31 Ekim 2021

Daralan bakışlar, derinleşen anlamlar; Woodward’ın tekerlekli sandalyesinden pencere manzaraları

Pencere ve balkonlar, içeriden dünyaya tutulmuş kameralardır bir bakıma ve önümüzde dünyanın sadece lense yansıyan kısmı vardır.


Desen: Selçuk Demirel

 COVID-19 pandemisi, virüsün insandan insana kolayca bulaşması nedeniyle sadece birkaç ay içinde dünyanın neredeyse tamamına yayıldı. Halk sağlığı, gıda güvenliği ve istihdam konusunda eşi benzeri görülmemiş sorunlara yol açıp, ekonomileri ve eğitim sistemlerini sarstı. Buna yanıt olarak hükümetler, bulaşıcılığı yüksek olan bu virüsün yayılmasını kontrol altına alabilmek için karantina uygulamalarının da dahil olduğu sıkı izolasyon ve sosyal mesafe stratejilerini devreye soktu. Her türlü toplu organizasyon yasaklandı, işyerleri ve okullar kapatılarak uzaktan çalışma ve eğitime geçildi. 

Yeni bir fenomen olan pandeminin uzun dönemli etkileri halen az çok belirsiz. Fakat ekonomideki doğrudan etkilerinin yanı sıra, karantina uygulamalarıyla kendilerini mecburen evlerine kapatan insanların üzerindeki sosyal ve psikolojik etkilerini inceleyen çalışmalar da birikmeye başladı. Bu çalışmalar, ekonomik durgunluk ve salgınla ilgili belirsizliklerin, insanların karantina sırasında kendilerini psikolojik olarak kapana kısılmış ve yalnız hissetmelerine yol açtığını söylüyor. Anksiyete, depresyon ve diğer stres belirtilerinde son dönemlerde yaşanan artışın, evde sıkışıp kalma hissine yol açan karantina uygulamaları ile ilişkili olduğu saptanıyor. 

Ama pandemi, insanlara çevreleriyle olumlu bir etkileşim fırsatı da sunabiliyor 

Öte yandan, pandeminin tüm bu olumsuz etkilerine karşın, konuya farklı bir perspektiften yaklaşan bazı araştırmalar, pandeminin doğa ve çevre konusundaki kamusal farkındalığı ne şekilde etkilediğini anlamaya odaklanıyor. Karantina sürecinde evde veya lokal bir çevrede mecburen daha fazla zaman geçirmenin, sonuçta insanlara doğa ve çevreleriyle olumlu bir etkileşim fırsatı sunabileceğini gösteriyor. Örneğin, çoğumuzun karantina sürecinde doğrudan deneyimlediği, kentsel yeşil alanların daha sık ziyaret edilmesi, pencereden - eğer öyle bir lüksümüz varsa tabii - ağaçların daha çok izlenmesi, daha önce görülmeyen detayların görülmesi, öncesinde görünmez olan kuşların fark edilmesi, seslerinin duyulması gibi insan-doğa etkileşimlerini yansıtan gündelik yaşantılar, doğa ile ilişkimizde minik bir hareketlenmeyi hissettiriyor. Kentleşmiş bölgelerde, sokağa çıkma yasaklarının birçok insanın zamanını çoğunlukla kapalı mekanlarda geçirmesine neden olması, “insanların odağını bir pencereden bahçedeki ağaçları izlemek veya bir odanın içinden dışarıdaki kuşların cıvıltılarını dinlemek gibi, doğa ile ‘daha az acil’ etkileşimlere doğru kaydırıyor.” 

Pandemi, kişilerin doğayla etkileşimlerinin yoğunluğunu artırmıyor sadece, aynı zamanda bu etkileşimin biçimlerini değiştirme potansiyeli de yaratıyor. Hiç değilse “görece gelişkin toplumlarda, insanların doğaya (özellikle de yerel vahşi yaşam ve doğal ortamlara) yönelik olumlu tutumlarının salgın sırasında arttığını gösteren bilimsel kanıtlar ve anekdotlar birikiyor.” Örneğin, İngiltere merkezli Kuşları Koruma Derneğinin (RSPB, 2020) gerçekleştirdiği kapsamlı bir saha araştırmasına göre, İngiltere'deki yetişkinlerin %74’ü, pandeminin başlangıcından bu yana geçmiş yıllara göre çevrelerindeki doğal hayatın daha fazla farkında olduklarını kabul ediyor. 

İnsanların günlük rutinleri ve alışkanlıklarında ani değişikliklere neden olan pandemi, tanıdık olanla ilişkimizi değiştiren bir etki yaratabilir mi? 

Çoğu zaman tanıdık olanla ilişkimizi değiştiren ona bakışımızın değişmesidir. Pandemi günlerinde dünyadaki insanların çoğu aylarca evde vakit geçirmek zorunda kaldı. Evde olmak insanların özgürlüğünü pek çok açıdan sınırlandırdığı gibi görebileceği manzarayı da daralttı. Dışarıya çıkmanın mümkün olmadığı zamanlarda, duvarların dışındaki dünya ile bağlantı, genellikle pencereler ve balkonlar aracılığıyla sağlanır. Pencere ve balkonlar, içeriden dünyaya tutulmuş kameralardır bir bakıma ve önümüzde, dünyanın sadece lense yansıyan kısmı vardır. 

Pandemi ile daralan görüş alanı, her gün önümüzde duran şeylere, sanki kameramızın lensine yansımışlar gibi, daha farklı bir gözle bakmamızı sağlamış olabilir. Normal zamanlarda, günlük rutinlerimizin bir parçası olan şeylere gerçek bir ilgi göstermek zordur. Bazen yakınımızdaki şeyleri fark etmemiz için bize gösterilmesi gerekir. Ama kameradan bakmak, görmeyi kolaylaştırır. Karantina görüş alanımızı kısıtlayarak, elimizde bir kamera olmadan dünyayı bir kameradan görmemize yardımcı olmuş olabilir. Çünkü Büyük Buhran’ın kurbanlarını fotoğraflayan Amerikalı fotoğrafçı Dorothea Langea göre (1895-1965) "kamera, insanlara kamera olmadan nasıl göreceklerini öğretir.” 

Lange, göze yansıyan dünyanın görmek için fazla büyük olduğunu ve kameranın nesnelerin ve ışığın sonsuz kombinasyonunu daraltarak, onların bir ilişkiler sistemi içinde sergilenmesine yardımcı olduğunu söylemek istiyor. Yeterince sınırlandırılmış bir evrende, nesnelerin bu ilişkiler sistemine bakmak, görmeyi mümkün kılıyor. Sonuçta, bir kameradan bakmayı öğrenmiş gözlerle, dünyadan küçük bir kesit alıp, ona daha yakından bakmaya, onu daha derinden görmeye ve içindeki küçük ayrıntıları fark etmeye başlıyoruz. Yani artık elimizde bir kamera olmasa bile, bizi çevreleyen dünya kesitini, sırf ona tekrar tekrar bakmak zorunda olduğumuz için, daha iyi görüyoruz. 

Böyle bir yaklaşım, kişinin pandemi gibi olağanüstü zamanlardaki belirsizlik ve güvensizliklerle başa çıkmasının bir yolu olarak sıradan olanda bir anlam bulmasını mümkün kılabilir. Çünkü hayatta anlam aramak doğal bir durumdur ve böyle zamanlarda bu arayış sıklaşır. Gerçekten de, belirli bir görüntüye dikkatli bir şekilde ve uzun bir süre boyunca bıkmadan bakmak, dünya hakkındaki hislerimizi derinden etkileyebilir. Tıpkı zamanının çoğunu evinde geçirmek zorunda olan ve penceresinden gördüğü hep aynı manzarayı defalarca resmederek, birbirinden azıcık farklı ama her seferinde birbirinden güzel pencere resimleri çizen Amerikalı ressam Robert Strong Woodward (1885-1957) gibi kendi kendimizi terapi etmenin bir yoluna dönüşebilir. 

Woodward’ın penceresi 

New England’ın önde gelen peyzaj sanatçısı Robert Strong Woodward, 11 Mayıs 1885’te Massachusettsin Northampton kasabasında doğmuş. Babasının emlakçılıktaki işi nedeniyle, ailesi sık sık yer değiştirmiş. Çocukluğu ülkenin çok farklı bölgelerinde geçen Woodward, çocukluğunun tüm yazlarını ise hep aynı yerde, büyükbabasının Buckland’daki çiftliğinde geçirmiş. Bu yüzden de burası dışında hiçbir yerle köklü bağlar geliştirememiş. 

Resim, başlangıçta bir inşaat mühendisi olan Woodward’ın en sevdiği hobisiydi. Hayatının gidişatını kökten değiştirecek talihsiz bir olay yaşadığında henüz yirmi bir yaşındaydı. 1906da bir revolver kazası sonucu ağır yaralandı. Kaliforniyadaki uzun bir tedavi döneminden sonra, amcası Bert Wells'in evinde yaşamak için memleketi Buckland, Massachusettse döndü. Belden aşağısı artık felçliydi ve ömrünün kalanını bir tekerlekli sandalyede geçirecekti.

Robert Strong Woodward (1885-1957)

Yaşadığı bu trajedi hayatını tesadüfen değiştirirken, Woodward verdiği bir kararla hobisine yön verdi. Mühendislik idealinden vazgeçti ve resmi profesyonel işi yapmaya karar verdi. Bucklanda yerleşerek bu yeni işi için mütevazı bir başlangıç yaptı. Çiftlikteki ek bir binayı küçük bir stüdyoya dönüştürdü. Geçimini sağlayacak kadar para kazanmak için tezhip ve kitap levhası üretmeye başladı. Önce ticari bir sanatçı olarak, sonraları ise çok sevdiği kırsal yaşamın ressamı olarak çalışmaya başladı. Birkaç yıl sonra yağlı boya resimleri yapmaya başladı ve küçük atölyesinin pencerelerinden dışarıdaki manzarayı resmetti. Kırsal manzaraları ve New England sahneleriyle kısa sürede ün kazandı. 

Woodward’ın erken dönem pencere resimleri, pencerenin çerçevesini, pervazını veya camlarını içermiyor, bu nedenle dışarıdan yapılmış gibi bir izlenim veriyordu. Fiziksel engeli nedeniyle dışarıya çıkması pek mümkün olmayan ressamın ilk resimleri genellikle, penceresinden görebildiği ormanlar, büyük ağaçlar ve bir dereyi içeren resimlerdi. Fakat bu erken dönem ürünleri, Woodward’ın eşsiz tarzını yansıtan pencere resimlerinden değildi. 

Woodward hayatı boyunca dört farklı stüdyoda resim yaptı. Ama ünlü pencere resimlerinin ana mekânı, hayatının son 22 yılını geçirdiği Southwick Stüdyosu’ydu (1934-1957). Altı pencereli bu son stüdyosundaki “her bir pencere sadece bol bol gün ışığı sağlamakla kalmadı, aynı zamanda pencere resimleri için harika konular da sağladı.” Bu resimleri yapması onun için nispeten kolaydı, çünkü tekerlekli sandalyeye mahkûm olduğundan, tamamen stüdyo içinde çalışabiliyordu.   

Woodward’ın çalışmaları onun tecrit koşullarını yansıtıyor 

Başkalarının yararlandığı hareket özgürlüğünden mahrum kaldığı için, resimlerinin konusu zorunlu olarak yereldi. “Ben izole bir şekilde yaşıyorum ve bazı şeylere ulaşamıyorum” diyordu. Bu nedenle, “benim ilgilendiğim konular, yerel hayat ve yerel manzara oldu.” Tıpkı karantina günlerinde bizlerin de dışarıya sadece pencerelerden bakmak zorunda kalışımız gibi, Woodward’ın çalışmalarının konusu da zorunlu tecrit koşullarını yansıtıyordu. Fakat bu durum, eserlerine “kozmopolit bir sanatçının gösterebileceğinden daha derin ve samimi bir dokunuş” kazandırdı. Woodward’ın çekiciliğinin sırrı da sanatçı ile izleyici arasındaki bu duygusal bağda gizliydi. 

Woodward, kırk iki yıllık profesyonel ressamlık hayatında, çoğu yağlı boya resimlerinden oluşan 620’den fazla kayıtlı eser üretti. Resimlerinin büyük çoğunluğu, elbette, kimisi birbirine çok benzeyen manzaralardı. Ancak resimlerinin önemli bir kısmı, otuzlu yılların ortalarında çizmeye başladığı ve olağanüstü güzellikteki natürmort parçalarını da içine ustaca yerleştirdiği ünlü pencere sahneleridir. Natürmort ve manzaranın birlikte bir kompozisyon oluşturduğu, aynı pencereden aynı ağaca bakıp, hem büyük ölçekte birbirlerine benzeyen, hem de ayrıntılarda birbirlerinden uzaklaşan pencere resimlerinden beşini aşağıda görebilirsiniz. 1940 ile 1946 yılları arasında yapılmış bu beş resimde Woodward, stüdyosunun hep aynı penceresinden, aynı manzarayı ve aynı mevsimde (kış), fakat farklı bakış açıları, ve ön planda sürekli değişen nesnelerle (kitaplar, çiçekler, renkli şişeler, şamdan ve meyvelerle) ilişki içinde yansıtıyor. Woodward, her seferinde yeni bir ruh haliyle farklı ışık ve hava koşullarında ama aynı açılardan aynı konuyu tekrar tekrar işledi.           

Pencere Resimleri, Robert Strong Woodward, (1940-1946)  

Farklı zamanlarda (yaz-kış, sabah-akşam) ve farklı hava koşullarında (güneşli-bulutlu) aynı manzara farklı görünebilir ve bir gözlemci aynı manzarayı sonsuz şekilde deneyimleyebilir. Montagne Sainte-Victorie dağını 60 kez çizen ünlü Fransız ressam Paul Cézanne, İstanbuldaki evinin balkonundan gördüğü manzarayı hep aynı açıdan beş ay içinde 8.500 defa fotoğraflayan (‘Balkon, 2018) ünlü edebiyatçı Orhan Pamuk, aynı pencereyi ve gördüğü aynı manzarayı defalarca resmeden Woodward gibi insanları harekete geçiren duygular arasında bazı ortak noktalar olsa gerek. Her gün aynı manzaraya bakmak ve farklı şeyler görmek... Saplantı, tutku veya başka bir şey. Belki de, artık onların bir parçası haline gelen manzaranın çekiminden kaçamama... Bir anlamda manzara ve kişi arasında kopmaz bir bağın kurulması, ve bu bağın zamanla bir tür özdeşlemeye dönüşmesi. Onu resmetmek ya da fotoğraflamak da bu kopmaz bağı belgeleme isteğinin bir tezahürü gibi.

Woodward’ın penceresinden görünen manzara, ona hiç sıkılmadan tekrar tekrar bakılacak kadar güzel olabilir. Ama buradaki mesele, manzaranın güzelliğinden çok, tekrarlanan bakışlarla manzarayı her seferinde yeni bir gözle görebilmek. Woodward, sadece bir tane pencere resmi yapmış olsaydı hayranlarında aynı duyguyu yaratabilir miydi? Hayranlık uyandıracağı kuşkusuz. Ama tek bir pencere resminin aynı anlama, aynı duygusal etkiye sahip olacağı o denli kuşkusuz değil. 

Bakışımız daraldıkça gördüklerimiz derinleşiyor 

Bizleri evlerimize hapseden ve sadece yakın çevremizdeki birkaç kişiyle görüşmemize izin veren pandemi koşulları, kişisel dünyamıza tıpkı Woodward gibi kameralaşmış bir pencereden bakmamızın imkânını yaratmış olabilir. Dünyanın sonsuz görüntülerini kesip atarak, baktığımız kareyi görmemizin önünü açmış... Karantinanın ilk günlerinde, sosyal medyada dolaşan “ailemle vakit geçirdim. Meğer iyi insanlarmış” türünden espriler de aslında bunun erken işaretleri gibidir. Pandemide pencereden dışarıya baktık. Ama sadece dışarıyı değil, ‘içeriyive içerideki insanları da daha yakından gördük. 

Belli ki kısıtlanınca serbestleşen bir yönümüz var, bakışımız daraldıkça gördüklerimiz derinleşiyor. Ama içsel veya dışsal bir kısıtlama olmadığında, çoğu zaman doğaya ve nesnelere, onları fark edemeyecek veya sıkıcı bulacak kadar alışkınız. Ama sonra birden Woodward çıkıyor, ve pencerenin önündeki tekerlekli sandalyesinden, bizlere, bu sıkıcı tabiattaki güzellikleri, güzel bir yoldan hatırlatıyor. 

Yazarın Diğer Yazıları

Dün her şey daha güzeldi...

Dünün daima daha güzel olduğu düşüncesi, sürgün edebiyatından önce, nostaljinin konusudur. Bir kelime olarak nostalji, “eve dönüş” ve “acı” anlamlarına gelen Yunanca sözcüklerden türer.

Agota Kristof'un üçlemesi: Sürgün, nostalji ve yas

"Ülkemi terk etmeseydim hayatım nasıl mı olurdu? Sanırım daha zor, daha yoksul ama daha az yalnız, daha az parçalanmış ve belki daha mutlu.”

İsmi dışında tamamen yazısız ve sadece resimlerden oluşan bir roman okudunuz mu?

'The Arrival' tamamen yazısızdır. Belirli bir sistematik dahilinde bir araya getirilen görseller, illüstrasyonlar ve simgeler, hikâyenin çeviriye gerek kalmadan ve yeryüzündeki hemen herkesçe anlaşılmasını mümkün kılar