kitapları. Ama dağıtıcılığa soyunmuş birtakım bakkal bozuntuları yüzünden Ada’nın yaşamına 1990’larda son verdim. Yerli ya da yabancı tüm kitapları kendim seçtim, diyeceğim ama bu ne kadar doğru olur bilmiyorum. Çünkü şair ve yazarlarımızın hemen hemen tümü dostlarımdı. Yabancıları da, doğrusu dostlarım olarak görüyordum. Güzel ve anlamlı, hiçbir pişmanlık duygusu yaşamadığım çok özel bir serüvendi. Bugün de böylesi bir yayıncılık yapılabilir. Yeter ki öyle yazarlarımız olsun ve kitaba karşı sevgimiz, saygımız, tutkumuz olsun. Tabii bir de dürüstlük.
Kitaplarınız bugüne kadar çeşitli yayınevlerinden yayımlandı. Yayınevi değiştirirken neye göre karar verdiniz? Yayınevlerinin yazarlara olan tavrını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ben, her zaman küçük yayınevlerini yeğledim. Ada Yayınları da, bugünkü anlamda küçük bir yayıneviydi. Küçük bir yayınevinde yazar kendini evinde duyar. Ama böylesi bir yayınevinin bunun bilincinde kişilerce yönetilmesi gerektir. Tutarlı ve dürüst kişilerce. Bu olmadığında, ister istemez yazar, gün gelir yayıncısını değiştirmek zorunda kalır. Bu benim hiç istemediğim, hoşlanmadığım, hatta nefret ettiğim bir şey. Ben yayınevini, “daha iyi koşullar” için bırakmadım. Bırakmak zorunda kaldım. Anlayan anlasın.
Şiir, deneme, roman, öykü pek çok edebî türde eserler verdiniz. Aynı zamanda koleksiyonersiniz, sanat danışmanlığı yaptınız. Sanata olan bu ilginizin kökeni neye dayanır? Türkiye'de sanat ortamı hangi aşamalardan geçti, bugün neler görüyorsunuz?
Sanata olan ilgim değil de tutkum. Bunun kökeni neye, nerelere dayanıyor bilmiyorum. Ama bu tutkunun çok küçük yaşlarda başladığını söyleyebilirim. Bugüne değin de süregeldi. Bu tutkuyla Güzel Sanatlar Akademisi’ne girdim. Ama orda hiçbir şey öğrenmedim. Ne öğrendimse kitaplardan, Paris sokaklarından, kafelerinden, müzelerinden öğrendim. Bu açıdan kendimi talihli sayarım. Paris’te ve Türkiye’de sayısız diyebileceğim sanatçı dostum oldu. Onlardan da çok şey öğrendim. Bu öğrendiklerimi de başkalarıyla paylaştım. Yüzlerce sergi düzenledim. Onlarla ilgili yazılar, kitaplar yazdım. Resim sanatının bana verdiği mutluluğu hiç değilse böyle ödedim.
1945-55 yılları arasında, yani 17-18 yaşlarındayken, yalnız öyküler, denemeler değil, ressamlarla yaptığım söyleşileri de yayımlıyordum Vatan gazetesinin Sanat sayfasında. O yıllarda, henüz bir sanat pazarı oluşmamıştı. İstanbul’da ve Ankara’da birer küçük özel galeri vardı. Dolayısıyla ressamlar satışı düşünmüyordu. Resimle ressam arasında hiç kimse yer almıyordu. Dolayısıyla “taviz” diye bir şey de söz konusu değildi. Ama sonradan, özellikle 80’lerden sonra, durum değişti. Yaratıcılığın yerini üreticilik aldı. Gözle görülür bir yansıma görmüyorum. Bunda, belki Türk ressamlarının büyük bir çoğunluğunun, resim sanatını Leonardo gibi görmemeleri etkili. Biliyorsunuz, büyük usta, “Resim, kafa işidir” demişti.
Öykünün sizin için önemi nedir? Bugünün öykücülüğünü nasıl buluyorsunuz?
Kısa öykünün güzelliği şuradadır: Okura bir çırpıda yazılmış gibi gelir. Her dem tazedir ve okurda yazma isteği oluşturur. Kuşkusuz, kendine özgü bir yapısı vardır ama romandaki gibi mimarî bir yapı değildir bu. Bugünkü öykü yazarlarının çoğuna kırgınım. Bizler, 1950’lerde kalemi elimize aldığında, dilimize sarıldık. En büyük önemi dile verdik. Öz Türkçeden söz etmiyorum. Bir bütün olarak dilden, Türkçeden söz ediyorum. Çalışarak, önümüzdeki güçlükleri yendik ve tüm düşüncelerimizi, duygularımızı dile getiren bir Türkçeye kavuşturduk. Ben, bu çorbada tuzum olduğu için övünç duyarım. Günümüzün genç yazarlarında -hoş, yalnız genç yazarlar değil- diline karşı bir sevgi, saygı eksikliği görüyorum. Toplumun içinde bulunduğu yozlaşmadan, her şey, herkes gibi yazarlar da payını alıyor, hatta o yozlaşmaya katkıda bulunuyorlar. Bu küçük günahın baş suçluları da medya kuruluşları. Korkarım bu yüzyılın sonunda, bizim bildiğimiz, üzerine titrediğimiz Türkçe kalmayacak.
İlk öykünüzün yayımlanmasının üzerinden 50 yılı aşkın zaman geçmiş. O günden bugüne sizin için yazmanın anlamı nasıl değişti? 2000’li yılların edebiyat/yazı dilini nasıl görüyorsunuz? Umut veren bir üslûp arayışı gözlemliyor musunu
Dil konusuna değindim. (Onulmaz yaram o.) Üslûp onun bir uzantısı. Bizim 1950 kuşağı yazarlarının, o genç yaşlarda bunun ayrımına varıp o yolda çalışması, Türk edebiyatında daha önce pek görülmemiş bir olaydır. Bu sözümün ne anlama geldiğini anlamak için bizden önceki yazarların (Yakup Kadri’lerin, Halide Edip’lerin, hele hele Ahmet Hamdi’lerin) romanlarını, düzyazılarını okuyup karşılaştırmak yeterlidir. Nasıl olur da 18-20 yaşındaki gençler, öncesinde bir örnek olmadığı hâlde, yepyeni bir dil ve kişisel bir üslûp yaratmayı başarmışlardır? Bu genç yazarların üslûp ve dil konusundaki çeşitliliğine bakınız: Tahsin Yücel, Orhan Duru, Onat Kutlar, Adnan Özyalçıner, Bilge Karasu, Tomris Uyar, Nezihe Meriç. Türk edebiyatının hangi döneminde bu kadar genç yazar, birbirlerine hiç benzemeyen metinler, öyküler, romanlar kaleme almıştır.
Epey oluyor, bir gece telefonum çaldı. Tanımadığım bir kişi, “Nicedir kafamı kurcalayan bir soru var, bunun yanıtını ancak siz verebilirsiniz diye rahatsız ediyorum” dedi. Sonra sorusunu sordu: “Siz, 50 kuşağı, nerden geliyorsunuz?” Bir an durakladım, sonra itiraf ettim: “Bağışlayın, ben de bilmiyorum.”
1950’li kuşağın Anadolu ile ilişkisini ve bugünün kuşağının Anadolu ile ilişkisini nasıl değerlendiriyorsunuz? O/Hakkâri’de Bir Mevsim bugün yazılabilir miydi? Ya da nasılsa olurdu?
Hayır, yazılamazdı. Çok insan, başta yazarı çok acı çekerdi. Çünkü, Hakkari’de Bir Mevsim’i yazmak için orada olmak gerekirdi. Bugünkü koşullarda, benim de, bir başka yazarın da orada olması söz konusu olmazdı. Olsa bile, yaşayacakları, sanırım benim yaşadıklarımla karşılaştırılamayacak derecede acı, dramatik olurdu.
Bizim kuşağın Anadolu ile yakın bir ilişkisi yoktu. Bizim ilişkimiz dünya ve Türkiye ileydi. Sosyalist ya da kapitalist ülkelerdeki yalnız sanat, edebiyat oluşumları değil, aynı zamanda politik yaşamları da bizim ilgi odağımızı oluşturuyordu. Cezayir’in bağımsızlık savaşı, Vietnam Savaşı, üçüncü dünya savaşının sorunları ve tabii ki Türkiye. Anadolu, bizler için, içinde yaşamadığımız Türkiye gerçeğiydi. Bu konudaki boşluğu, köy enstitülü yazarlar, Yaşar Kemal, Orhan Kemal, Samim Kocagöz vb. dolduruyordu. TİP’in kurulması, birçoğumuzun TİP’in içinde yer almamız, bu durumu biraz değiştirdi. Yedek Subay Öğretmenlik benim gibi birçoğumuzu ilk kez “Anadolu gerçeği”yle karşı karşıya getirdi. Ama ne kadar? Çoğu kez Anadolu’yu bir bütün olarak gördük. Oysa Anadolu’da onlarca Anadolu var. Karadeniz’in insanlarının, Orta Anadolu’nun insanlarıyla ne kadar ortak noktası var? Dahası, Doğu, Güneydoğu Anadolu’nun, Marmara, Ege, Trakya ile? Kısaca söylemem gerekirse, ben ulusal bir edebiyatımızın varolduğu kanısında da değilim.
Eserlerinizdeki bir diğer mesele ise “doğu.” Neydi doğu, ne oldu zaman içinde?
Doğu bilmediğim bir ülkeydi. Bilmediğim bir iklimdi. Bilmediğim bir insandı. Bilmediğim bir gerçek, hatta bilmediğim bir düştü. Benim serüvenim, kendimin seçmediği bir serüvendi. Bir rastlantı. Doğumlar da birer rastlantı değil mi?
Eserlerinizdeki temel konulardan biri aydınların yaşadığı temel yalnızlık. Bu yalnızlık hissinde sizi yazmaya itekleyen şey neydi? Bugün yalnızlık demek sizce ne demek? Özellikle Eylül’ün Gölgesinde eserinizdeki yabancılık ve yalnızlık temaları, bugüne dair de pek çok şey söylüyor. Bu yabanîleşmeyi nasıl değerlendiriyorsunuz?
Yalnızlığın başına “aydın” sözcüğünü getirdiğinizde, yalnızlık genelden özele dönüşüyor. Kadın yalnızlığı, çocuk yalnızlığı gibi. Kuşkusuz, “aydın yalnızlığı” diye bir yalnızlık var ve bu diğer yalnızlıklara pek az benziyor. Çünkü o bir iletişimsizliğin sonucu. Aydın düşüncelerini, inançlarını, görüşlerini diğer insanlarla, halkıyla paylaşmak istiyor. Ama bunu başaramıyor. Suçluyu arıyor. Suçluyu bulamıyor. Suçu kendine yüklüyor. Olmuyor. Halka yüklüyor. Olmuyor. Diğer aydınlara yüklüyor. O da olmayınca, çöken gece tüm varlığını tutsak alıyor.
Aydına gerekli olan ortak bir dil yok. O zaman?
Yazmak ve okumak. Tek başına kaldığınızda bağırmak ve çağırmak. Çığlık atmak. “Kim bilir, belki bir duyan olur.”
Büyük korkularınız var mı? En çok neden, nelerden korkarsınız?
Var. Dilimin yok olması. En çok cahillerden korkarım. Cahillikle ilgili 500 aforizma yazdım, bitiremedim. 1000’e tamamlamaya çalışıyorum.