29 Ağustos 2020

Kötü hissetmek üzerine

Belki üzüntü, çaresizlik, değersizlik, suçluluk, vicdan azabı gibi olumsuz duyguları kendileri için tümüyle reddetmeye çalışanların yerinde olmaktansa acı verici de olsa bunları hissetmek evladır

İnsanın kendini iyi hissetmesinin değişik biçimleri var; neşe, coşku, sevinç, huzur, şükran gibi. Benzer biçimde kötü hissettiren ve olumsuz diye adlandırdığımız duygular da var; üzüntü, utanç, suçluluk duygusu, pişmanlık, korku gibi.

Ruhbiliminden (psikoloji, psikiyatri ve psikanalizin tümünü kastetmek üzere kullanıyorum bu sözcüğü) yardım umanlar genellikle olumsuz duyguların verdiği sıkıntıdan kurtulmak istediklerini söylerler. Ne var ki bazen katlanılmaz zorluklar yaşatsalar da olumsuz (kötü hissettiren) duyguların insan ruhsallığında en az olumlu (iyi hissettiren) duygular kadar yapılandırıcı bir yeri vardır.

Sözgelimi, utanç insanın kendisiyle ve başkalarıyla ilişkisini zehirleyebilen zorlu bir duygudur. Kendini küçük görmek, başarısız ve çaresiz hissetmek, görünüşünden ve özelliklerinden hoşnutsuz olmak utancın yaşattığı zorluklardan bazılarıdır. Ama utanç aynı zamanda olumlu, koruyucu ve insanın içsel örgütlenmesini düzenleyen bir işleve de sahiptir. Utanç duyabilmek ahlaki değerlere ilişkin bir farkında oluşu, kişinin kendi değeri konusunda olgun bir mütevazılığı da anlatır. Utanç duygusunun etkisi altındaki kişi ürkek, itaate yatkın ve davranışlarını fazlaca kısıtlayan birisi olmaya sürüklenebileceği gibi aynı duygu sayesinde başkalarının görüşlerine değer veren ve toplumsal kuralları gözetip bunlara uyum gösteren biri olmaya da yönelebilir.

Olumsuz duyguların önemiyle ilgili düşünürken aklıma gelen iki anıdan söz edeceğim. İlki Çapa'da psikiyatri acil nöbeti tuttuğum bir gün getirilen ellili yaşlarda bir kadın hastayla ilgili. Kadın o gün bir trafik kazasında erkek kardeşini yitirmişti. Dayanılmaz bir ruhsal acı içinde ağlıyor, bağırıyor, haykırıyor, üstünü başını çekiştiriyordu. Çevresindekiler, özellikle de iki oğlu kadının bu haline tahammül edemiyorlar ve sürekli onu sakinleştirmeye çalışıyorlardı. Benden istedikleri de buydu, yani annelerini sakinleştirmem. "Sakinleştirici bir iğne" yapılması için hastaneye gelmişlerdi. Kalabalığın, gürültünün ve taze kayıp haberinin yarattığı ağır havanın etkisi altında bir an ne yapacağımı bilemedim. Kaybın yol açtığı boşluğun yerini her an bana da yönelebilecek bir öfkenin aldığını talebin dile getirilişindeki huşunet yeterince anlatıyordu: "Bir an önce sakinleştirin, bir an önce sakinleştirici iğneyi yapın". O vakitler hekimlere yönelik saldırgan davranışlarda bulunmak pek yaygın bir durum değildi. Kötü bir davranışa maruz kalacağım endişesi duyduğumu hatırlamıyorum. Kargaşa içinde karar vermekten kaçınabilmek için, ilk iş olarak yakınlarının tümünün odadan çıkmasını sağladım.

Muhtemelen halen öyledir, acildeki gece nöbetlerini biri "kıdemli" yani eğitiminin daha ileriki yıllarında, diğeri "kıdemsiz", yani eğitimine yeni başlamış iki asistan tutardı. Ben kıdemsiz olandım, diğer nöbetçi biraz dinlenmek için üst kata çekilmişti. Herkes odadan çıktıktan sonra kadın bir süre daha yüksek sesle ağladı. Nefesi kesiliyormuşçasına zorlandı, bilincini yitiriyormuş, bayılacakmış gibi oldu. Daha tecrübeli olan arkadaşıma haber verip ne yapacağımı sorayım diye düşündüm, ama bir yandan da klinik bir tablodan ziyade, acı verici bir hayat olayıyla karşı karşıya olduğum için, neyi nasıl soracağımı da bilememiştim. Kadının yakınları odadan çıkmış olsalar da kapının önünde gürültülü biçimde konuşmaya devam ediyorlardı. Karşısına oturarak yaslı kadına kendisinin de "sakinleştirici bir iğne" isteyip istemediğini sordum. "Ne fark eder ki!" dercesine eliyle havada yay çizer gibi bir hareket yaptı. Öylece karşısında sessizce oturdum ben de. Oda, birbirine bağlı iki bölümden oluşuyordu ve herhalde acil odalarının çoğu gibi, parlak ve aşırı bir ışıkla aydınlatılıyordu. Saatlerdir öyle hissetmediğim halde birden ışığın o çiğ parlaklığı çok rahatsız edici geldi. Kalkıp ışığı söndürdüm, yandaki bölmenin ışığı zaten yeterince aydınlık veriyordu. Az sonra kapının dışındaki gürültüler de azaldı ve sesler daha uzaktan gelmeye başladı. Kendisiyle ilgilendiğimi belli edecek bir şeyler sormak, söylemek mi yoksa susmak mı daha iyi olurdu acaba? Eğer konuşmaya ihtiyacı varsa ve bu tuhaf ortamda, bu sıkışık zamanda susarsam kendisini rahatsız hissedecek, gitmek isteyecekti. Sessizliğe ihtiyacı varsa bu kez konuşmam ya da soru sormam onu rahatsız edecekti. Ben öylece dururken "Keşke çağırmasaydım, Allah'ım keşke çağırmasaydım, dilim kuruyaydı da çağıramayaydım" dedi. Anlaşılan kardeşi başka bir ilden onu görmek için yola çıkmış, yoldayken kaza yapıp vefat etmişti. Kadının üzüntüsüne ağır bir suçluluk duygusunun (aslında her kayıptan sonra şu ya da bu biçimde kendine bir yol bulup üzüntüyü katmerlendiren o meşum suçluluk duygusunun) eşlik ettiğini anladım. Hastabakıcılar başka bir hastanın geldiğini haber verene dek öylece oturduk. Konuştuysak da konuştuklarımızı hatırlamıyorum. Hastabakıcı yeni gelen hastayı haber verdikten sonra kadın odadan çıkmaya davranarak, "Sağ olun" dedi, "iğne filan istemiyorum, sorarlarsa, yaptık dersiniz."  

Aklıma gelen diğer anı, bu kez ofiste, tümüyle farklı bir ortamda karşılaştığım bir hastayla ilgili. On beş yıl kadar önceydi, ofise yetmişli yaşlarına yeni varmış, iyi giyimli, dik duruşlu, yakışıklı bir adam geldi. Daha ilk anda onun kendisine, etrafındakilerin ona güven duyduğu hissi oluşuyordu. Bunu iyi hatırlıyorum, ofiste görüştüğüm kişilerle ilgili ilk izlenimlerimi her zaman yoklar ve bunları not ederim. Bana şöyle bir öykü anlattı: Karısıyla kırk yıldır evlilerdi. Ortak bir kararla çocuk sahibi olmamayı seçmişlerdi. Görüşmemizden on yıl kadar önce karısı felç geçirmiş ve tekerlekli sandalyeye bağımlı kalmıştı. Karısı zihinsel olarak çok iyi uyuştuğu tam bir hayat yoldaşıydı ve onunla konuşmaktan, ona danışmaktan, onunla bir kitabı, bir filmi, bir resmi tartışmaktan her zaman çok zevk alıyordu. Karısının hastalığından birkaç yıl sonra, sahibi olduğu iş yerinde çalışan ve giderek güvenilir bir yardımcıya dönüşen genç ve akıllı bir kadınla ilişkisi başlamıştı. Yedi yıldır süren bu ilişkiden de genel olarak mutluydu ve bu yıllar boyunca her iki kadını da içtenlikle sevmeye devam ettiğini söylüyordu. Karısıyla ilişkisinin niteliği gereği, bu ilişkiyi ona bildirmişti ve bazen zamanını, ilgisini, sevgisini ne şekilde bölüştürdüğüyle ilgili sorunlar yaşasa da yedi yıl boyunca işleri kendisi dâhil herkes için tatmin edici bir durumda tutabildiğini düşünüyordu. Kendisinden hayli genç olan sevgilisinin maddi ve manevi ihtiyaçları konusunda sorumlu hissediyordu ve durumun özel koşulları altında her iki kadını da onlara bağlılığı konusunda ikna edebilmişti. Bununla birlikte bir süre önce genç kadının bazı kaygıları ortaya çıkmıştı. Kadın çocuk sahibi olmak istiyordu. Bunun için zamanın giderek daraldığını hissetmeye başlaması işlerin eskiden olduğu gibi sürmesini güçleştiriyordu. Adam gerek yaşından gerek karısıyla ilişkisinden gerekse de evvelden beri çocuk sahibi olmamaya karar vermiş bulunmasından dolayı bu işe sıcak bakmıyordu. Sonuçta ayrılmaya karar vermişlerdi. Adam genç kadını seviyor ve önemsiyor, bundan dolayı da birlikteliklerinin devam etmesini istemenin kadının "geleceğini elinden almak" olduğunu düşünüyordu. Böylece konuşup ayrılmışlardı, ama bu ayrılıktan sonra geçen üç-dört aylık sürede adam beklediğinden çok daha fazla zorlanmış, çok daha fazla acı çekmişti. Yalnız kaldığında kimselere belli etmeden ağlıyordu, uyku uyuyamıyor, başkalarıyla görüşmekte çok isteksiz hissediyor, işlerini o zamana dek hiç olmadığı şekilde aksatıyordu. Benden istediği basitti, "Nasıl unutabilirim?" diye soruyordu; unutursa bu acıyı çekmek zorunda kalmazdı.

Anlattıklarını merakla dinlerken birden bir şey istemesi beni afallatmıştı. Sanki benden bir şey talep etmek için değil de yalnızca bana anlatmak için gelmiş gibi sakince dinliyordum onu. Böyle sorunca yüzüne baktım ve ne kastettiğini anlamaya çalıştım. Dosdoğru söylediği şeyi kastediyordu: Unutmak ve böylece acı çekmekten kurtulmak. Onun yaşında ve tecrübesinde bir adamın böyle bir şey söylemesi tuhafmış gibi kalakaldım. Söylediği şey kulağa o kadar garip geliyordu ki, bir ara ona hayli didaktik bir benzetmeyle durumun nasıl göründüğünü anlatmak zorunda hissettim. O sırada aklıma gelen bir benzetmeyle enerjinin korunumu yasasından söz ettim. Enerji yok olmaz ama türü değişebilir, örneğin kimyasal enerji kinetik enerjiye dönüşebilir. Bunun gibi duygular da birden yok olmazlar, ama işlenebilirler, yönleri değişebilir benzeri şeyler söyledim. Sonra yavaşça duygularını daha ayrıntılı konuşmaya ve bunu niye istediğini anlamaya çalıştık. Birkaç seans sonra başlangıçtaki tutumunun altında aslında ne yattığını görmeme müsaade etmeye başladı.

Bunlara benzer pek çok örnek verebilirim, bunlar yazmak istediklerim hakkında düşünürken şimdi ilk elde aklıma gelen örnekler. Bunlarda bana hem anlaşılır ama hem de şaşırtıcı gelen şey olumsuz duyguların şiddetle reddedilmesi. Birinci olayda oğulların annelerinin üzüntüsüne katlanamamaları ve onu "sakinleştirmek" istemeleri. İkinci durumda bütün o olgun ve görmüş geçirmiş haline karşın aşkından kalan yegâne izi ortadan kaldırmaya çalışmakla kendini nasıl yoksullaştıracağını fark etmez görünen adamın unutma arzusu.

Psikanalizin birçok biçimde tarif edilebileceğini söylemiş ve değişik yerlerde bu tariflerden bazılarını yapmayı denemiştim. Bunlardan birisi de psikanalizin gerek klinik anlamda (divanda) gerekse kuramsal ve uygulamalı alanlarda insanın hakikatle (kendisine dair ve kendisiyle ilişkili hakikatle) yüzleşebilmesine yardım etmek, bunun için bir yol bulmaktır. İnsanın hayattaki en zor işlerinden birisi olabilir bu, ama en acı kayıptan daha öte bir kayıp varsa o da insanın duygularının hakikiliğini kaybetmesidir. Üzüntüyü, korkuyu, değersizlik duygusunu, utanmayı, suçluluk duygusunu tümden yitirdiğimiz bir durumu tahayyül etmek bile korkutucudur.

İnsanın (bir tür olarak Sapiens'in) zihinsel bakımdan konuşmayla, yazıyla, dinle, felsefeyle, bilimle, teknolojiyle ortaya koyduğu gelişmeler baş döndürücü. İnsan hayatında, bu hayatın örgütleniş şeklinde bir şekilde ilerleme diyebileceğimiz bir çizgi var. Acaba aynı şey insanın duygusal hayatı için de geçerli mi? Bugünün insanı diyelim yirmi bin yıl önceki atasından daha çeşitli, daha rafine, daha derin bir duygusal hayata sahip mi? Peki iki bin yıl, dört yüz yıl, yüz yıl, otuz yıl önceki atasından duygusal bakımdan ne kadar farklı? İnsanın duygusal dünyasında, örneğin romanın ya da kitlesel bir sanat olarak sinemanın ortaya çıktığı dönemlerle daha önceki dönemler arasında farklar yok mu? Sanırım, bu soruya olmak gerekir diye cevap vermeliyiz. Ama insan(lığ)ın duygusal gelişim bakımından daha inişli çıkışlı bir yol izlediği, kazandıklarını sıklıkla geri verdiği, yaşadıklarını unuttuğu veya inkâr ettiği söylenebilir. Bireysel olarak insanın yaşamında olduğu gibi toplumsal süreçlerde de acıların ve kayıpların olması kaçınılmaz. Bireysel planda bu acı ve kayıpların olgunlaştırıcı bir yanı olma ihtimali daha yüksek ama toplumsal planda sanki belirli aralıklarla toplumsal/duygusal hafıza sıfırlanıyor.

Bunlar hakkında düşünmeye başladığım yeri belirterek bitireceğim. Asıl olarak bunlarla ilgili yazmak istiyordum ama yalnızca malzemeyi toplamış oldum, umarım devam edebilirim. Şimdiye dek mevcut iktidarın düşünce ve duygu dünyasıyla ilgili birçok şey söyleyip yazdım. Bu son bakışımda en çok dikkatimi çeken şey kendileriyle ilgili herhangi bir olumsuz duyguyu tanıma, tarif ve kabul etme, işleme bahsindeki tutumlarıydı. Mevcut iktidarın gerek tekil temsilcileri nezdinde gerekse bütünsel (ideolojik) olarak suçluluk, pişmanlık, vicdan azabı, utanç gibi duyguları kabul ve ifade edebilme kabiliyetini anlamaya çalıştığımda şunu görüyorum: İktidarın bireysel ya da zümre düzeyinde olumsuz duygularla, özellikle de öznel olarak acı çekmeyle ilgili duygusal kabul ve ifadeleri son derece seyrek. Olumsuz duygulardan öfke, hiddet, kin gibi öznel olarak acı çekmekten çok başkalarına acı çektirenler daha fazla hissedilip ifade ediliyor. Öte yandan böyle bir gücün boyunduruğu altında yaşamak kişiyi duygusal bakımdan ister istemez yoksullaştırıyor ve insan ister istemez mücadele ettiğine de benzemeye başlıyor. Belki bunun farkında olmak önemlidir, belki üzüntü, çaresizlik, değersizlik, suçluluk, vicdan azabı gibi olumsuz duyguları kendileri için tümüyle reddetmeye çalışanların yerinde olmaktansa acı verici de olsa bunları hissetmek evladır.

Yazarın Diğer Yazıları

Muhalif seçmen depresyonda mı yasta mı?

Depresyon bir ruhsal bozukluğa işaret ederken, yas kaybın ardından gelişen normal bir reaksiyon olarak kabul edilir. Ortada kayıp varsa, kaybı inkâr etmek ve yastan kaçınmak sağlıklı değildir

On altı

Seninle yan yana yürürken istesem de istemesem de çokluk senin hakkında, ikimiz hakkında düşünürüm. Türlü şeyler anlatırım sana, bazen sesli olarak, bazen içimden. Gözüne güzel manzaralar ilişsin, kulağına hoş-avaz kuşların nağmeleri dolsun isterim. Dünyayı beğendirmeye çalışır, sanki sana "bak bu da var!" der gibi ilginç şeyleri işaret ederim

"Hiç" oldum Muvakkit

Muvakkit'in zihninin içinden süzülen şöyle bir cümle duydum: "Hayatında sadece acı varsa, hiç acı yoktur". Üstelik sormadan anladım ki, bununla acının fazlalığından kaynaklanan bir kayıtsızlık halini kastetmiyordu. Tuhaf bir fikir diye düşündüm, ama bir açıklama istemedim. Öylece kalmaya, salınmaya devam ettim. İfadeyi tersinden kursaydı, örneğin "Hayatında sadece zevk varsa, hiç zevk yoktur" deseydi, kabul etmek o kadar zor olmayacaktı sanki. Sonra, öylece kaldım ve yavaş yavaş ne demek istediğini anladım.