15 Ağustos 2019

Şımarıklık Hakkında

Eco için iki külah dondurmanın hem annenin hem babanın sevgisine talip olma arzusunu mu yansıttığını, her iki memeyi birden emmek isteğini mi temsil ettiğini yoksa ancak klinik çalışmada bulunabilecek başka bir mecazi anlamı mı olduğunu bilemeyiz. Ama eğer bir nedenle kendimizi şımartmamız gerekseydi onun yazılarını okumanın bunun en güzel yollarından biri olduğunu söyleyebiliriz

Konunun nereden aklıma geldiğini anlatarak başlayacağım. Devamında konuyu önce gündelik anlam ve kullanımı üzerinden sonra da psikanalitik bakış açısıyla ele almaya çalışacağım.

Şımarıklık konusu Umberto Eco’nun bir çocukluk anısını anlattığı “Dondurma Yemenin Usulleri” başlıklı kısa denemesini okurken aklıma geldi: “Ben küçükken”, diyor Eco, “çocuklara iki türlü dondurma alınırdı. Ya iki sentlik külah ya da dondurma pastası”. Küçük derken ne kastettiğini tam bilemeden devam etmek zorundayız çünkü yaşını tam ya da yaklaşık olarak söylemiyor. Aslında yaş konumuz açısından önemli, çünkü bir iki yıllık farklarla bile öncesinde uygun olan bir davranış sonrasında çocuğu şımartmak olarak kabul edilebilir. Yine de denemede otuzların toplumundan söz edişini ve kendisinin de 1932’de doğduğunu hesaba katarak kastettiği dönemin üç ila sekiz yaş arası olduğunu varsayabiliriz.

Eco’nun anlatımına dönelim. İki sentlik külah çok küçük olurmuş. Büyükannesi külahın hepsini yememesini, satıcının eli değdiği için sivri tarafını atmasını öğütlermiş. Ama o, külahın en lezzetli yeri tam da orası olduğu için atmış numarası yaparak külahın tamamını yermiş. Dört sentlik dondurma pastasının ise özel bir makinesi varmış, dondurmacı iki bisküviyi makineye koyar ve makine dondurmayı bisküvilerin arasına sıkıştırırmış.

Şimdi geliyoruz asıl meseleye: Eco anababalarının dört sentlik tart yerine iki tane iki sentlik dondurma aldığı çocuklara imrenerek bakarmış. “Bu ayrıcalıklı çocuklar sağ ve sol ellerinde birer külah tutarak gururla yürürlerdi; başlarını ustaca bir yandan öte yana çevirerek önce bir külahı sonra ötekini yalarlardı; bu tören gözüme öylesine görkemli ve imrenilecek bir şey gibi görünürdü ki birçok kez ben de bu törene katılayım diye izin istemiştim. Boşuna. Büyüklerim Nuh der peygamber demezlerdi; dört sentlik bir dondurma kabul, ama iki tane iki sentlik dondurma asla olmaz.”

Bu tutumun “ne matematik, ne ekonomi ne de diyet uzmanlığı açısından” bir anlamı yok gibidir. Eco’ya yapılan açıklama gözlerini bir külahtan ötekine çevirmek zorunda kalan bir çocuğun taşlara, basamaklara, yoldaki yarıklara takılıp düşebileceği imiş. Ama o bunun pek de geçerli bir açıklama olmadığını, bunun ardında kendisine söylenmeyen başka, daha pedagojik bir gerekçe olduğunu sezermiş.

“Bugün, bir tüketim toplumunun, aşırılık ve ziyan uygarlığının bir üyesi ve kurbanı olarak, o sevgili ve artık hayatta olmayan büyüklerimin haklı olduğunu anlıyorum ” diyor Eco. Bugünkü düşünüşüne göre dört sentlik bir dondurma pastası yerine iki tane iki sentlik külah alındığında aynı para veriliyor olsa da yani ekonomik bir israf söz konusu değilse de, iki külah sembolik olarak israf anlamına geliyordu. Ama iki külahın çekiciliği de buydu anlaşılan: “İki tane dondurma aşırılık anlamına geliyordu. Ve tam da bu nedenden dolayı benden esirgeniyorlardı; çünkü yakışıksız kaçıyorlardı, yoksulluğa hakarettiler, hayali bir ayrıcalığın sergilenmesi, zenginlikle övünmeydiler. Yalnızca şımartılmış çocuklar bir seferde iki külah yerlerdi, masallarda haklı olarak cezalandırılan çocuklardı onlar.”

Eco bundan sonra bugünün dünyasında tüketmeye ve lükse yönelik tutumları biraz da aşağılayıcı bir dil kullanarak eleştirir. Her iki elinde birer külahla kendisini imrendiren o çocukların anababaları çocuklarını “Rimini sahilinde bir sokak satıcısından alınma sahte Gucci marka çantalarıyla havaalanında ekonomi biletli yolcuların kuyruğuna girmeye hazırlıyorlardı.”  Eco’ya göre bu tüketim ve sahip olma çılgınlığı bir açgözlülüğe dönüşmüştür ve daha fazlasına sahip olma yolundaki bu doymazlık aslında kişiye değerli herhangi bir şey kazandırmaz. 

Yazısının sonunda eski günleri bugünle kıyaslar ve şu ahkâmı yürüterek bitirir: “Eski günlerin ahlakı hepimizi güçlüklere dayanan kişiler yaptı, bugünün ahlakı ise hepimizin birer lüks ve zevk düşkünü olmamızı istiyor.” Doğru söze ne denir, eski günlerde çocuklar şımarmasın diye onlara fazla yüz verilmiyordu; şimdi bırakın çocukları büyükler bile her ortamda ve ekranda karşılaşılabilecek reklamlarda bir tatil yaparak, bir içecek ya da yiyeceği tüketerek, bir eşya satın alarak “kendinizi şımartın” diyen baştan çıkarıcı çağrılara muhatap oluyorlar.

Evet, Eco’nun kıssadan çıkardığı hisse böyle: Yetiştirilmeleri sırasında çocuklar aşırı istekleri yerine getirilerek şımartılmamalıdır. Şımartılan çocuklar ileride lüks ve zevk düşkünleri, tüketim toplumunun kurbanları haline gelirler.

Yazıda ilk aklıma takılan şey Eco’nun elli yıl sonra bile iki elinde iki külah olan çocuklara nasıl imrendiğini anlatırken duygularının hala çok canlı olduğunu hissettiren üslubu olmuştu. Şanslı çocuklar iki elindeki iki külahtan dondurmaları yalamak için başlarını bir o yana bir bu yana “ustaca” çeviriyorlarmış. Bu “görkemli törene” katılmayı çok istemiş vb. Bu üslup bana annesinin çocukken kendisine jelibon yemek için tek bir kez bile izin vermediğini hala gözleri dolarak anlatan bir genç adamı hatırlattı. Arkadaşlarının her biri hiç olmazsa bazen bu jelibonlardan yeme izni koparırlarken o merakını gidermek için bile annesinden onay alamamış. Bunu annesinin kendi istek ve ihtiyaçlarına karşı duyarsızlığının kesin, su götürmez bir kanıtı sayıyordu. O zaman bunu aşırılık ve şımarıklık bağlamında dinlememiştim. Annesi bu yiyeceği sağlıksız olduğunu öne sürerek yasaklamıştı. Annenin tutumunda bu bakımdan doğruyla yanlışın nasıl iç içe geçtiğini ve doğrunun belki de yanlış olduğunu düşünmüştüm. Annenin çocuğun fiziksel sağlığına ilişkin bu duyarlılığı başka türden bir duyarsızlık anlamına mı geliyordu? Peki, annenin bu tutumunun çocukta böylesi derin bir iz bırakabileceğini öngörmesi mümkün müydü? Bu küçük engelleme nasıl olup da annenin çocukla ilişkisinin genel bir mecazi anlatımına dönüşmüştü? Eco’nun aksine sonradan (ya da o sırada hala) düşündüğünde de büyüğünün kısıtlamasını haksız bulan genç adamın başka herkesin tadını çıkardığı bir zevkten mahrum kaldığı için kendini bu denli bahtsız sayması nasıl yorumlanmalıydı? Onunla birlikte annesinin bu katı yasağına karşı çıkmak mı yoksa bunun annesiyle ilişkisinin genel olarak iyi olması durumunda aklında bile kalmayacak önemsiz bir kısıtlama olduğunu düşünmek mi daha doğru olurdu? Eco da elli küsur yaşında bu yazıyı yazarken büyüklerinin haklı olduğunu söylese bile üslubuna bakılırsa geçmişteki bu reddedilişlerden dolayı incinmiş ya da haksızlığa uğradığını hissetmiş olabilir. Eğer anababasının asıl gerekçesini anlayabilecek yaşta olsaydı belki ona böyle bir açıklama yapacaklardı, ama belki de bu gerekçeyi anlayabilecek yaştaydı, çünkü kendisine yapılan açıklamanın yalnızca görünürde bir açıklama olduğunu sezebiliyordu.

Neyin aşırılık olup neyin olmadığı herhalde zamana ve yere göre değişkenlik gösterecektir. Eco’ya konan kısıtlamanın makul olup olmadığı o zamanın ve o bölgenin değer yargılarına ve yaygın tutumlara göre değişir. Eğer Eco iki sentlik iki külah alamayan tek çocuk idiyse hissedecekleri başka olur,  bu yoksunluğu diğer çocuklarla paylaşıyorsa başka… Elle gelen düğün bayram.

***

Türk Dil Kurumu Sözlüğünde şımarmak, “kendisine gösterilen sevgi ve saygıdan veya verilen değerden yüreklenerek yersiz ve aşırı davranışlarda bulunmak” olarak tanımlanmış. Şımarık, “şımarmış, şımartılmış” anlamlarına geliyor. Şımarıklık da “şımarık olma durumu, şımarıkça davranış” olarak açıklanmış.

Kubbealtı Sözlüğünde şımarmak “gördüğü fazla ilgiden, verilen yüzden veya kavuştuğu imkânlardan cesaret alarak etrafa aldırmadan aklına estiği gibi aşırı ve taşkın davranışlarda bulunur duruma gelmek, haddini aşmak” olarak anlatılmış. Şımarık ve şımarıklık tanımları TDK’nınki ile aynı.

Oxford Sözlüğünde şımartmak için “bir çocuğa karakter ve davranışları üzerinde olumsuz bir etki yaratacak şekilde yeterince disiplin vermeksizin istediği her şeyi vermek” şeklinde bir tanım var.

Webster Sözlüğü ise şımartmak eylemini “aşırı müsamaha ya da aşırı övgü yoluyla huyu ya da karakteri zedelemek” biçiminde tanımlayarak yalnızca maddi şeylerin değil aşırı övgünün de olumsuz etkisi olacağını ima etmiş.

İlginçtir ki, İngilizce sözlüklerde şımarmak şeklinde bir sözcük yok, o yüzden tanımları şımartmak sözcüğü üzerinden aldım. Bir de bunun edilgin hali olarak şımartılmak sözcüğü var. Aslında anlamına, tanımına bakıldığında Türkçede de pek farklı değil ama İngilizcede şımarmanın bir başkasının/başkalarının tutum ve davranışlarıyla doğrudan ilişkili olduğu daha fazla vurgulanıyor. Bu belki şımarıklığı benzer olduğu düşünülebilecek diğer huy ve karakter özelliklerinden ayırt etmeye de yarayabilir. Gerçi her türlü kişisel özelliğimiz ancak başkalarıyla ilişkilerimiz içinde doğar, gelişir ve şekillenir. Ama şımarıklıkta başkalarının tutumu belirleyici biçimde önemli.

Bana her zaman şaşırtıcı gelen bir şey, anababaların çocuklarının çeşitli davranışsal ve hatta duygusal sorunları için bu durumun şımarıklıktan kaynaklanıyor olma ihtimalini sorgulamaları olmuştur. Böyle bir soru çocuğa sınır koyamamak, engellenmesi gereken davranışlarını engelleyememek bahsinde suçlu hissetmekle ilgili olabileceği gibi, çocuğa daha sınırlayıcı ve sert davranma isteğini dışa vuran ve adeta bunun için onay isteyen bir ruh halini yansıtıyor da olabilir.

Halk arasında çocuğun her istediğini yapmanın onu şımartacağı düşüncesi yaygındır. Ama çocuklarının mümkün olduğunca çok isteğini yerine getirebilmek isteği ve iradesi de aynı derecede yaygın olsa gerektir. Bugünün dünyasında kişi eğer kendi istek ve arzularının peşinden gitmek yolunda bir kararlılık sergilerse bundan dolayı suçluluk ve pişmanlık duymaya doğru sürüklenebilir. Bir yandan kişi “kendisi olmaya”, “imkânsız diye bir şey olmadığına”, “istemesinin yeteceğine” vb. ilişkin sözlere boğulur ama aynı zamanda bu yoldaki davranışları bencilce veya fazla hırslı bulunabilir. Kişi kendi yolunda kendi isteğince ilerlerse etraftan eleştirel sesler yükselir ve o da geriye çekilmek zorunda hisseder. Ama öte yandan kişi yolundan döndüğünde ve daha az tehlikeli doyumlara yöneldiğinde bu kez başka türlü bir suçluluk duygusu, yapabileceklerini ve yapmak istediklerini gerçekleştiremediği için hissettiği bir tür varoluşsal suçluluk duygusu ortaya çıkar. Bu bize bazı durumlarda kendisi için toplumdan isteyemeyen anababaların çocukları söz konusu olduğunda nasıl istekli, haris ve talepkâr olabildiklerini açıklar. Çoğumuz bazı anababaların kendi istek, arzu ve özlemlerini çocukları üzerinden vekâleten doyuma kavuşturma eğilimlerini gözlemişizdir.

Günümüz insanının yukarıda sözünü ettiğim ikilemi çocuk yetiştirme bahsinde de tekrarlanır. Anababalar çocuklarını mümkün olduğunca memnun ve mutlu etmek isteği ile çocuğun bu yüzden kolaycılığa alışacağı, şımaracağı ve sahip olduklarının kıymetini bilemeyeceği endişesi arasında kalırlar. Sanırım bu yüzden çocukların davranışsal-ruhsal sorunlarının ardında şımarıklık olup olmadığını sıklıkla merak ederler. Birçok ruhsal ve davranışsal bozuklukla kıyaslandığında şımarıklık anababanın kendi rolünü daha kolay anlayabileceği bir durumdur. Böylelikle bu sorunun ardında yatan ihtiyaç hem anababanın hazır suçluluk duygularının içine konabileceği bir kap hem de yapılabilecek bir işlem arayışıdır.

Buradan psikanalizin bu konuda söyleyeceklerini incelemeye geçelim.

***

Psikanalitik içerikli süreli yayınların ve kitapların bulunduğu Pep-Web sitesinde şımarıklıkla ilgili bir yayın bulamadım[1]. Ancak dolaylı olarak sorunlu davranışlar sergileyen çocuklarla ilgili bazı yayınlar, anababanın sağlıksız tutumlarının yol açtığı durumları ele alan bazı makaleler ve şımarıklıkla ilgili ama bizim konumuzun dışında kalan durumlara ilişkin yazılar vardı.

Yani bir bakıma konuyu ele alırken umduğumuz destekten mahrumuz. Freud’un toplu eserlerinde Pep-Web’de aradığım tüm sözcüklere değil yalnızca spoil kökünü içeren sözcüklere baktım. Buna göre toplu eserlerde spoil 7 kez, spoilt 17 kez, spoiled 4 kez, spoiling 6 kez geçiyor. Bunların çoğu yine bizim konumuzla ilgisiz. Yine de üç yerde işimize yarayabilecek pasajlar var[2].

Bunlardan birisi Cinsellik Üzerine Üç Deneme adlı eserinde yer alıyor. Burada Freud anababanın aşırı ilgisinin çocukta erken bir cinsel olgunluğa ve çocuğun şımarmasına yol açabileceğini öne sürüyor. Bu durumda çocuk ilerideki yaşamında geçici olarak bile sevgisiz kalamayacak veya daha az bir miktar sevgiyle yetinemeyecektir. Aynı yerde Freud biraz iddialı görünen bir biçimde “Bir çocuğun ileride nevrotik olacağının en açık işaretlerinden birisi anababanın sevgisini doymak bilmez biçimde istemesidir” diyor. Aşırı sevecenlik göstermeye yatkın olan anababaların okşamalarıyla çocuğun nevroza yatkınlığını arttırdığını ve bu örneğin nevrotik anababaların nevrozlarını çocuklarına geçirmek için kalıtımdan başka daha doğrudan yollarının olduğunu gösterdiğini de ilave ediyor.

Freud’un burada söyledikleri bana gerekli ihtiyat payı konulmamış aşırı genellemeler içeriyor gibi geldi. Anababaların çocuklarına aşırı sevecenlik gösterdiği durumların genelde birbirine benzediğini öne sürmek zordur. Kısaca işimize yarayabilecek şekilde özetlersek, buradan devşireceğimiz bilgi anababa çocuk arasındaki ilişkinin temelde libidinal bir ilişki olduğu, bu ilişkide çocuğun aşırı ilgi ve sevecenlikle uyarılmasının onu sevgi arsızı yapabileceği şeklinde bir uyarı var. Bu eser Freud’un çocuk cinselliğini görmeye dirençli kamuoyunu hayli sarsan ve psikanaliz tarihinde önemli bir eser olsa da görece erken (1905) bir tarihte yazılmıştır. Freud bu tarihte henüz ölüm dürtüsü kavramını işlememiş, yapısal kuramı ortaya koymamış ve kaygı kuramına son şeklini vermemişti. Dolayısıyla ileride yakın ilişki ve özellikle aşk-sevgi/nefret bahsinde konuyu daha tam ve gerçeğe uygun ele aldığı çalışmalarına göre bu tarif biraz hamdır.

İkinci olarak, yeni kaygı kuramını işlediği Ketlenmeler, Belirtiler ve Kaygı (1926) adlı eserinde konuya başka bir tarafından baktığı bir cümle vardır. Şöyle der: “Küçük bir çocuğu şımartmanın istenmeyen sonucu başka her tehlikeye kıyasla nesneyi kaybetme tehlikesinin önemini büyütmesidir. Nesne her çaresizlik durumuna karşı bir koruma sağlar. Bu da bireyin bedensel ve ruhsal olarak çaresizlikle karakterize olan çocuklukta kalmasını teşvik eder.” Cinsellik Üzerine Üç Deneme’de çocuğun aşırı sevecenlik ve ilgiyle adeta baştan çıkarılmasına ilişkin uyarılar ön plandaydı. Burada ise aşırı ilginin çocukta çaresizliğine çözüm bulan nesneyi kaybetmekten duyacağı korkuyu nasıl büyüteceği ve bu korku yüzünden çocuksu ruh halinden çıkmaya direnç göstereceği uyarısı var.

Freud’dan konuya ilişkin aktaracağım son pasaj Uygarlığın Huzursuzluğu (1930) adlı bir geç dönem eserinden. Bu eserde konuya bir dipnotta değiniyor: “Alexander, sağlıksız yetiştirme yöntemlerinin iki ana çeşidi olan aşırı sertlik ve şımartmaya, Aichhorn’un ihmal hakkındaki çalışmasına dayanarak, haklı olarak gereken önemi vermiştir. ‘Aşırı yumuşak ve sevecen’ baba çocukta aşırı sert bir üstbenliğin oluşumuna neden olacaktır, çünkü çocuk gördüğü sevginin etkisi karşısında, saldırganlığına, içe yönelmek dışında, hiçbir yol bulamaz. İhmal edilmiş, sevgisiz yetiştirilmiş çocuklarda benlik ile üstbenlik arasındaki gerilim mevcut değildir, saldırganlıklarının tümü dışarı yönelebilir. Varsayılması gereken bünyesel etmen bir kenara bırakılacak olursa sert vicdanın iki yaşamsal etkinin ortak etkisinden doğduğu söylenebilir: Saldırganlığı uyandıran içgüdü engellenmesi ve bu saldırganlığı içe yönelten, üstbenliğe aktaran sevgi deneyimi.”

Görüldüğü gibi bu son pasajda işler (olması gerektiği gibi) karışıyor. (Ana)babanın aşırı yumuşak ve sevecen tutumu çocuğun şımarmasına değil aşırı sert bir üstbenliğe sahip olmasına da yol açabilir. Öte yandan ihmal edilmiş, sevgisiz yetiştirilmiş çocuklarda da görünüş olarak şımarıklığa benzeyen arsızca davranışlar ortaya çıkabilir. Aşırı yumuşak ve sevecen bir biçimde yani nefretin ve öfkenin (sağlıksız denebilecek ölçüde) bastırılmasıyla yetiştirilen çocuklar da saldırganlıklarını (nefret ve öfke gibi duyguları) aynı biçimde bastırmak ve kendilerine yöneltmek durumunda kalırlar.

Burada Freud’a son bir müracaatımız var, bu kez şımarıklık konusuyla ilgili olmayan ama son vardığımız noktayı açıklığa kavuşturmamıza yardım edebilecek bir pasaj aktaracağım.  

Freud Kitle Psikolojisi ve Benliğin Analizi (1921) adlı eserinde Schopenhauer’in ünlü kirpi benzetmesini hatırlatır. Bir grup kirpi kışın soğuğundan korunmak için birbirlerinin ısısından yararlanmak isterler ve birbirlerine yakınlaşırlar. Ama bir süre sonra birbirlerinin dikenlerinden rahatsız olarak uzaklaşırlar. Sonra sıcaklığa ihtiyaçları onları tekrar yakınlaşmaya zorlar ama eski dert yine karşılarına çıkar. Böyle uzaklaşa yakınlaşa sonunda birbirlerine en iyi tahammül edebilecekleri mesafeyi bulurlar.

Gerek Schopenhauer gerekse Freud bu meseli insan ilişkilerini anlatmak için kullanırlar. Öngörülebileceği üzere bu hatırlatmadan sonra Freud durumu şöyle formüle eder: “Psikanaliz bize bir süre devam eden hemen tüm yakın duygusal ilişkilerin, evlilik olsun, arkadaşlık olsun, anababa-çocuk ilişkisi olsun, içinde bir miktar düşmanlık ve nefret barındırdığını ve bunun fark edilmemesinin ancak bastırmanın sonucu olduğunu göstermiştir”.

Freud bu konuyu başka yerlerde de ele aldı ve daha sonra konuyu ondan çok daha ayrıntılı işleyen psikanalistler de var. Ama bizim buradaki amacımız açısından bu benzetme etrafında yakın insani ilişkilerde sevginin ve yakınlaşmanın yanında daima bir miktar olumsuz duygunun da olduğunu akılda tutmak yeterli.

Şımarıklık konusunu daha ziyade anababa çocuk ilişkisi içinde ve çocuğun özellikle maddi isteklerine sınır konmaması bağlamında düşündük. Ama dondurma ya da jelibon örneğinde olduğu gibi bazen maddi bir isteğin aynı zamanda duygusal bir istek haline gelebileceğini ve bunların birbirinden ayırt edilmesinin o kadar kolay olmayabileceğini anladık.

Çocuğa karşı aşırı ilgili ve sevecen tutumun çocukta sevgiyi ve türevlerini talep etme konusunda bir aşırılık yaratabileceğini ama bu ilgi ve sevecenliğe yakın insani ilişkilerde olması beklenen olumsuz duyguların tümüyle bastırılması eşlik ediyorsa çocuğun şımarık olmak bir yana katı bir üstbenliğe sahip olarak kendini kısıtlayabileceğini gördük.

İşleri daha da karıştıran şey benzer durumların her ilişki içinde kendine özgü anlamlarını kazanacağıdır. Eco için iki külah dondurmanın hem annenin hem babanın sevgisine talip olma arzusunu mu yansıttığını, her iki memeyi birden emmek isteğini mi temsil ettiğini yoksa ancak klinik çalışmada bulunabilecek başka bir mecazi anlamı mı olduğunu bilemeyiz.  Ama eğer bir nedenle kendimizi şımartmamız gerekseydi onun yazılarını okumanın bunun en güzel yollarından biri olduğunu söyleyebiliriz.

Bitirirken bir de Yeşilçam filmlerine yakıştırılabilecek bir cümle olarak karşımızdakinin bize verdiği değerden, bize davranışından çokça memnuniyet ve biraz mahcubiyet duyduğumuzda söylenebilecek bir cümle var. Örneğin varsayalım ki bu yazıyı okuyanlar arasında “Ne güzel yazmışsınız, çok beğendim” diyenler olabilir. O zaman ben de 2006’da zamanın başbakanı Erdoğan’ın uçağındaki dört genel yayın yönetmeni gazeteciyle (Hürriyet’ten Ertuğrul Özkök, Sabah’tan Fatih Altaylı, Star’dan Mustafa Karaalioğlu, Zaman’dan Ekrem Dumanlı) mülakatı sırasında cumhurbaşkanlığı için adaylığını ima eden soruya verdiği cevabı tekrarlayabilirim: “Teveccühünüz, beni şımartıyorsunuz.” 


KAYNAKLAR

Eco U, (2018) [1997] Somon Balığıyla Yolculuk, CanYayınları, İstanbul.

Freud S (1905) Three Essays on the Theory of Sexuality, SE VII, Hogarth Press, Londra.

Freud S (1921) Group Psychology and the Analysis of the Ego, SE XVIII, Hogarth Press, Londra.

Freud S (1926) Inhibitions, Symptoms and Anxiety, SE XX, Hogarth Press, Londra.

Freud S (1999) [1930] Uygarlığın Huzursuzluğu, Metis Yayınları, İstanbul.

Freud S (1999) [1930] Uygarlığın Huzursuzluğu, (Çev. Ali Babaoğlu), Metis Yayınları, İstanbul.

https://www.lexico.com/en

https://www.merriam-webster.com/

http://sozluk.gov.tr/

http://lugatim.com/

 


[1] Şu sözcüklerle arama yaptım: Spoiled, spoilt, pert, pertness, brat, brattiness, wayward, waywardness, impertinence. Aichhorn’un klasik Wayward Youth adlı eseri dışında suça itilmiş, davranış sorunları yaşayan çocuklarla ilgili birkaç yayın daha vardı, ama hiçbiri burada tanımlanan anlamda şımarıklıkla ilgili değildi.

[2] Freud dışında bir de Melanie Klein’in eserlerine baktım. Onun 1921-1945 yılları arasındaki yazılarından oluşan Psikanalize Katkılar’da bu sözcükleri aradığımda sözcüğün herhangi bir biçiminin tek bir kez bile geçmediğini gördüm. Daha sonraki yıllardaki çalışmalarını bir araya getiren Haset ve Şükran ve Diğer Yazılar’da ise ilgili sözcükler 39 kez geçmekte ama tamamı haset duygusunun yıkıcılığını anlatmak, özellikle bebeğin anne memesine ve ondaki diğer değerli şeylere zarar verme eğilimini tanımlamak için kullanılmış. Sözcüğe burada kullandığımız anlamda hiç başvurulmamış.

Yazarın Diğer Yazıları

Muhalif seçmen depresyonda mı yasta mı?

Depresyon bir ruhsal bozukluğa işaret ederken, yas kaybın ardından gelişen normal bir reaksiyon olarak kabul edilir. Ortada kayıp varsa, kaybı inkâr etmek ve yastan kaçınmak sağlıklı değildir

On altı

Seninle yan yana yürürken istesem de istemesem de çokluk senin hakkında, ikimiz hakkında düşünürüm. Türlü şeyler anlatırım sana, bazen sesli olarak, bazen içimden. Gözüne güzel manzaralar ilişsin, kulağına hoş-avaz kuşların nağmeleri dolsun isterim. Dünyayı beğendirmeye çalışır, sanki sana "bak bu da var!" der gibi ilginç şeyleri işaret ederim

"Hiç" oldum Muvakkit

Muvakkit'in zihninin içinden süzülen şöyle bir cümle duydum: "Hayatında sadece acı varsa, hiç acı yoktur". Üstelik sormadan anladım ki, bununla acının fazlalığından kaynaklanan bir kayıtsızlık halini kastetmiyordu. Tuhaf bir fikir diye düşündüm, ama bir açıklama istemedim. Öylece kalmaya, salınmaya devam ettim. İfadeyi tersinden kursaydı, örneğin "Hayatında sadece zevk varsa, hiç zevk yoktur" deseydi, kabul etmek o kadar zor olmayacaktı sanki. Sonra, öylece kaldım ve yavaş yavaş ne demek istediğini anladım.