01 Haziran 2022

"O Arabı dövdürtmeyecektik"

Seyircisiz zulüm olmaz! Bugün Ermeni dövülürken izler, yarın Kürt, öbür gün Arap… Ama hikâye hep, o dayağı izleyenlerin de sonunda dayak yemesiyle biter!..

Ne zamandır aklımda, Sırrı Süreyya Önder'in sesinden "O Ermeniyi dövdürtmeyecektik" fıkrası dönüp duruyor.
Sanırım yıl 2010 falandı bir kürsüden bu fıkra anlatıldığında.
Aradan kaç yıl geçti düşünün, maalesef gerçekliğinden bir gram yitirmedi fıkra.
Orta Doğulu olmak mı dersiniz, yoksa Türkiyeli mi siz seçin; DNA'larımıza kadar işlemiş "biri dövülürken, biri ezilirken, birinin hakkı yenirken seyirci kalma" tavrı baskın olarak devam etmekte.
Geriye doğru bakınca insanın da feci içi yanıyor üzüntüden, ne çok şey kaybetmişiz diye.

Hayır düşünün ki zaten acayip kayıptaydık tüm bunlar olurken.

Üzerine tonlarca kayıp daha bindirmişiz.
En basitinden Önder'in bu fıkrayla anlattığı gerçekliğin bizzat içinde yaşıyor olmamıza rağmen gülmüştük, gülebilmiştik de.
Şimdi gülsek -ki zor- en hafifinden ayıp olur!
Çünkü artık mağdurların dayaktan en son nasibini alanları bile helak vaziyette!
Özgürlüklerin, hakların, ifade özgürlüğü meselesinin epeyce gerisinde, muazzam haksızlıklarla mücadele edilen, dudak uçuklatan ihmal ve ihlallerden söz ettiğimiz yıllardı.
Ama tabii şimdi dönüp bakınca "Baya özgürmüşüz" dedirtiyor, biliyorum.
Sadece özgürlükler de değil gerileyen…
Neredeyse 'keşke öyle olsa' dedirtecek insana…

İşte Sırrı Süreyya Önder'in fıkrasıyla girdik konuya misal, o dönem aktif siyaset yapanların -çoğu cezaevinde, mahkemelerde- birçok konuşması, esprisi, tespiti, önerisi, isyanı, talebi internette fenomen hâlâ, o zaman da muhalefetti adı, ama şimdilerdeki gibi köprüye pankart açma düzeyinde değildi tabii…
Merak etmeyin, bugün tutacağım kendimi, kimseye 'dalma' niyetinde değilim…
Daha ziyade siyasette politik görünümlü apolitikleşme, şöhret arayışı, insan temelli siyasette eksen kayması, değer kaybı, düzey kaybı ve politik yozlaşma başlıkları altında bir çalışma yapmak lazım.
Ama inanın kişisel saldırıları göze alacak kadar motive de değilim buna, hayır ne için ki sonuçta?
İnsan denen varlığın, türünün defolarının farkında olması ve  sürekli kendini kontrol ederek, yükseltmeye çalışarak, donatarak yola devem etmesi gerektiğinin dahi farkında olunmayan bir politik ortam kalabalığından söz ediyoruz…

Siyaseten yüksek seviye mi arıyorsunuz, politik bilinç, duruş, argümana falan mı ihtiyacınız var; misal buyrun dün insanların Kobane duruşmasında zar zor, hakları gasp edile edile, imkânları kısıtlana kısıtlana yaptıkları 'savunmalar'ı bir açın okuyun lütfen.

Neyse aslında konum bunlar değildi.
Her gün bir ötekinin yediği dayağı izlemek bana  artık çok ağır geliyor.
Kalabalıktan olmayan elbette çok kolay dövülüyor.
Dövülürken sessizce izleyeni de çok oluyor.
Hatta bu dayak üzerine siyaset kuran, o dayağın siyaseten ekmeğini yiyen bile olabiliyor.
Bu köşede defalarca hatırlatıldığı üzere, seyircisiz zulüm olmuyor!

Ama her ne olursa olsun, sonu bellidir bu hikâyenin.
Tıpkı yazının başında selam sarkıttığımız Önder'in anlattığı fıkrada olduğu gibi süreç ilerlemekte, ne bir eksik ne bir fazla…
Halk otobüsünde anasına babasına saldırganca davrandığı için korkuttuğu ve ağlattığı Suriyeli o çocuktan utanmayan, akan her damla gözyaşıyla mahcup olmayan… Sırf Suriyeli diye yolda karşılaştığı kadını yerlerde tekmeleyenleri tek bir dil olup kınayamayan, bu insanlık dışılığı reddedemeyen bir toplumun yaşayacağı son da tüm dünya tarihinde olduğu gibi olacaktır.
Bakınız şaşmaz, tarih tekerrürden ibarettir bu bahiste, inanın buna.
İnsan gelişemediği sürece Orta Çağ ilkelliğiyle kendi kendini cezalandırmaya devam eder.
Bugün Ermeni dövülürken izler, yarın Kürt, öbür gün Arap…
Hatta sadece izlemekle de kalmaz, birtakım gerekçeler bulur, yaratır, üretir.
Kimi 'pistir', hastalık getirmiştir, kimi 'suça bulaşmış', kimi 'dinsiz…' Ama hikâye hep, o dayağı izleyenlerin de sonunda dayak yemesiyle biter.
Bu gidişle insanı bekleyen başka son yoktur…

Tuğçe Tatari kimdir?

Tuğçe Tatari, 1980 yılında İstanbul’da doğdu. İstanbul Akademi Radyo Televizyon mezunu.

Gazeteciliğe 2000 yılında Habertürk’te muhabir olarak başladı. 2004 yılında Vatan gazetesine geçti. Gazete, dergiler ve ekler olmak üzere, dört yıl muhabirlik yaptı.
2009 yılında Akşam gazetesinde köşe yazarlığına başladı. Güncel konulara, sosyal hayata ve popüler kültüre dair eleştirel yazılar yazması için aldığı köşe yazarlığı teklifini kabul ettikten bir sene sonra siyasi yazılar yazmaya başladı.

Akşam gazetesine Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu TMSF’nin devlet adına el koymasının ardından, 2013 Haziran ayının sonunda Gezi Parkı olaylarına “mesafeli” durmadığı gerekçesiyle işten çıkartıldı.

“Eski ana akım medyada yasaklı” konumuna gelen ve izleyen dönemde T24’te yazmaya başlayan Tuğçe Tatari’nin, Kürt sorununu ele aldığı ve halen “yasaklı yayınlar” arasında bulunan “Anneanne Ben Aslında Diyarbakır’da Değildim” adlı bir kitabı bulunuyor.

Yazarın Diğer Yazıları

Gökhan Zan’ın sorumluluğu Erkan Baş’ta da değilse kimdedir?

Çevrelerinden kimseyi bir Gökhan Zan kadar beğenememiş olduklarından, adayları üstelik de böyle kritik bir kentte, bu kişi olmuş-olabilmiş… E tabii ‘Kaf Dağı’ tenha olur, şüphesiz!.. TİP’i uzun zamandır böyle açıktan konuşmak -masalarda bırakmamak-gerekiyordu aslında. Elbette hepimiz her şeyin farkındayız, belki de sizlerin vekillik kariyerlerinden uzundur buralardayız! Ama dinlemediniz, ama duymadınız, ama sözüm ona yasakladınız!

Türkiye'de 'vicdani ret' bir hak ihlali konusudur!

Memleketimizde, söylemde askerliği yüceltip eylemde askerlikten kaçınmakta bir beis görülmemektedir!

Bir 8 Mart günü soralım; Sincan Kapalı Kadın Cezaevi'nde neler oluyor?

Sincan Kapalı Kadın Cezaevi'nden 2021 yılından beri şartlı tahliye olabilmiş tek bir kadın mahkûm yok. Çok iddialı bir uygulama gibi gelmedi mi size de? Sincan belki de, Türkiye'de ki tek "siyasi suçlulara şartlı salıverme hakkı" tanımayan cezaevi olma konumunda. Çok acayip!