17 Nisan 2021

Teselli

Bazen benzer üzüntü ve kayıpları olanların tesellilerinde kendi geçmiş dertlerinin bir tesellisinin gizli olduğu fark edilebilir. Hayattaki kayıplara, travmalara ve bahtsızlıklara katlanabilmenin bir yolu başkalarının da bunlardan mustarip olmasıdır sanki. Eğer teselli edilen, teselli verenin kendi acısına ve bahtsızlığına başkalarının da ortak olmasından kaynaklanan bir tür rahatlama içinde olduğunu sezerse bu da acıyı hafifleten değil ağırlaştıran bir etki yaratır

Bu son hafta içinde birkaç hastam ardı ardına kayıplarından ve travmatik yaşantılarından söz edince "teselli" konusu aklıma takıldı. Acı veren, katlanılması zor duygular yaşayanlar için etraflarındaki kişilerin davranış ve sözleri çok önemli hâle geliyordu. Ama anlaşıldığına göre niyetleri aksi yönde olsa da etraftakilerin teselli etme çabaları sıklıkla onların eskisinden de kötü hissetmelerine yol açıyor, en iyi ihtimalle nafile bir çaba olarak canlarını sıkıyordu. Dinlediğim kişiler, teselli edilmekten dolayı acılarında bir yatışma, bir hafifleme hissetmiyor, aksine daha da "ağırlaşmış" gibi oluyorlardı. Kendi kişisel tecrübelerime de uyan bu yakınmaları dinlerken, konuyu yazarak düşüneyim diye geçirdim aklımdan.

The One Consolation — Giorgio de Chirico

Nezaket

Acısı, üzüntüsü ya da kaybı olan birini teselli etmek nezaketli bir davranış. Ama sanırım nezaket davranış ve sözlerle sergilenebileceği gibi davranış ve sözlerden geri durmakla da gösterilebilir. Bir örnekle ifade etmeye çalışayım. Çok yıllar evvel, bir yaz günü, güneşin hayli devrildiği öğleden sonraki bir vakitte, oturduğum semtin çarşısındaki çay bahçesine gitmiştim. Masaları geniş bir alana yayılmış olan çay bahçesinde büyükçe bir süs havuzu, onun ötesinde de bir çocuk parkı vardı. Elimdeki kitaba biraz ara verip gürültülü bir neşeyle oynayan çocukları seyre daldım. Yan yana duran üç salıncaktan birine binmeye çalışan ama salıncak sabit durmadığı için bir türlü oturmayı başaramayan iki buçuk-üç yaşlarında bir oğlan gözüme ilişti. Ağlayıp tepinmeden, tekrarlayan başarısızlıklarından yılmadan çabasını sürdürüyordu. Bazen tam başaracak gibi oluyor, ama sonra salıncak elinden kaçıveriyor, yerleştirmeye çalıştığı ayağı boşa düşüyordu. Çocuğun birkaç adım önünde herhalde babası olan uzun boylu sarışın bir adam ona gülümsüyor, fakat binmesine yardım etmiyordu. Adamın çocukla böyle candan ilgilenip ona cesaret vermekle birlikte salıncağa binmesine yardım etmemesi ilgimi çekmişti ve işin nereye varacağını merak ettiğim için seyretmeye devam ettim. Her ne kadar birçok denemesi boşa çıkmış olsa da biraz seyrettikten sonra insanın içinde oğlanın bu işi yapabileceği yolunda bir his oluşuyordu. Hem zorlandığı hem de yapabilecek gibi göründüğü için çocuğun salıncağa binebilmesini ister ve bekler hale gelmiştim. Bu sırada elinde boş bir çay tepsisiyle oradan geçen gençten bir garson çocuğun bir iki başarısız denemesini fark etti ve onu kaldırdığı gibi salıncağa yerleştiriverdi. Çocuğuyla Almancaya benzer bir dille konuşan (Sonradan Danca olduğunu öğrenmiştim) baba, ne olduğunu anlamaya çalışan oğluna bir şeyler söyledi ve daha sonra salıncağı hareketlendirmesi için ona kâfi miktarda yardım etti. Belki babayla oğulun ilişki tarzının çok içine girmiştim, belki çocukla ya da babayla özdeşim yapmıştım, artık hangi nedenleyse, garsonun bu beklenmedik yardımını, talep edilmeyen ve hatta istenmeyen bir müdahale olarak rahatsız edici bulmuştum. Babası çocuğundan esirgemediği nezaketi garsona da gösterdi ve kendi iradesinin dışında gelişen bu müdahaleye şaşırsa da garsonun doğru tartılmamış iyi niyetini kabul ederek ona gülümsedi. Garson bunu bir teşekkür olarak kabul edip halinden memnun çay ocağına doğru yürürken ben baba oğula döndüm. Bir süre daha onları gözledim. Benim oğlum da aynı yaşlardaydı, ona karşı aynı nezaketi gösterebilir miydim yoksa daha ziyade garsonun yaptığına yakın bir davranış mı sergilerdim diye kendimi sorguladım. Danimarkalı babaya bu nezaket dersi dolayısıyla içimden teşekkür ettim ve benzer durumlar olursa yardım etme bahsinde gereksiz ataklıklar sergilememeye gayret edeceğim diye kendime söz verdim.

Evet, uzun lafın kısası, ihtiyacı olana yardımda bulunmak nazik bir davranış ama kendi gücüyle içinden çıkabileceği ve böylelikle becerisini geliştirebileceği bir durumda bulunan birine yardım etmeye kalkışmaktan geri durmak da öyle. Bizim işimizde de nezaket ve şefkatin hastaya yönelik bir katılığı ya da tavizsizliği içerdiği olur. Bir başka deyişle nezaket ve şefkat bazen psikanalistin hastaya yardım etmekten geri durmasıyla ortaya çıkar. Gerçi bunu söylemekte biraz riskli bir taraf var, çünkü psikanalitik pratikte yaygın sorun bu değildir. Daha çok diğer türden bir nezaket ve şefkat eksikliği görülür. Yani analitik yansızlık, aktarımların olumsuz sonuçlarından sakınma, hastanın nevrotik tatminine yol vermeme ya da başka gerekçelerle hastaya gereksiz bir katılık ve tavizsizlikle yaklaşmak daha büyük bir sorundur. Ama bu, konumuzun biraz dışında, sadece verdiğim örneğin aksi yöndeki çağrışımlarını engellemek için bu sonuncu açıklamaları ilave etme gereği duydum. 

Duygudaşlık 

Teselli edilenlerin en çok dikkat ettikleri konu duygudaşlık (empati) ile ilgili gibiydi. Üzüntü verici yaşantılarını ve kayıplarını dinlediğim kişileri en çok rahatsız eden, herhangi bir nedenle karşı tarafın samimi olmadığını düşünmeleriydi. Eğer karşı tarafın teselli tavrında yalanlı bir hâl, bir sahtelik, bir içtensizlik hissederlerse bundan kötüsü yoktu.

Bir duygudaşlık içinden söylenseler ve yardım etme isteğini yansıtsalar da teselli vermek için söylenenlerin önemli bir kısmı basmakalıp sözlerden ibaretti. Bunların herkes ve her durum için söylenebilir nitelikte klişe sözler olması bir bıkkınlık, bir sıkıntı havası yaratıyordu.

Ayrıca karşıdaki kişinin duygudaşlığının kabul görmesi için iyi kötü benzer bir deneyiminin olması, bu yaşantıyı anlayabileceğine ilişkin bir işaret olması önemliydi. Örneğin "Seni çok iyi anlıyorum" diyen kişinin bunu söylerken inandırıcı olması ancak teselli verdiği duruma benzer bir durumun içinden geçmiş olmasıyla mümkündü. Eğer benzer bir hali tecrübe etmemişlerse, teselli verenlerin durumu anladıklarına ilişkin sözleri acıyı paylaşmaya yaramıyor, hatta acı çekenlerde bir tür öfke uyandırıyordu. Atasözünün ve şarkının dediği gibi: "Hekimden sorma, çekenden sor demişler/Acısını dertlerin, çare gösteren değil, çeken bilir demişler."

Öte yandan bazen benzer üzüntü ve kayıpları olanların tesellilerinde kendi geçmiş dertlerinin bir tesellisinin gizli olduğu fark edilebilir. Hayattaki kayıplara, travmalara ve bahtsızlıklara katlanabilmenin bir yolu başkalarının da bunlardan mustarip olmasıdır sanki. Eğer teselli edilen, teselli verenin kendi acısına ve bahtsızlığına başkalarının da ortak olmasından kaynaklanan bir tür rahatlama içinde olduğunu sezerse bu da acıyı hafifleten değil ağırlaştıran bir etki yaratır. 

İçgörü

Buraya kadar söylediklerimizden çıkarabileceğimiz üzere, kaybın ya da teselli gerektiren olayın acısı hem bir yardım isteğine hem de bu yardımı sunmaya hazır olanları itmeye/reddetmeye yol açabiliyor. Nezaketli davranmak ve hatta karşımızdakiyle benzer bir acıyı tecrübe etmiş olmak teselli edebilmemize yetmiyor.

O nedenle sanki teselli edebilmek için bir koşul daha gerekiyor: Karşımızdakinin duygusal durumunu tam anlamıyla fark edebilmek ve anlayabilmek için kendimiz hakkında da fikir sahibi olmak. Kişi karşısındakini olduğu kadar kendisini de anlayabildiğinde, bilebildiğinde, bir başka deyişle kendisi hakkında içgörü sahibi olduğunda teselli edebilir. 

Nezaket ve duygudaşlığın yanına içgörüyü ilave etmemin bir nedeni de teselli edebilmek için samimiyetin olmazsa olmaz olması. Çünkü başkalarıyla kurduğumuz ilişkinin samimiyet ve derinliği kendimizle kurduğumuz ilişkinin samimiyet ve derinliğine bağlıdır.

Nezaket ve duygudaşlık için birer çekince yazdım. İçgörü için aklıma bu türden bir çekince gelmiyor. Belki yalnızca şunu söyleyebilirim ki, mutlak bir içgörü insanın ruhsal dengesini korumasında olumsuz etki gösterebilir, sonuçta kişinin kendi ruhsallığına bir ölçüde yabancı kalması insan olmasının bir gereği ve sonucudur. Ama zaten pratikte böyle bir tehlikenin olduğunu sanmam; tam bir içgörü, yolunda ilerlenebilecek ama ulaşılamayacak bir hedeftir.

Bitirirken, teselli verebilmeyi etkin, bir şeyler yapmaya dayalı bir iş gibi gördüğüm düşünülmesin diye bir uyarıda bulunmak isterim. Bilakis, çoğu durumda, teselli edebilmek, bir şey yapmaktan çok sadece kaybı ya da acısı olanın yanında durmakla ilişkilidir. Teselliye ihtiyacı olanların "Senin için ne yapabilirim?" ya da "Neye ihtiyacın var?" gibi "zor" soruları duymak istediklerinden emin değilim. Öte yandan acısı ya da kaybı olanların gündelik hayatta olduğu gibi analizde/terapide de teselli bulmaları pek kolay değildir. Analiz ya da analitik terapide genellikle hastayı teselli etmeye teşebbüs edilmez ve belki hastaya zor duygular içinde olduğunun fark edildiğine ilişkin nezaketli ve kısmen duygudaşlık içeren bir şeyler söylenir. Birçok analist/terapist daha fazla ne yapabileceğini bulmakta zorlanır.

Kendilerini dinlediğim kişilere teselli vermeye dönük doğrudan bir sözüm ve davranışım olmadı. Gayretimin çoğu, kendi zihnimin ve ruhsallığımın içinde şekillendi. Bu yazıyı da bu gayretin bir parçası olarak yazdım. Umarım, bir şeyler söylemek veya yapmaktan çok onlarla birlikte bu acı ve kayıpları hissetmem, işlemeye çalışmam, üzerinde düşünmem onlar tarafından bir şekilde anlaşılmıştır. Yazı boyunca aklımdalardı ve konuyu onlarla birlikte, onlarla konuşarak, onlara danışarak anlamaya çalıştım. 

Yazarın Diğer Yazıları

On altı

Seninle yan yana yürürken istesem de istemesem de çokluk senin hakkında, ikimiz hakkında düşünürüm. Türlü şeyler anlatırım sana, bazen sesli olarak, bazen içimden. Gözüne güzel manzaralar ilişsin, kulağına hoş-avaz kuşların nağmeleri dolsun isterim. Dünyayı beğendirmeye çalışır, sanki sana "bak bu da var!" der gibi ilginç şeyleri işaret ederim

"Hiç" oldum Muvakkit

Muvakkit'in zihninin içinden süzülen şöyle bir cümle duydum: "Hayatında sadece acı varsa, hiç acı yoktur". Üstelik sormadan anladım ki, bununla acının fazlalığından kaynaklanan bir kayıtsızlık halini kastetmiyordu. Tuhaf bir fikir diye düşündüm, ama bir açıklama istemedim. Öylece kalmaya, salınmaya devam ettim. İfadeyi tersinden kursaydı, örneğin "Hayatında sadece zevk varsa, hiç zevk yoktur" deseydi, kabul etmek o kadar zor olmayacaktı sanki. Sonra, öylece kaldım ve yavaş yavaş ne demek istediğini anladım. 

Muharrem İnce ve Freud'un fıkraları

Seçimlere kısa bir süre kala bazen kendimi öylesine sıkışmış, cansız ve isteksiz bir ruh haliyle mahut günün gelmesini ve ne olacaksa olmasını bekler bir durumda buluyorum ki, ilgimi başka konulara yöneltmek ihtiyacı hissediyorum. Bu hafta sonu da gündemden birkaç saatliğine uzaklaşmak için Elliott Oring'in Sigmund Freud'un Fıkraları: Mizah ve Yahudi Kimliği Hakkında Bir Çalışma adlı kitabını okuyordum. Kitap beklediğimden hayli farklıydı ve Freud'un incelemek için seçtiği fıkralarla kendi hayat öyküsü arasında ilginç bağlantılar kuruyordu[i]. Öte yandan kitapta incelenen fıkraları okurken zihnimin bunları bir şekilde Muharrem İnce'ye bağlayıp durduğunu fark ettim. Bir iki fıkra sonra da bunu kendim için eğlenceli bir hafta sonu uğraşı haline getirdim. Derken, belki bunu bir yazıya dökebilirim diye düşündüm.