29 Mart 2020

Babil: ...Ve sonra sözün kanına girdiler

Evrensel sözde boşluk yaratmak, ne bireyi ne de kültürü atomize eder. Filmde birkaç dakika görünüp kaybolan Japon adamın, üç kıtada insanların hayatına dahil olması gibi…

"Makamına", "dergahına" ulaşmaya çalışan insanı, "kendini beğenmiş", "kibirli" bulup rahatsız olan Tanrı, insanlar arasına aşılmaz bir tinsel mesafe koyar: bundan böyle aynı dili konuşamayacaklardır. İnsanlığın dili kurur, milletlerin dili dönmeye başlar. Babil efsanesi, mutlaklık iddiasında bulunan sözün egemenliğine hiçbir leke bulaşmasın diye, devreye sokulan önlemin ilginçliğine vurgu yapar. Demek ki anlamın, anlaşmanın, yani aslında evrenselliğin tahribatı, insanın eksik kalması için yeterlidir. Sayısız kitaptan daha çok şey anlatan bir metafor... O halde gelin, insanın daha çok şey olma, kendini gerçekleştirme arzusunun önünü tıkayan böyle bir bariyerin nelere mal olduğuna bakalım!

Çorak ve keskin dağların eteklerine serpiştirilmiş yıkık-dökük kil evler, en alt düzeydeki gereksinimlere odaklanmış bir zihniyet, varoluşu zayıf düşüren bir yaşam tarzı, doğanın insafına bırakılmış bedenler… Fas köylerinden perdeye düşen şey, sözün eksikliğinin fiziğidir. Zamanla bu sözün üflendiği ruhun yoksunluğuna da tanık olacağız. Doğanın, karşılarına çıkardığı en küçük engeli dahi aşmaya mecallerinin olmayışı, Marx'ın dikkat çektiği doğaya yabancılaşamamalarıyla açıklanabilir. 

Teknikle ilişkileri en alt perdede seyreder, ama bu bile başkasının "inayetiyle" olur. Fas'ın yoksul köylüsüne "armağan" edilen silah, bu bölgenin sözünün mahiyetini ve maliyetini gün yüzüne çıkarır. Köylü nazarında armağanın birkaç kuruş nakitten gayri anlamı yoktur. Doğayı dönüştürmek için kılını kıpırdatmamış bir kültürün mensubu, tekniğe, elbette doğanın en cılız gücünden korunmak amacıyla başvuracaktır; sürüye musallat olan çakalları öldürmek için…  

Av tüfeği, kültürel kodların sadece birer kural olmadığını, aynı zamanda hayata sınır çizdiğini gösteren bir aynadır. Sürüye göz-kulak olan çocukların bilinçdışı, sürüyü korumaya değil, erkekliği kanıtlamaya ayarlıdır. Pek dikkat çekmez bu sıradan kültürel kod, çöllerden akıp gökdelenlere sızacak, sayısız insanın hayatını yöneten özensiz hazırlanmış bir anayasa gibi iş görecektir. Nişan aldığı otobüse isabet edip "erkekliğini" kanıtlayan çocuk, dünyanın her yanında sayısız insanı tam kalbinden vurur. Şu erkeklik denilen gösteren, tarih boyunca ne çok şeyin canına okumuştur böyle.

Dünya dönüyorsa…

Faslı çocukların erkeklik arzusu, Amerikalı kadının ruhunun altını-üstüne getirir. Hayatın bütün büyük yön değişimleri anidir zaten. Beklenmedik bir anda yaralanan kadını kurtarmak için verilen mücadelenin önünü, Babil diyarlarında alınan kararın mantığı keser. İnsana dair sözün arasına politik iktidar girmişse, hayata biraz tat-tuz katan buluşlar, ancak ayrım ilkesine göre işler. Aynı nesnel zamanı paylaşan dünyanın Fas'a ayrılmış köşesinde insanlar çürük dişlerini tedavi edecek teknikten yoksunken, diğer bir köşesinde teknik, insanlara, organ sipariş etme olanağı tanıyacak düzeydedir. Evrensel yasanın önüne konulan ideolojik bariyerin bürokratik sonuçları da cabası. Hiçbir sağlık olanağına sahip olmayan bir yerde tek seçenek, yaralı kadını, teknik olanakların bulunduğu bir yere nakletmektir. Gel gör ki, politik gerilimin devreye soktuğu bürokratik engel, sorunun üstüne tuz-biber eker. Zaman, olanı, terör eylemi olarak tanımlayan politika ile basit bir asayiş sorunu olarak gören politika arasında patlak veren dedikodu kıvamındaki gerilimle geçer.

Bürokrasinin her yanına sinmiş olan insana değer vermeme eğilimi, zamanı geldiğinde hemen devreye girer. Talihsiz kadın Fas kırsalında ölüm kalım mücadelesi verirken, Amerika'daki çocuklarına bakan Meksikalı bakıcının başına, orada olanları aratmayacak cinsten şeyler gelir. Bütün planlar altüst olmuşken, oğlunun Meksika'daki düğününe, baktığı iki çocuğu da yanına alarak gider. Dönüş yolculuğuna, Meksika'nın kültürel kodları karışacaktır. Sınır, düğünde zil zurna sarhoş olmuş asabi Meksikalı gencin kullandığı arabayla geçilecektir. Amerika polisi, bekleneceği gibi, ona kuşkuyla yaklaşır. Bunu kendine yediremeyen genç, alaysı bir erkeklik taslar. Ve polis, olana, muktedirlik haklarıyla el koyar. Gencin eksiklik duygusuyla yoğrulmuş asabi erkekliği, yasal hakları yasadışı bir serüvene dönüştürür. Ortalık allak-bulak olur. Çocuklar çölde kayıptır, bakıcı kadın kan-ter içinde yardım aramaktadır, oysa polisin aklından geçen tek şey, sınır prosedürüne zeval gelmemesidir. Bürokrasi, karikatüre çevirdiği insanın ruhsuzluğuyla beslenir. Yıllardır yasal yollarla Amerika'da yaşıyordur, her şeyini orada bırakmıştır, üstelik iyi bir kadındır, fakat ihlal ettiği iddia edilen prosedür, bunlardan hiçbirini hesaba katmadan, onu sınır dışı edecektir. Bir sürü kabahat içeren prosedür, ne iyilik tanır ne de hata bağışlar!

Evet, Amerika'da her şey güllük-gülistanlık değildir, ama hiç olmazsa söz, yasal bir işleyişi devreye sokmuştur. Oysa Fas'ta şirazesinden çıkmış bir iktidar konuşmaktadır. Yaralı kadının derdine deva olma konusunda acelesi olmayan Faslı yetkililerin, olayın asayiş kısmını çözmek için zamanla girdiği yarış göz yaşartır. Olanları aydınlatmak için canhıraş bir şekilde çalışan polis, eşine ancak buralarda rastlanabilecek bir süreç işletir. Öyle ki, insanın, ne kadar sorunlu olursa olsun, yasanın gölgesinde ilerleyen bürokrasiye şükredesi gelir. Yargı merci kolluk kuvveti olunca, hükmü yasa değil, polisin mizacı verir. Ve her mizaç, onu besleyen söze çeker. Akıl almaz bir şiddet, çoluk-çocuk demeden herkesin canına okur. Geride küçük bir ceset, ruhen ve bedenen yaralı sayısız kadın, erkek ve çocuk kalır. Polisin, olanları aydınlatmak için yaptığı soruşturma, geriye dönük kaç bin yıllık bir kültürel soruşturma yapmayı gerektirir.

Sevinçle kan döken polis, elindeki ipuçlarıyla suç mahalline doğru giderken, mezarlık civarında karşılaştığı çocuklara, mezarlara basmamalarını tembih eder. İşte böyle! Yaşayanları öldüren ama "ölülerin haklarını" koruyan bir polis! Ölüler için uzun haklar listesi çıkaran bir gelenek, değeri düşük, ömrü kısa bir yaşam yaratır. Ölümü kutsallaştırma ile yaşamı değersizleştirme eğilimi ele ele gider. Söz, hukuk ve yasa yaratmamışsa, iktidar, ahlakın eline geçer. Ve ahlak değerleri korumaz, aksine onların üstünü örter. Amerikalı polis ile Faslı polis arasındaki fark, yasa ile ahlak farkıysa, Fas polisinin kendi yurttaşlarının ruhunda açtığı yara, ahlakın değerlerden farkıdır. Olanları bir polis müfettişinin kişisel hatalarıyla açıklama girişimi, filmin perspektifini yerle yeksan eder. Ahlak, kendisine mensup insanların ruhunu inşa eden bir auradır. Bu değer dışı dünyanın nedeni, insanların, ahlaki kodlara riayet etmemesi değil, ahlakın, değerlere yabancılık yaratmasıdır. Dünyanın halini, eksik bir insan tipinin, ahlaki talepleri ihlal etmesiyle açıklayamayız, tam aksine, ahlakın, gün geçtikçe insanı biraz daha eksik kılmasıyla açıklayabiliriz. Zira ahlak, kendi kodlarını -toplumsal kuralları- değerlerin yerine ikame etmeye, böylece taleplerini amaç, insanı araç haline getirmeye meyilli bir ideolojidir. "Mezarlara basmayın!" sözü, polisin değil, ahlakın sözüdür. Polis, Lacan'ın tabiriyle, sadece telaffuz edendir. Sözü, polise, onun bilinçdışına sızmış ahlak söyletir.

Fas'taki cehennemin nedeni silah değildir, orada iktidar kurmuş sözdür. Değil mi ki, silah bir araçtır, onu harekete geçiren ise zihniyet… Aynı silah, başka bir ülkede farklı bir emelle kullanılıyormuş. Silahı, Fas köylüsüne, avlama arzusu hiç eksilmeyen Japon bir iş insanı armağan etmiştir. Meğer Faslı ve Amerikalı çocukların hayatını felce uğratan olayları, dünyanın başka bir yerinde başka bir çocukluk çilesi tetiklemiştir. Parası bol Japon adamın, av hevesiyle karşımıza çıkan erkeklik arzusu, arkada, ilgisiz kalmış bir kadının intiharı, sevgisiz kalmış bir kızın bocalamalarını bırakmıştır. Erkekliğin attığı her adım kadınlığı hayattan eder.

Karısı intihar etmiştir, ama kendinden başka şeyle ilgilenmez adamın kayıtsızlığı, kızının ruhunu köhneleştirir. Baba eksikliği, cinsel bağlılık olarak kızı esir alır. Gördüğü her erkeğin karşısında cinsel bir araca dönüşür. Bu durumun bir benzeriyle Fas'ta karşılaşırız. Etrafını tabuların sardığı köyde kadınlığını keşfe çıkan bir kız çocuğunun menziline en yakındaki erkeğin gireceği açıktır. Bu, daha eril duran kardeş olur. Böylece, ahlaki tabu Fas'ta ensesti, sevgi eksikliği Japonya'da cinsel bağımlılığı devreye sokar. Yaşadıkları, ikisinin de kadınlığına teşhircilik şeklinde sirayet eder. Dünyanın bu yakasında, kadınlığını, bedenini erkek kardeşine teşhir etme yoluyla keşfetmeye çıkan Faslı kız çocuğu, öbür yakasında, kadınlığındaki eksikliği, bedenini karşısına çıkan her erkeğe teşhir etme yoluyla gidermeye çalışan Japonyalı genç kadın bulunur. Eril dünyanın kodları açısından birer semptom olan bu kadınlar için cinsellik, zevk meselesi olmaktan çıkıp, simgesel/ideolojik bir handikaba dönüşür.

Kameranın aklı

Inarritu'nun zekâsı, Fas, Amerika, Meksika ve Japonya arasında mekik dokurken, bakışı, insanın türsel birliğine kilitlenir. Babil, ne sömürgeciliğinin eleştirisidir ne de geri kalmışlığın elinde acı çeken insanlara yönelik şefkat talebi... Bu sinematografik meydanda, bölük-pörçük sözün yarattığı tahripkâr ortamın evrenselliği teşhir edilmektedir. Hem de ibretlik sahnelerle… Dünyanın her köşesi yerel kültürlerin dar sınırlarına sıkışadursun, bölgesel ideolojiler kendi sloganlarını hakikat ilan edip bilgiye burun kıvıradursun, kulakları her söze hassas hayat bildiğini okumaktadır. Başkasına ait sözün eksikliğinin, sırf onun yaşamında eksiklik yaratacağı görüsü, ne büyük yanılgıdır öyle! Platon bu filmi izleseydi, hem sanatın değerini görmemiş olmaktan hayıflanır hem de Akademia'nın kapılarını sonuna kadar açar, kırmızı halıyı serer, Inarritu'yu beklerdi.

Film bu yanılgıyı, dünyayı küçülterek gösterir. Bu iş, bir yandan, zaman ve mekânı askıya almayı, öte yandan, neden sonuç arasındaki bağlantıyı ters çevirmeyi gerektirir. Bu yüzden, kamera çok hareketli, geçişler aşırı hızlıdır. Görünür kılmak için ilkin sonuca odaklanır, hemen ardından eşzamanlı bir şekilde, nedene geçiş yapar. Sonuç Fas'tadır, neden Japonya'da. Japonya ile Amerika, Meksika ile Fas arasındaki mesafe saniyeliktir. Fas'ta işlenmemiş doğa ile Amerika'da ve Japonya'da tahrip edilmiş doğa arasındaki mesafe bir göz kırpması kadardır. Böylece, Japon iş insanının arzusunun Faslı çocuğun arzusuyla birleştiğine; Faslı kadının arzusunu bastıran yerel kodun, Amerikalı kadının zevkini kursağında bıraktığına; Amerika politikasının Meksikalı gencin ruhuna öfke tohumları ektiğine; Faslı çocukların kanaatlerinin, Amerikalı çocukların geleceğini belirlediğine tanık oluruz. Kamera görüntü çekmiyor da, akıl yürütüyor gibidir.

Dünyanın kulağına bir kere fısıldanmış her söz, havanın dalgasına kapılır, hiçbiri yitip gitmez. Doğru ya da yanlış, değer yaratıcı ya da değerden düşürücü her söz, bir etki taşır. Bölgesel sınırları aşan bir etki... Zira sözün yolu çatalıdır; bilinç, bilinçaltı, bilinçdışı, arzu ve zevk aracılığıyla, kurumsal prosedürler ve politik uygulamalarla diyardan diyara dolaşır durur. Söz, bilinçten onay görmeye ihtiyaç duymaz, devreye soktuğu ilişkilerle dünyaya nüfuz eder. Mesele, doğruluk ve yanlışlık değil, etkileme veya etkilenme meselesidir. Sorun, politika ve ideolojinin yerel söze serbest dolaşım hakkı tanımasından çok, mutlak iktidar hevesinin evrensel sözün önüne çektiği bariyerdir. Evrensel sözün bilinç alanındaki yeri daralınca, yerel sözün taşıdığı handikaplar evrenselleşir. Çin mutfağında pişip dünyaya yayılan gelenek gibi… Sayısız felaket gösteriyor ki, ille de bir kaderden söz edilecekse, bu, coğrafya değil, sözdür. Doğaya hiçbir şey katmamak ile doğayı sömürmek arasında gidip gelen bir söz, insanlığın yazgısıdır.

Demek ki, insanın temel sorunu, türsel olanak eksikliğinden çok, insani zaaflardır. Kendini egemen kılmak için uğraş verirken, dünyayı tehlikelere açmak… Evrensel sözde boşluk yaratmak, ne bireyi ne de kültürü atomize eder. Evet, ortada devasa bir dil engelli var, ama dilsel fark ilişkilere sınır koymadığından, insan insanın hayatının içinde kalmaya devam edecektir. Filmde birkaç dakika görünüp kaybolan Japon adamın, üç kıtada insanların hayatına dahil olması gibi… Anlıyoruz ki, bu adamın Faslı çocuklara yakınlığı, kızına yakınlığı kadardır. Hiçbir dilin evrensel olmadığı, ama yaşamın ortak olduğu bir dünyada, asli sorumluluk, herkesin kendi sözünün dokunulmazlığını kaldırmasıdır. Bu, dünyayı cennete çevirmeyecektir, ama cehennem olma riskini azaltacaktır. İnsan daha çok şey olacaksa, bilgiyi politikanın hizasına çeken geleneğin yerine, politikayı bilginin emrine tabi kılan bir gelenek ikame etmek zorundadır. Babil kulesi hayalı, ancak böyle kurulabilir.

Yazarın Diğer Yazıları

Hayat: Babalar, kızlar ve karanlık tüneller

Cehennemde yaşayan babaların kızları asla cenneti yaşayamazlar. Mehmet, kızına acı çektirdiği için acı çekmiyor, acı çektiği için kızına acı çektiriyor. Onun da en az Hicran ve bizim kadar kurtuluşa ermeye ihtiyacı vardır

Kuru Otlar Üstüne: Postmodernizme göz kırpmak  

İnsanın psişik yapısının "Gerçek" ile simgesel düzeyleri arasındaki gerilimden, daha esnek bir ifadeyle, kültüre direnen yanı ile kültürel yanı arasındaki gerilimden doğan boşlukla karşılaşsaydık, filmin, insanın karanlık tarafını sorun edindiğinden söz edebilirdik. Gördüğümüz şey, varoluş sancısından, kendini gerçekleştirme mücadelesinin yoğunluğundan, amaç eksikliğinin yarattığı nihilist tutumdan çok ortamın bayağılığına yenik düşmüş kişiliklerin sinik halleridir. Belirsizlik derinlik demek değildir

Aşk (Her): Sinemanın gör dediği…

Sevenin, kalbinin bir köşesinde başkasına da küçük bir yer ayırması, sevilene kendi yerinin işgali olarak görünür. Bundandır ki, bütün toplumsal ahlaklar bol kepçe servis ettikleri sevginin kefaretini ötekine nefretle ödetirler. Her ahlak şu ya da bu şekilde sevgi buyurur, fakat hepsi de onay verdikleri insan tipine benzemeyi şart koşar