14 Kasım 2020

Gerçekliği yeniden bulmaya doğru: "Naturans"

İlmek ilmek örülmüş, yazarın diğer kitapları gibi zevkle okunan, özgün bir yapıtla karşı karşıyayız. Balanuye’nin ortaya koyduğu "yeni ontoloji"nin etkisini kestirmek zor olsa da, felsefe çevrelerinde "gerçeklik" üzerine çokça tartışma yaratacağı açık

Felsefe ortaya çıkışından bu yana farklı yönelimlere sahip olmuştur. Bu yönelimler, hayatın bizzat ortaya çıkardığı sorularla belirlenmiş, zaman içinde çeşitli değişikliklere uğramış ve farklılaşmıştır. Bir yandan zorunlu ihtiyaçlarını karşılama peşinde olan insanın öte yandan, bu ihtiyaçlarını bir anlamda aşarak, hayata dair başka soruların peşine düşmesi, onlara yanıt aramasını felsefi düşüncenin ilk filizlenmeleri olarak kabul edersek, insanın bu ikisinden hangisini öncelikli yaptığı tartışma konusudur. Acaba o, önce zorunlu ve yaşamsal olan ihtiyaçlarını karşılayıp daha sonra mı, hayata dair başka soruların, "bilginin" peşine düştü, yoksa en baştan beri hayatta kalmak için bilgiye de ihtiyacı vardı ve bunu Aristoteles’in dediği gibi "doğası gereği" mi yaptı? Bu tartışma bir yana, şunu söyleyebiliriz ki, insanın ilk soruları varlık hakkında olmuştur. Ontolojik diyebileceğimiz bu sorular, insanın kendi dışındaki dünyayla, "varlık", "gerçeklik" alanıyla ilgilidir ve amacı ne olursa olsun, yakın çevresini, giderek kozmosu tanıma ve anlama çabasının sonucudur. Sokrates öncesi hemen hemen bütün filozoflar, "ne vardır?", "varlığın yapısı nedir?" sorularıyla, varlığı, gerçekliği başka deyişle doğada olan her şeyi yine doğanın kendisinden hareketle açıklamaya çalışmışlar, bunun da ötesinde her şeyin kendisinden çıktığını düşündükleri bir ana maddeyi (arkhe) doğada bulma arayışına girmişlerdir.

İnsanın dışarıdaki gerçekliği bir yana bırakarak "kendine" yönelmesi, kendisini de felsefi sorgulamanın konusu haline getirmesi daha sonra olmuştur. Bunu insan düşünmesi açısından bir ilerleme sayarsak, bu noktada Sofistlerin önemli bir rol oynadığının altını çizmek gerekir. Sokrates öncesi filozofların, varlığın ana maddesi konusunda farklı farklı görüşler ortaya koydukları noktada, Sofistler düşünmenin odağını insana çevirmeyi başarmışlardır. Böylece gerçeklik hakkında sık sık yanıldığını, aynı gerçeklik hakkında farklı farklı görüşler öne sürülebileceğini gören insan, bu sefer kendini, kendi deneyimini gözden geçirme gereği duyar. İçine kendisiyle ilgili kuşku tohumları düşmüştür bir kere. Sofistlerle beraber "insan her şeyin ölçüsü" olunca da ontolojik "ne vardır" sorusu, "biz neye var deriz" sorusuna dönüşür. Bu noktaya epistemolojinin doğuşu dersek, bundan itibaren felsefe, bir yandan insanın bilme süreçlerini sorgulama konusu yapmış, öte yandan gerçekliği de insanı temele alarak yeniden kurgulamaya, açıklamaya çalışmıştır. Sokrates ve sonrasından gelen büyük filozofların neredeyse tamamı, Sofistler ve daha sonra da Septiklerin sarstığı gerçekliği yeniden inşa edebilme uğraşına girişmişlerdir. Böylece ontolojinin soruları epistemolojinin sorularından bağımsız düşünülememeye başlamış, çoğu zaman insan merkezli açıklamalar öne çıkmış, başka bir deyişle epistemoloji, ontolojinin önüne geçmiştir.

Felsefenin başlangıç yıllarına uzandığımız bu özet girişin nedeni, Çetin Balanuye’nin Ayrıntı Yayınları'ndan bu yılın Ağustos ayında çıkan "Naturans, Yeni Bir Ontolojiye Doğru" adlı kitabında temel aldığı sorunu daha iyi anlayabilme isteğimiz oldu. Yazarı Spinozacı bir bakışla yeni bir ontoloji kurmaya sevk eden, felsefenin, "entelektüel bir yanılgıyla" giderek "hakikat" fikrinden, arayışından tamamen uzaklaşıp adeta "popülizme" teslim olması karşısında, onun onarılıp yenilenmesi gerektiğini düşünmesi olmuş. Şöyle ifade ediyor Balanuye durumu: "Yanılgının kısa ifadesi şudur: İnsan, insan eseri bir dil-tarih-kültüre doğar ve onda yaşar. Bu çemberin dışarısından ya söz edilemez ya da edilse de anlamsızdır; dolayısıyla tüm bilme-anlamlandırma çabamız sıradan birer "insan söylemi" olmaktan öteye gidemez. Bu çemberin dışında olup biten nedir, ya da insan zihninden bağımsız dünyanın gerçekliği nedir, gibi soruların kesin bir yanıtı yoktur. Öyleyse, felsefe de söylemler arasında bir söylemdir ve insan zihninden bağımsız bir gerçekliğe ilişkin hakikat ile özel bir bağı olması beklenemez. Bu yanılgı nerdeyse 2000 yıl önce doğmuş, geçen sürede bazen güçlenmiş, bazen kısmen zayıflamış, ama genel olarak ikna alanını ağır ağır genişletmiştir. Sonunda felsefenin bir tür intiharından bile söz edilebilir olmuştur."

Yazara göre felsefenin neredeyse 2000 yıl önce başlayan bu yavaş "intiharı" günümüzde felsefenin (ve hatta bilimin)  tamamen "popülizme" teslim olmasıyla sonuçlanmış ve "felsefenin gerçekliği soruşturan amiral gemisi, ontoloji, modern bir festivalde alkışlarla batırılmıştır." Yapılması gereken onun tersaneye çekilip yenilenmesidir. Balanuye’yi harekete geçiren, bir anlamda bu kitabın yazılmasının nedeni işte bu ihtiyaç olmuş.

Kitabın farklı bölümlerinde felsefe tarihinden birçok filozofa değinen yazar, günümüzde felsefenin "gerçeklik" arayışından tamamen kopması ve postmodern düşünceye saplanmasında Kant Felsefesi ve onun açtığı çizgiye özellikle vurgu yapar. "Kant’ın meşhur a priori form ve kategorileri, insanın bir şeyi ancak zamansallık, mekânsallık ya da nedensellik dolayımıyla anlayabileceğini söylediğinde ontoloji hızla epistemolojinin içinde eritilmiş oldu. Kendi içinde şey’i bilemeyeceğini bilmek, şeylerin çeşitlendirdiği kozmosta ancak insani a priori dolayımlardan ibaret bir alanda felsefe yapılabileceğini de kabul etmek anlamına geldi." Ortada insan düşüncesinden ayrı bir gerçeklik kalmayınca onu bulma çabası bir yandan boş bir uğraşa dönüşürken öte yandan yaşanan toplumsal felaketlerin de sorumlusu sayıldı. Balanuye’ye göre aralarında Kuhn, Rorty, 2.Wittgenstein, Derrida, Levinas gibi filozofların bulunduğu "koro", felsefede gerçekliği "azar azar" da olsa bulma çabasını değersizleştirdikleri gibi, bu çaba içinde olan bilimi de "totaliter bir aydınlanmacılık heveslisi" olmakla suçladılar. "Rönesans ile başlayıp Aydınlanma ile doruğa tırmanan nesnel gerçekliği kavrama düşü, bu düşün yarattığı saldırgan ve tektipleştirici öznenin tahakkümünden öyle bunaldı ki, bu kez de nesnel gerçeklik fikrini bütünüyle terk edip, hayatın her alanını popülist zırvaların önlenemez kirliliğine bıraktı."

Şimdi gelelim yazarın "Güç Ontolojisi" adını verdiği ve her biri bir fragmanla başlayan ve 26 bölümde oluşturulmaya çalışılan "yeni" ontolojiye. Kitabın giriş bölümünde, bu ontolojinin "Spinozacılıkla uyumlu olmak üzere" beş temel koşulu ortaya konuluyor: "Bu beş koşulun sınırladığı Güç Ontolojisi, özetle, gerçekçi (realist), tek tözcü (monist), insan-merkezci olmayan (non-anthropocentric), içkinci (immanentist) ve düz (flat) bir ontolojik program olmayı amaçlar." Yazar kitabın ilerleyen bölümlerinde kurduğu yeni Güç Ontolojisini anlatırken sıkça "GVarsa" kısaltmasını kullanıyor. GVarsa, gerçekliği ifade eder, başka bir deyişle var ve gerçek olmayı güç varsa koşuluna bağlar. Hangi varlıktan söz ediliyorsa kısaltmanın sonuna onun baş harfi eklenir. GVarsa-İ, insan, GVarsa-A, ağaç anlamındadır. Var olmak gerçek olmak ve güç ifade etmek anlamına gelir. "Her ne "var" ise "gerçektir" ve "güç ifade eder" ya da "güç ifade eden" her ne ise o "var"dır ve "gerçektir". İnsanın herhangi bir ayrıcalığı yoktur. O da diğer GVarsa’larla eşit koşullardadır ve gerçekliğe doğru bir şekilde eşlik etmeyi başardığı sürece kendi var olma durumunu koruyacaktır. İnsanın bilme etkinliğinin de bu çabanın bir sonucu olarak düşünmek gerekir.

Balanuye, Güç Ontolojisinin "gerçeklik" saydığı alana, kendisinin de tartışmalı olacağını düşündüğü, kavram, fikir ya da düşünceleri de katar. Bunu Spinoza’nın conatus öğretisiyle temellendirmeye çalışır. Spinoza’nın "her şey gücü yettiğince var-kalmak için çabalar" sözündeki her şey, yazara göre "bir insan, hayvan, bitki, inorganik madde, molekül, bir sistem, tümel ya da tikel bir kavramı…" da kapsamaktadır. Böylece örneğin "ırkçılık" düşüncesi de GVarsa’lar içinde belli bir etkileme gücüne sahip bir GVarsa’dır. O etkileme ve etkilenme gücü olduğu sürece vardır ve "gerçektir"

Birbirinden ilginç başlıklarla "Güç Ontolojisinin" temellendirildiği kitaptan bazı başlıklar ve içerikler şöyle: "Zagor" başlıklı 4. Bölüm'de metafizik ve epistemoloji ilişkisi üzerine Freud göndermesiyle düşünür. Metafizik, bebeksi bir "id", epistemolojiyse yetişkin bir "ego" ya benzetilir. Henüz kuşkuyla tanışmamış çocuksu bir yargıyla ifade edilen "vardır", yetişkinlikte "biz neye var deriz"e sıçrar, böylece ontoloji (çocukluğu terk ederek) yerini epistemolojiye bırakır. "Taş" başlıklı 5. Bölümde yazar kurmaya çalıştığı "Güç Ontolojisi"ne Nietzsche’den destek bulur. Yazara göre, Nietzsche’nin "güç İstemi" aynı zamanda bir hakikat istemi olarak da okunabilir; bir koşulla: Hakikati, salt var olan dünyaya katlanamadığımız için uydurduğumuz bir dünyanın sözde saklı gerçekliğine ilişkin saymazsak, tersine hakikatin var olana tahammül, olumlama ve dönüştürücü bir kuvvet olmaktan başka bir anlamının olmadığını fark ederek"… "Melodi" başlıklı 7. Bölümde kurmak istediği ontolojinin içkinci yanını "eşlik etme" kavramıyla anlatır, "Gerçekliğe eşlik etmek; gerçeklikle bir tür yaşama, çaba, var oluş ortaklığı kurmak, gerçekliğin -melodisi-ve-melodisinde olmak"… "Küf Mantarı" başlıklı 10. Bölüm, postmodern düşünceyle bir hesaplaşma olarak okunabilir. "Düğme" başlıklı 16. Bölüm ise bir GVarsa olarak insanın doğa ile ilişkileri üzerinedir.

Sonuç olarak, ilmek ilmek örülmüş, yazarın diğer kitapları gibi zevkle okunan, özgün bir yapıtla karşı karşıyayız. Balanuye’nin ortaya koyduğu "yeni ontoloji"nin etkisini kestirmek zor olsa da, felsefe çevrelerinde "gerçeklik" üzerine çokça tartışma yaratacağı açık. Kendi adıma söyleyeceğimi kitaptan aldığım şu düşünceler üzerinden söyleyebilirim. "Şüphesiz, Lyotart ile başlayan ve totaliter hakikatçilik partizanlığına karşı başlatılan eleştirel kampanyanın önemli ve meşru gerekçeleri vardı: İnsan öznenin aşırı abartılmış sözde rasyonelliği ve yekpare bilinci, erilliği, saldırgan ve tektipleştirici, tüm biyosferi kör bir iştahın nesnesi sayan ilerlemeciliği bunlar arasında başı çeker." Çetin Balanuye’nin kurmaya çalıştığı yeni ontolojisi, umuyorum ki, yazarın dikkati ve yaslandığı Spinozacılık sayesinde bizi yukarda sözünü ettiği bu "totaliter hakikatçilik partizanlığı"ndan uzak tutarak, yeniden "gerçeklik" üzerine düşünmeye, tartışmaya sevk edecektir.



Naturans, Yeni Bir Ontolojiye Doğru, Çetin Balanuye, Ayrıntı Yayınları, Ağustos 2020 Görsel: Giorgio de Chirico, The Return of Ulysses-1968

Yazarın Diğer Yazıları

Bergama Tiyatro Festivali’nde “Zaman, Zemin, Zuhur”

İzmir’de sıcaktan bunaldığımız günlerde Bergama’da olmak, her taraftan tarih fışkıran sokaklarında yürümek, rüzgârlı akşamlarında hafif bir ürpertiyle antik tiyatroda oyun izlemek düşüncesi hep çekiciydi benim için. “Zaman, Zemin, Zuhur”la tiyatro izlemeyi ve oyun metinleri okumayı seven biri olarak aslında geç tanıştım sayılır. 2006’da ilk baskısı, 2016’da ikinci baskısı yapılan kitap, bu yıl Kolektif Kitap tarafından yeniden yayımlanmıştı

Galileo, Descartes ve doğruyu söylemek

Galileo ve Descartes aynı dönemde, aynı otoriteye karşı, hakikati söylemek açısından iki farklı tutum geliştirirler

PAL İzmir'de iklim için düşünen bedenler

PAL İzmir (Performans Araştırmaları Laboratuvarı) tarafından düzenlenen ve atölye yürütücülüğü Michael Maurissens'in, sanat yönetimini Serenay Oğuz'un üstlendiği "İklim adaleti için düşünen bedenler" başlığıyla 21-24 Nisan tarihlerinde, dansçılar, görsel sanatçılar ve kamera aracılığıyla hareketi keşfetmekle ilgilenen herkes için açık çağrıyla düzenlenmiş olan, Screendance Workshop'un kapanış filmleri gösterimi beni bu düşüncelere sevk etti